Roman yazarı, şair, edebiyat eleştirmeni ve çevre aktivisti… Damızlık Kızın Öyküsü kitabıyla Arthur C. Clarke Ödülü’nü alan Margaret Atwood, iklim değişikliğinin tetiklediği distopyayı ele aldığı üçlemesini, fantastik kısa öykülerden oluşan son kitabı Stone Mattress: Nine Tales’i, fantastik romanın gelişimini ve sosyal medyanın karanlık yüzünü The Huffington Post’a anlattı.
Filiz İNCEOĞLU / Maddie CRUM
Twitter’da aktifsiniz ama ben sizin sosyal medyadan soğuduğunuzu okumuştum.
Benim içim artıları eksilerinden fazla olsa da medyanın karanlık yüzünün farkındayız. Doğru olmayan bilgiler yayılabiliyor ve hemen karşı çıkılmazsa insanlar onlara inanıyor. İnternet zorbalığını hepimiz biliyoruz. Genellikle insanlar yeni bir şey keşfettiklerinde, onun karanlık yüzünü görmüyor. Özellikle yeni teknolojiler konusunda başta büyük bir heves söz konusudur çünkü; o teknolojinin faydalarına odaklanılır. Ancak sonrasında hesaba katılmayan sonuçlar ortaya çıkıverir. İnterneti icat eden kişi “Bu buluş genç bir kızın kendisini öldürmesine neden olacak” diye düşünmemiştir örneğin. Diğer bir mesele de, insanların özel bilgilerini ele geçirmiş dev bir hacker ordusunun olup olmadığı.
Sizce daha da kötüye mi gidecek?
İnsanlar artık bilinçlendi. Bu nedenle öyle olacağını düşünmüyorum. Başlangıçta istedikleri her şeyi online olarak söyleyebilecekleri ve bir şekilde bunların hakaret sayılmayacağı gibi yanlış bir fikre kapıldılar. Yazdıkları şeylerin diğer basılı yayınlar gibi yayımlandığını idrak edemediler. Radikal bir yenilik yapmıyoruz ama her zaman yaptığımız şeyleri yapmanın yeni yollarını buluyoruz. Bunların bir listesini mi istiyorsunuz? Bir zamanlar tanrılara atfedilen özelliklere bakın: Havada süzülmek, ışınlanmak, fark edilmeden insanları izlemek…
Görünüşe göre bu mitolojilerin ve kurgusal romanın iyimser bir geçmişi var, ama şimdi…
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra değişti. Çoğu insan için hayal kırıklığıydı. Geçmişin derinliklerinde, çok uzakta ya da bizden farklı insanlar değildi bunlar: Birbirini boğazlayanlar Batı Avrupalılardı. Bu durumda gelişmiş bir medeniye te sahip olmak ve üstün bir insan olmaktan anladığınız nedir? Hepsi boşa çıkıyor.
Son koleksiyonunuzun ilk hikâyesi, bir akademisyenin dikkatini çeken fantastik bir roman yazarı hakkında. Fantastik roman ve diğer türlerin üzerindeki gölge kalkıyor mu sizce?
Fantastik romanın bir tür olarak değerlendirildiğinden emin değilim. Artık her kesimden insan bu konuda eğitim veriyor. 19. yüzyılın başlarında halk hikâyeleri revaçtaydı, o nedenle Grimm masallarımız var. Başlangıçta hikâyeler oldukça gerçekçiydi. Fantezi ise daha gelişmiş evrenler üzerine inşa edilen masal motifleriydi. Tür, kitapçıların sorunudur. Raflarında o kitabı nereye koyacaklarını bilmek istiyorlar. Eskiden böyle değildi. Bence insanlar ne okuduklarını fark ettiklerinde, size kötü bir yazar olduğunuzu söyleyemezler. Hiç kimse Ursula K. Le Guin’in iyi bir yazar olmadığını söyleyemez.
Roman türlerindeki değişimi izlemek ilgimi çekiyor. 1950’lerin sonu ile 60’ların başlarında üniversiteye gittim. O zamanların popüler konusu mitolojiydi. Northrop Frye her şeyi okumamızı öneren bir guruydu. Ayrıca çocuklara istedikleri şeyi okumalarına izin vermemizi, bu konuda onları zorlamamamızı öğütlerdi. Kendilerine hitap etmeyen kitapları sevmeyen erkek çocuklar, Stephen King’i sevmişti. Yetişkin erkek okuyucularımız için Stephen King’e teşekkür etmeliyiz.
