Küresel Denge Derneği Başkanı, çevre ve siyaset bilimci Dr. Nuran Talu, düşük karbonlu ve verimliliğe dayalı bir sürdürülebilir ekonomi politikasından bahsedilecekse sadece yenilenebilir enerji politikaları değil, tarım, bina, ulaştırma, atık, sağlık gibi diğer sektörler için de sürdürülebilir politikalar gerektiğini belirtiyor. Talu’ya göre kaybettiklerimizi geri kazandıracak alternatif politikanın ana unsurları ise ekolojik haklar ve toplumsal adalet üzerinden olmalı.
YAZI: Bulut BAGATIR
Türkiye toplumu için yenilenebilir enerjiye dayalı bir enerji politikası ile verimliliğe dayalı bir sürdürülebilir ekonomi politikasının geleceği var mıdır sizce?
Yeni de eski de olsa sürdürülebilirliği hep ekonomi politikaları üzerinden tartışıyoruz. Niye? Amaç sadece ekonomiyi mi sürdürmek? Neden sürdürülebilir ekonomi politikasını odak alıyoruz da, sürdürülebilir ekoloji politikasını dillendirmekten kaçınıyoruz? Aslında burada değerlendirilmesi gereken kilit unsur sürdürülebilirlik. Esas soru şu olmalıydı: Neyi sürdüreceğiz/sürdürecektik? Sürdürülebilirliği bir türlü doğru anlayamadık, ya da anlamak istemiyoruz, bu kavramı sadece ekonomiye hizmet eden bir yaklaşım olarak anladığımız sürece de işimiz zor.
Yıllar öncesinden sürdürülebilir kalkınma hedefi için çevre-toplum-ekonomi üçlüsünün dengesini sağlayalım ve bugünkü ve gelecek kuşakların yaşamı garanti altında olsun diyorduk, sağladık mı, hayır. Peki denge şart mıydı? Öncelik sıralaması nasıl olmalıydı? Doğa hakkında (ekosistemlerin, biyolojik çeşitliliğin olduğu gibi korunması hakkında) mı? İnsan hakkında (vatandaşın sağlıklı bir şekilde beslenmesi hakkında) mı? Para hakkında (şirketlerin varlıklarını ençoklama hakkında) mı?
Bugün geldiğimiz noktada birinci sırada para işlerinin/ekonominin olduğu kesin. Mevcut tablo şu: Ekonomik büyümenin getirdiği sorunları yönetemedik, dünyanın doğal değerlerini ve kaynaklarını insandan kurtaramadık, birçok ekosistemin döngüsünü parçaladık, atmosferin bileşimini bozduk, küreyi ısıttık. Bu süreçte kim kazandı? Kapitalist birikim sürdürülebilir kârlar elde etti. Fosil yakıtlar şampiyon oldu, kaybedenler/küsenler ise doğa ve toplumsal adalet oldu. Şimdi bu kayıpların üstüne bir sünger çekip, haydi çevre ve ekonomiyi barıştıralım diyoruz? Bu yüzyılın paradigması da bu.
Ancak Türkiye’nin büyüme politikalarıyla bu pek mümkün görünmüyor. Bu ülkede çevre küsmüş, ekonomiyle barışması zor zanaat, arabuluculara (çevre dostu kanunlara, planlama araçlarına/ÇED, yenilenmiş sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle vb.) güvenmek de zor. Üstelik düşük karbonlu, verimliliğe dayalı bir sürdürülebilir ekonomi politikasından bahsedeceksek mesele sadece yenilenebilir enerji politikaları değil ki, diğer sektörler için de (tarım, bina, ulaştırma, atık, sağlık, afet) doğru dürüst sürdürülebilir politikalar lazım. Doğal kaynakları plansız programsız hızla tüketen, tabiatın değerlerini pervasızca yok eden uygulamalar yapılırken verimlilikten bahsetmek de abes oluyor.
Düşük karbonlu siyasa için yenilenebilir enerji politikalarının önünü açıyoruz diye dillendirenler “Çorlu’dan Şırnak’a ülkenin sahip olduğu tüm kömür rezervlerini eritmek için ne gerekiyorsa yapılacağı” beyanı veriyorlarsa (Türk Delegasyonu, COP 22, Marakeş, Kasım 2016), alternatif enerji politikaları için verilen sözler de, yazılan kanunlar da inandırıcı olmuyor tabii.