Şimdi Percy Jackson serisi için de aynı şeyler konuşuluyor…
Evet, genç okurlar ya bu kitapları başka kitaplara çıkan bir yol olarak görecek ya da göremeyecek. Harry Potter vs. birçok genci okumaya yöneltti. Bu sayede yetişkinler için de kitap kulüpleri kurulduğundan eminim. İnsanlara, başka biri gibi olmalarını ya da başka bir şey olmaları gerektiğini düşündürtmektense, ne iseler oradan başlamalarına izin vermek gerekir.
Türlerden bahsederken, “iklim romanı” diye anılan MaddAddam üçlemesinin büyük bir hayranıyım. Bu romanı da aynı şekilde mi sınıflandırırdınız?
Ben bu duruma iklim değişikliği değil “her şeyin değişikliği” diyorum. Her şeyin değişmesi söz konusu. İklimi düşünüyoruz; sonra daha fazla bulut düşünüyoruz, daha fazla yağmur… Kimin umurunda? Her şeyin değişikliği asla bir kitabın çıkış veya merkez noktası olamaz, çünkü burada bir insandan söz etmiyoruz. Ancak insanların hakkında konuştuğu, maruz kaldığı, hayatlarını bire bir etkileyen bir şey olabilir. MaddAddam serisi için de bu geçerli. Jimmy, mevsimlerin var olduğu dönemi hatırlamak için zamanda geriye gitmek zorunda kalıyor. Derin düşünen bir insan olmadığı içinse bu konuya fazla kafa yoramıyor; sadece anne babasının hikâyelerinin sıkıcı olduğunu düşünüyor. Bu kitabı yazarak aslında kendimi güvenceye aldım. Atmosferdeki oksijen düzeyinin yetersizliğinden bahsetmedim örneğin. Bunu kitaba dahil etseydim, hikâye olmazdı. İklim değişikliğini diyaloglar aracılığıyla görmek benim için daha ilgi çekici bir yöntem oldu. 1950’lerde bu konu zaten biliniyordu. Ancak bizler kısa vadeli, 50 yıl sonrasından ziyade yarını düşünmeye programlanmışız.
“Biz” derken kimi kastediyorsunuz?
İnsan ırkını, modern insanı. Kendileri hayatta olmayacağı halde vaktini 75 yıl sonra dünyada olacaklar için endişelenmeye harcayacak çok fazla insan yok. Bunun yerine genel yaklaşımımız, bir şeyler olana kadar olmayacakmış gibi davranmak ve sonra da ona tepki göstermek üzerine. Bazı insanlar olacakları görür; örneğin bazı Yahudiler olacakları önceden görebildikleri için Nazi Almanya’sından kurtuldular. Diğerleri, “O kadar da kötü olamaz. O kadarını asla yapamazlar” demişti. Şimdi biz de aynı şeyi yapıyoruz: “Böyle bir şey asla olmaz” diyoruz. Bana göre Sandy Kasırgası önemli bir uyarıydı. Ancak kasaba ve şehir düzeyinde alınan çok daha fazla önlem olmakla birlikte, eyalet düzeyinde veya federal düzeyde yapılan çok fazla bir şey yok.
İklim değişikliği bundan sonraki hikâyelerinizin arka planında olacak mı?
Böyle bir şey söyleyemem. O zaten hayatımın bir parçası. Romanlarımın dünya üzerindeki tek pencerem olduğunu sanmıyorum. Bir böbrek derneğini destekliyor olsaydım, yazdığım her hikâyeye bunu dahil etmezdim. Toronto’da büyük bir buz fırtınası yaşadık. Yeni hikâyem Alphinland’e ilham veren bir olaydı ve insanların bu konuda ne kadar heyecanlı olduklarını gördüm. Televizyonda hava durumu sunanlar hayatlarının heyecanını yaşıyordu. “Vay canına! Baksana durum nasıl da kötüye gidiyor!” “Yarı donmuş bir köpek bulmuşlar, ne kadar sevimli!” Durum aynen böyleydi. Bunları ben uydurmuyorum, televizyonu açarsanız görürsünüz.
Şu sıralar okumaktan keyif aldığınız iklim konusunda yazan romancı var mı?