Büyüme politikaları konuşulurken sürdürülebilir büyümeden niceliksel bir değişimi; toplumun yararı için bugün ve gelecekte güvenli bir ilerleme bahse konu ise o zaman niteliksel bir değişimi anlıyorum. Nitelik dediğimizde insani ve ekolojik bir yaklaşımdan bahsediyoruz. Ekolojik açıdan sürdürülebilirlik, ekonomik açıdan kıt/sınırlı kaynakların etkin kullanımı ve hatta gerektiğinde kullanılmaması ile olanaklı olabilir. Klasik ekonomi anlayışı üretim ve tüketim sirkülasyonundan ibaret bir anlayış, oysa biz ekosistem değerli ve kısıtlıysa üretim olmamalı diyenlerdeniz.
Türkiye şunu anlamalı; sınırlı kaynaklarla sınırsız büyüyemeyiz, büyüyemedik de zaten. Çünkü kaynak deyince suyu, toprağı, havayı bedava olduğu için hiçe sayıp acımasızca yok eden zihniyet hakim bu ülkeyi idare edenlerde. Ezcümle, mevcut koşullarda Türkiye toplumunun düşük karbonlu ve verimli bir hayat tarzını yakalaması ufukta görünmüyor.
Böyle bir alternatif politikanın ana unsurları konusunda neler söylersiniz? Krizden çıkış için nasıl bir rol oynayabilir? Oynayabilir mi?
Çocuklar küstüler haydi barıştıralım, olsun bitsin… Oyunda güçlü olan, küçüğü acımasızca dövsün, iyileşmeyen izleri olan yaralar bıraksın, sonra hadi barışın densin, bir de bizim kültürümüzde barışmak için dayak yiyen küçüğe abisinin elini öptürürler. İşte bahse konu alternatif politika da aynen böyle. 20. yüzyılda ekonomi abi, çevre kardeşine yapmadık kötülük bırakmadı, kardeş küstü, şimdi 21. yüzyılda -bu yüzyıl barış yüzyılı olsa gerek!- süregelen politikalar, eko-ekonomi -burada “eko” ekoloji oluyor- kavramı çerçevesinde kendine yeni alternatifler arıyor.
Literatürdeki söylemiyle Ekolojik Modernizasyon Yaklaşımı’nın öngördüğü alternatif politika çevre-ekonomi barışmasını büyük ölçüde destekler nitelikte. Ekonomik kalkınmanın, ekosistemin devamlılığını güvence altına alan çevre dostu yatırım, üretim ve tüketim biçimleri temel alınarak gerçekleştirilmesi demek bu. Büyümeden yana olanlar bu durumdan memnun. Zaten, “ekonomik kalkınmanın…” diye başlıyor cümleler, yani abi hâlâ ekonomi.
Krizden çıkış diyorsunuz, krizin temel nedenlerine derinlemesine indiğinizde doğal kaynak ve değerlerin hoyratça kullanılması değil mi esas krize neden olan? Ülkede ciddi boyutlarda ekolojik açık yaratıyorsunuz, memleketi yıllardır doyuran tarımsal biyoçeşitliliği yok ediyorsunuz, hububatta, havyancılıkta vb. dışa bağımlı hale geliyorsunuz, doğanın sunduğu enerji hizmetlerini, güneşi, rüzgarı yok sayıp işinize geldiği için enerjide dışa bağımlı oluyorsunuz, sonra da yaşanan krizlerin faturasını hem vatandaştan hem de doğadan çıkarıyorsunuz.
Ben şunu bilir şunu söylerim; Türkiye’de kaybedileni geri kazanmak için yaratılacak alternatif bir politikanın ana unsurları sadece ekolojik haklar ve toplumsal adalet üzerinden olmalıdır. Ekolojik açığın kapatılması, bir ülkenin sürdürülebilir geleceğinin ön koşuludur. Krizden çıkış ancak böyle olur. Toplumun refahından ya da yaşam kalitesinden ne anladığımızı da doğal kaynakların ve ekolojik değerlerin sınırlı olduğunu bilerek sorgulamamız lazım.
Biyolojik kapasiteye yatırım yapmak, üretken alanların verimliliğini artırmak bir noktaya kadar doğru olabilir, ancak doğanın kapitali her zaman rant getirecek ya da insanlığın hizmetinde olacak diye bir koşul yok. Doğanın hizmeti illaki aktif olmaz. Doğanın pasif kullanım değeri de var. Ormanlar karbon tutma, su rejimini dengeleme ya da sel-taşkın önleme gibi pasif kullanım değerlerine sahip, tüm canlılar için doğal bir su şebekesi aynı zamanda. Hele doğal yaşlı ormanlar özellikle elmas değerinde, karbondioksit emisyonlarında boğulmamızı onlar engelliyor, böylelikle ekonomiye de katkı sağlıyor, durduğu yerde karbon tutuyor ve bu yutulan karbon birikimi Türkiye’nin dahil olduğu gönüllü karbon piyasasına artı değer katıyor.
Pasif kullanılma değeri bir yana, doğa “kullanım dışı” bir değer olarak da önemli. Doğanın kullanım dışı değerine yani “varlık” değerine, “miras” değerine dokunmamanın faydaları yaşamın sürdürülebilirliği açısından lazım. Bakın hiç dokunmadan ne değerler (iktisat dili buna sermaye der) var:
– Doğal ekosistemler ve biyolojik çeşitlilik dünyanın yaşam destek kaynakları,
– Korunan alanlar yoksullukla mücadelede geçim kaynağı,
– Korunan alanlar içme suyu kaynağı, (Dünya üzerindeki en büyük 105 şehrin 33’ü, içme suyunu korunmuş alanlardan sağlıyor)
– Dünyada nesli tehlike altındaki türlerin %80’i korunmuş alanlarda yaşıyor.
Bütün bunlar yalnız insan için değil, doğa hakları için de politika oluşturmanın önemine işaret ediyor.
Çevre koruma ve ekonomik büyüme arasında “sıfır toplamlı bir oyun” olduğu yaklaşımının yerine, ekonomik büyüme hedefine ulaşılırken çevreye ilişkin sosyal maliyetlerin oluşmadığı, yani ekonomik kalkınma ile çevre koruma amaçları arasında “pozitif toplamlı bir oyun”un varlığının kabulü nasıl mümkün olur? Türkiye’de bu yaklaşımın karar alma süreçlerinde yerleşmesine katkıda bulunabilecek göstergeler nelerdir?
Baştan söyleyeyim ben İlk Kuşak Çevreci Yaklaşımı benimseyenlerdenim, çevre koruma ve ekonomik büyüme çıkarları arasında sıfır toplamlı oyun, yani negatif bir korelasyon ilişkisi vardır diyenlerdenim. Çevre korunacaksa ekonomik büyümeden fedakârlık yapmak şart. Büyümeye değil ekolojik temele dayalı sürdürülebilir kalkınmadan bahsetmek bu işin temel kaynağı olmalı. Çözüme buradan yaklaşmalıyız.
Mevcut kapitalist düzeni sorgulamadan olmaz bu işler. Kapitalist üretimde doğal yaşamın tahrip edilmesi kaçınılmaz oluyor. Bu nedenle de sosyal maliyetler ve/veya çevrede oluşan olumsuzluklar azaltılmak isteniyorsa üretim sürecine kısıtlamalar getirilmesi esas olmalı. Çevrenin korunması, ekonomik büyümenin kısıtlanmasını gerektiriyorsa, buradan bakarak politika üretmeliyiz. “Büyümeye mecbur muyuz?” sorusuna cevaplar aramalıyız. Büyüme hırsına yenilmeden tüm canlıların, insan dahil yaşam kalitesinin değiştirilmesine odaklanmalıyız.