Ben yazarları yazdıkları temalara göre değerlendirmiyorum. Şu an New York’taki sanat dünyasını anlatan Siri Hustvedt’in The Blazing World adlı kitabını okuyorum. Oldukça eğlenceli. Ama zombi kıyametini anlatan eski bir hikâyeyi de okuyabilirim. İzlediklerimi de aynı şekilde seçiyorum. Örneğin evimde The Walking Dead serisi var. Fantastiklere gelince, o kadar ilginç diyarlar var ki… Örneğin, World of Warcraft.
Evet gelişme çağında ben de oynamıştım! Oku ve yayı olan bir elf’tim.
Yayın bir kadın silahı olarak kalmış olması olağanüstü bir şey. Elbette okçuluk Viktorya Dönemi İngiltere’sinde çok popülerdi. Daniel Deronda’da Gwendolen okçulukta çok başarılıdır; kendisiyle evlenecek olan erkeğin dikkatini de bu sayede çeker. Üzerinde vücut hatlarını ortaya çıkaran bir korse vardır. Ok kullanıyorsanız etrafta koşturmazsınız, kalın ve tıraş edilmemiş bacaklarınızı sergilemezsiniz, terlemezsiniz. Tam kadın işi. Ayrıca Narnia’da da kızların ok ve yayları vardı.
O halde, aktivist yönünüzü her zaman romanlarınızla harmanlamıyorsunuz. Yazarlıkta aktif ve pasif aktivizmi sormak istiyorum. Daha etkili olan bir çeşidi var mı?
Bu işin kuralı yok. Bazı okurlar, birilerinin karşınızda nutuk atmasından hoşlanmayacaktır. Kimileriyse bundan memnun olacaktır. 19. yüzyılda bu sürekli yapıldı: Oliver Twist’i, Nicholas Nickleby’ı düşünün… Yaratıcı yazarlık eğitimi almışsanız muhtemelen size bazı kurallar öğretilmiştir. Ama gerçekte bu işin kuralı falan yoktur. Tek kural şudur: Öyle bir yazacaksınız ki okur sayfaları çevirmeye devam edecek. Aksi takdirde 232’nci sayfada verdiğiniz o olağanüstü mesaj kimseye ulaşmaz.
Türlü karakterlerle ilgili türlü hikâyeler yazdınız. Erkekler hakkında yazmaya, kadınlar hakkında yazmaktan farklı mı yaklaşıyorsunuz?
Erkek karakterlerimi erkeklere gösteriyorum. Life Before Man’i yazdığımda bir erkeğe okutmuş ve ondan bazı ipuçları almıştım. Biri çok barizdi ama erkek değilseniz bunu anlamanıza imkan yok: Uzamış bir sakalı traş makinesiyle kesemezsiniz. Kadınlar hakkında yazan erkekler için de aynısı geçerli. Bir kadının onları yönlendirmesi gerek, “Bir külotlu çorabı elinizle açıp içine atlayamazsınız” ya da “Bu karakterin aklına neden hamile kalma ihtimali gelmiyor?” Oryx and Crake’teki Jimmy için, o yaşlarda bir erkekten kitabı okumasını istedim. Bana iki ipucu verdi: Birinde bir küfrü yanlış kullandığımı söyledi, diğeri içinse “Ot öyle içilmez” dedi.
Peki ya Stone Mattress’taki yaşlı, cinsiyetçi bir şair olan erkek karakter?
Gavin mi? Çok fazla Gavin tanıyorum. Esasen o, her şeyi dile getirebileceğini düşünen bir nesil ile belli bir yaştaki erkekleri temsil ediyor.
Artık bu tarz yazarlara duyulan saygının kaybolduğunu düşünüyor musunuz?
Onlar şimdi bir dönemin parçası haline geldiler. Kadın avcısı ve seri bir şekilde sevgili değiştiren çok erkek var. Ama Gavin’in özellikle kendi dönemine ait bir huysuzluğu var. Oldukça aksi biri. Motifler aynı: Bolca kız arkadaş, aldatma, kendisine arka çıkan insanlar edinme, kadınların hayatını talan etme… Ama Y kuşağı konuya farklı şekilde yaklaşacaktır. m
Röportajın tamamı için: . com/2014/11/12/margaret-atwood-interview_n_6141840.html