Pozitif toplamlı oyuna gelince, burada çevrenin korunması ve ekonomik kalkınmanın birlikteliğinin gerçekleştirilmesinin sağlanabilirliği mümkün mü, bunu konuşuyoruz, bu yeni yaklaşıma ekolojik modernizasyon yaklaşımı diyoruz, yeni değil esasen başka biçimlerde bunları epeydir konuşuyoruz. Bu vahşi sistemde bunun mümkün olmadığına yaklaşık 200 kere şahit oluyoruz, ama yine üç maymunu oynamaktan vazgeçmiyoruz. Yani doğanın dengesine zarar vermeden, doğanın haklarını koruyarak insanların kendilerine nasıl yeteceklerini samimi olarak masaya yatırmıyoruz, “mış” gibi yapıp, çevrecilik budur diye yeşil mottosunu sorgusuz sualsiz hemen benimsiyoruz. Yeşil ekonomi söylemleriyle klasik ekonomi teorilerini yeşille yıkayıp, bildiğimizi okumaya devam ediyoruz. Yeni paradigma doğayı ticari bir değer olarak kabul ediyor, yani doğayı ekonomik oyuncu gibi görüyor. Böylece hem tehlikeli hem de el değmemiş değerlerin bakirliğini bozmaya kapı açılıyor.
Pozitif toplamlı oyunda, çevreye ilişkin sosyal maliyetlerin oluşmadığına pek emin olamayız. Türkiye’de karar alma süreçlerinde yeni yaklaşımın benimsenmesiyle üretim süreçleri ile birlikte, girdi aşamasında doğal kaynakların kullanımında tasarrufa gidilmesi olumlu sonuçlar doğurabilir, ancak bu süreçlerde çıktı aşamasında atıkların bertarafı vb. için yapılacak ek yatırımlar şirketlerin özel maliyetlere ek olarak sosyal maliyetlere katlanmasını dolayısıyla toplam maliyetlerinin artmasını getirir. Neticede vatandaşa yük binmesi kaçınılmaz olur.
İklim ve kalkınma politikalarını uzlaştırmak nasıl mümkün olabilir? Hem azaltım hem de uyum süreçleri, siyasi karar almada nasıl bir yapılandırmaya ve sürece gerek duymaktadır?
Tabii mümkün. Yeter ki iklim politikalarının meşruiyetini (legitimacy) sağlayalım. Mesela Paris İklim Anlaşması’nı imzalayıp, ısrarla kömürlü termik santralları kurmayalım.
Ekonomik, ekolojik ve toplum boyutunun birbirine sıkı sıkıya arabağ oluşturduğu ve kalkınma paradigmalarında esaslı değişimlerin gerekli olduğu politik bir alandan bahsediyoruz. İklim değişikliği birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de siyasetin kodlarını yenileme fırsatını yaratan bir alan aslında.
Bu mücadelede tek odaklı sektörel bakış açısı yetmiyor. Burada ilk akla gelen enerji sektöründeki politikalar oluyor. Doğrudur enerji, iklim değişikliği ile mücadelede özellikle kritik bir alan. Karbon bütçesinin dengelenmesi açısından bakıldığında yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmak seragazlarını azaltmak için çok önemli olmakla beraber, iklim değişikliğinin mevcut ve gelecekteki etkilerine uyum sağlamak bir o kadar önemli.
Türkiye’de iklim değişikliğinin ekolojik sistemlerle ilgisi sorgulandığında genelde enerji sektörü faaliyetleri öne çıkıyor. Yanlış enerji siyasası iklim değişikliğinin sebebi olduğu kadar, ekolojik tahribatın da kilit noktalarından biri. Oysa ekolojinin dengesi ne ölçüde korunursa o ölçüde iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamak mümkün oluyor. Bunun için bir yandan yüksek karbonlu enerji politikaları ile doğanın tükenmesine karşı koyarken, öte yandan hassas ekosistemlerin değişen iklime dayanıklı olması için bu değerlerin yaşamsal önemine vakıf olunmalı.
Siyasi karar alma süreçlerine ve yapılandırmalara dair çözümlere gelince; Türkiye’de siyasiler iklim değişikliği meselesini devletin kamu yönetimi aktörleri çözecek zannediyorlar, böyle devasa ve çok katmanlı olan bu alanda çözümlerin tekelci yaklaşımlarla olmayacağını kabul etmek istemiyorlar. Oysa iklim değişikliği, sosyo-ekonomik ve sosyo-ekolojik açılardan ciddi sonuçlara yol açan ve sektörler arasındaki etkileşimleri nedeniyle bugün ve gelecek nesillerin yaşam kalitesini tehdit eden son derece karmaşık bir sorun. Bir kesimin herhangi bir iklim eylemi bir başka kesimin o konuda izlediği stratejileri olumlu ya da olumsuz olarak etkileyebiliyor.
Bu nedenle iklim mücadelesinin mutlaka kooperatif bir çalışma dinamiğine ve ortak çabalara ihtiyaç duyduğunu kabullenmek gerekir. Paris Anlaşması ile gelen yeni iklim rejimi de bu ihtiyaçlara çözüm olarak iklim değişikliği ile mücadelenin yükünü devletlerin hükümetlerin omzundan alıp (bütünüyle olmasa da) diğer paydaşlara dağıtmaya başladı. Çünkü sorun çok boyutlu ise çözümde yer alacak aktörler de çok çeşitli olmalı.
Bu mücadelede yerel yönetimlerin, iş camiasının, sivil toplumun, toplum kitlelerinin (kadınlar, gençler), sendikaların, uluslararası kuruluşların, finansman örgütlerinin vb. hepsinin ciddi rolü var. İklim değişikliği ile mücadelede yeri olan tüm paydaşların politika üretme, geliştirme ve uygulama kapasitelerinin arttırılması şart. Türkiye’de devlet şunu iyi anlamalı; devlet-dışı eylemler, ulusal eylemlerin bir ikamesi değil, tamamlayıcısıdır. Örtüşen alanlarla ortak çabalar geliştirmek ve sürekli bir diyalog ortamı yaratmak lazım.
Kalkınma politikaları çerçevesinde ele alınacak çevre korunması konusunda, piyasa ve ekonomik aktörler sosyal maliyetlerini ne derece ölçebiliyorlar?
Ölçselerdi, bu ülkede ne insan haklarını ne de doğa haklarını savunmaya gerek kalmazdı herhalde. Bu bir bütün, çünkü ekoloji belirgin olarak insan ve doğa arasındaki kaçınılmaz ilişkiyi ortaya koyar. Kalkınmanın dinamiklerini konuşurken hak temelli politikaları sorgulamazsak çevresel ve sosyal maliyetleri de sağlıklı hesaplayamayız. Demokratik, sosyal adaletçi, doğa hakkını koruyan bir toplum modeli isteniyorsa tabii.
Diyelim ki, Ekolojik Modernleşme Yaklaşımı literatürle sınırlı kalmadı, uygulamaya geçmeye başlandı ve sürdürülebilirliği, ekolojiyi genel ekonomik çerçeve içinde bir bileşen olarak görmek yerine, tam tersi ekonomiyi ekolojik çerçeveler içine yerleştirerek kazanmaya başladık. Bu durumda piyasada çevre ve iklim dostu ürünler, organik materyaller vb. çoğaldı, ama pahalı. IPSOS’un yaptığı “Türkiye’yi Anlama Kılavuzu” araştırmasında Türkiye toplumunun %82’si çevreye duyarlı. Bir başka araştırmaya göre toplumun %71’i çevreci ürün almak istiyor, fakat pahalı olduğundan alamıyor. A sınıfı çevreci beyaz eşyalar, B sınıfına (çevreci olmayan) göre epey pahalı.
O zaman ekonomik aktörler hâlâ niye B sınıfı üretmeye devam ediyor? Bu ülkede B sınıfını tercih edenlerin nüfus oranları ya da sınıfsal konumu ile ilgili araştırmalar yapılmıyor mu? Mevcut kapitalist iktisat anlayışına ait yaklaşımlarla “A bana yetiyor” diyen üretici şirketlerin, sosyal maliyetleri dikkate almayan haklı ekonomik gerekçelerine göz yummaya devam mı edilecek?
Mesela, rüzgar enerji şirketleri kurumsal sürdürülebilirlik raporlarına iklim değişikliği ile mücadele için rüzgar türbinlerini çoğalttıklarını yazarken, kamu yararı boyutunu da dillendiriyorlar mı acaba? Doğayı, ormanı, biyolojik çeşitliliği, su havzalarını, endemik türleri, göçmen kuşları, insanların yaşam alanlarını, canlıların, insan dahil sağlığını görmezden gelmemek lazım. Türkiye’de bu şartlara uymayan sabıkalı rüzgar enerji santralları (RES) yatırımları var ne yazık ki. Oysa RES’lerin masum olmadığı, yaşam alanlarını olumsuz etkileyeceği, dolayısıyla çok dikkatle planlanması gerektiği tüm dünyada biliniyor. Bu olumsuzluklara bir örnek verelim. “Rüzgar enerji sendromu” diye bir hastalık eklenmiş durumda tıp literatürüne. Rüzgar türbinlerinin havada oluşturduğu sallanmaların sağlık sorunlarına yol açtığı bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Rüzgar güllerine yakın mesafede yaşayan insanlarda uyku bozuklukları, baş ağrıları, konsantre olma güçlükleri, kulak çınlaması, bulantı, kalp ritminin bozulması sinirlilik ve anksiyete ortaya çıkıyor. Ne lazım? Rüzgar enerjisi yatırımları ile kamu yararı arasında denge lazım. Rüzgar enerjisinin kullanılmasını rant aracı haline getirmemek lazım. Bu bir dilemma/yeşil paradoks. Neden RES’lere karşı hukuk mücadelesi verilsin ki? “Yeşil göz boyama” bu mu demek acaba?
Bu meseleler çevrenin korunmasında ve iklim değişikliği ile mücadelede sosyal maliyetlerin önemini giderek öne çıkarıyor. Yeni yaklaşım çerçevesinde çevreyi koruyarak gerçekleşen üretim süreçleri ile ekonomik büyümeyi sağlamak yani kazan-kazan durumu, topluma kaybetmek olarak geri dönüyorsa, ekolojik modernleşme teorisini -henüz bu teorinin doğru ya da yanlış olduğu ispatlanmadı- bir politika stratejisi olarak uygulamaya kalkmak pek de mantıklı görünmüyor.
Düşük karbon ekonomisine geçmeye çalışan ülkelere dair neler söylemek istersiniz? Bu ülkeler nasıl çalışmalar yapıyor?
Düşük karbonlu ve iklime dirençli bir gelecek yaratmak isteyen ülkeler iklim değişikliği ile mücadelede ilk önce enerji ve tarım yasalarını değiştirerek kolları sıvıyorlar. Yani hem azaltım hem de uyum politikalarını bir arada ele alıyorlar. Mevzuatın yenilenmesi ve geliştirilmesi önemli olduğu kadar aynı zamanda meşakkatli de. Bazı ülkeler iklim değişikliği ile ilgili doğrudan bir kanun çıkarıyorlar, bir nevi çerçeve kanun uygulaması bu.
Bu ülkelerin politika belirleme süreçlerine baktığınızda, hedeflerine ulaşmak için kırsal ya da kentsel düzeyde enerji tedarik sistemleri için gereken finansman kaynağını/akışlarını ulusal olarak yaratma çareleri aradıklarını görüyoruz. Mesela, İsveç karbon salımına karşı uçak yolcularından vergi almayı planlıyor.
Toplumların düşük karbonlu hayat tarzına yönelmeleri için çeşitli teşvik araçları, özendirmeler gibi uygulamalar var. Bazı ülkelerde iklim değişikliği ile mücadelede samimi olmayan merkezi yönetimleri, çokuluslu fosil yakıt şirketlerini insan ve doğa hakları açısından hukuki sorgulamaya tabii tutuluyorlar, davalar açılıyor. Hatırlayalım, 2016’da Filipinler İnsan Hakları Komisyonu petrol, kömür, madencilik ve çimento şirketlerinden, insan hakları ihlali konusundaki iddiaları hukuken yanıtlamalarını istemişti.
Yine örneklerden olarak, Yeni Zelanda Parlamentosunun Kuzey Adası’ndaki Whanganui Nehri’ni “canlı varlık” olarak tanıması ve bu nehre hukuki statü vermiş olması da doğa hakkının korunmasına dair çarpıcı uygulamalardan biri.