Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 21. Taraflar Konferansı, 2015 yılının son ayında Paris’te yapılacak. Bu konferansta iklim değişikliğinin önlenmesi ve etkilerinin azaltılması için devletler tarafından 2020 yılından sonra alınacak önlemler kararlaştırılacak. Bu konferansın ve yapılacak anlaşmanın hazırlıkları geçen seneki 20. Taraflar Konferansı’ndan beri sürüyor. Bu hazırlıklar kapsamında 7-10 Temmuz 2015 tarihlerinde Paris’te İklim Değişikliği Tehdidi Altındaki Ortak Geleceğimiz (Our Common Future Under Climate Change) toplantısı yapıldı. Bu toplantı Paris’te yapılacak olan Taraflar Konferansı öncesi, iklim değişikliğinin bilimsel yanının konuşulacağı son büyük toplantı olma özelliğini taşıyordu.
İki binden fazla bilim insanının katıldığı bu toplantı ile ilgili olarak yazacaklarım biraz teknik olabilir; ama önümüzdeki senelerde bu konuyu detaylarıyla öğrenmek zorunda kalacağımız için bu yazıyı bir ısınma turu olarak göreceğinizi düşünüyorum.
Küçük İyileştirmeler Ne Kadar Çözüm Olur?
Dört gün süren, yüzlerce bildirinin sunulduğu ve bine yakın poster sunumu olan bir toplantıyı özetlemek kolay olmayacak ama genel anlamda ele alınan konuları ve bu konuların sene sonunda varılması umulan anlaşma ile ilgisini üç ana başlık altında değerlendirebiliriz:
– İklim değişikliğine buhar makinesinin icadı ile birlikte atmosfere yayılan başta karbondioksit olmak üzere tüm seragazlarının neden olduğunu biliyoruz. Bu seragazlarının en önemli etkisi atmosferin ve dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığını arttırmasıdır. Endüstri Devriminden bu yana dünyanın ortalama sıcaklığı 0.8°C artmıştır ve atmosferde artmakta olan seragazı miktarıyla birlikte dünyanın ortalama sıcaklığı da artmaya devam edecektir. Doğanın düzeninin insan uygarlığını tehdit edecek ölçüde bozulmaması için bu sıcaklık artışının 2°C’yi aşmaması gerektiği konusunda artık politikacılar bile hemfikir olmuş durumdalar.
Burada cevaplamamız gereken soru insanlığın tercihlerinin, yani gelecekte ne kadar seragazı salınacağının, dünyanın ortalama sıcaklığını ne kadar arttıracağıdır. Sosyal bilimciler bu soruya cevap üretmek için dört ana senaryo tasarlamışlar. Bu senaryoları çok iyimser (RCP 2.6), iyimser (RCP 4.5), kötümser (RCP 6.0) ve çok kötümser (RCP 8.5) olarak tanımlayabiliriz. Dünyanın ortalama sıcaklığının 2°C’nin altında kalabilmesi için tüm dünyanın seragazı salımlarının RCP 2.6 senaryosuna uygun olarak ilerlemesi gerekmektedir. Bunun yanında en kötü senaryo olan RCP 8.5’a uygun olarak ilerleyecek olursak ortalama sıcaklıkların 5 – 7°C artabileceği öngörülmektedir. Bu artış ise bildiğimiz hayat tarzının sonu anlamına gelmektedir. Bu senaryoların tasarlandığı 2007 yılından bugüne kadarki gelişmeye bakıldığında ise salımların RCP 8.5 senaryosundan bile fazla arttığı görülmektedir.
Durum böyleyken iklim görüşmelerinde devletlerin küçük iyileştirmeler yaparak ortalama sıcaklık artışını 2°C’nin altında tutmaları imkansızdır. Hedefe ulaşılması için tüm dünyadaki seragazı salımlarının 2020 yılına kadar en yüksek seviyeye vardıktan sonra azalması ve hatta 2050 yılından sonra eksiye geçmesi gerekmektedir. Salımların eksiye geçmesinden kastedilen ise doğanın emebileceğinden az seragazı salarak doğanın atmosferdeki seragazı miktarını azaltmasıdır.
– Seragazı salımlarındaki bu azaltımın ve gelecekteki eksi salımların sağlanması için birçok öneri var ancak bunlardan ikisi öne çıkıyor: Karbon tutma ve saklama ile biyoyakıt kullanımı.
Karbon tutma ve saklama sistemleri (Carbon Capture and Storage – CCS) büyük miktarda fosil yakıt kullanan ve atmosfere karbondioksit salan fabrikaların ve enerji santrallerinin saldıkları seragazlarını daha salınmadan yakalayarak depolamaya ve sonra da çoğunluğu yeraltında bulunan alanlarda saklamaya dayanır. Bu konudaki ilk problem kolayca aklınıza geldiği üzere bu sistemlerin arabalar gibi dağınık çalışan nesnelere uygulanamamasıdır; yani sadece büyük işletmelerde çalışabilir. Ancak dünyadaki seragazı salımının büyük kısmı bu işletmelerden kaynaklandığına göre CCS sistemlerinin önemli iyileştirme sağlayacağı düşünülebilir.
Karbon tutma ve saklama sistemlerinin ilk bölümü, yani karbonun tutulması kısmı denenmiş bir teknolojidir. Kullanılan yakıta ve üretilen karbondioksidin basıncına bağlı olarak değişik yollarla bu gazın baca gazından ayrılması mümkündür. Ancak burada karşımıza iki temel problem çıkar. Öncelikle karbon tutma teknolojileri daha ancak tasarımdan büyük sistemlere geçme aşamasındadır. Bu sistemlerde de henüz yaygın bir kullanımı yoktur. Aynı zamanda karbon tutmak için kullanılması gereken enerji miktarı, tesislerin enerji ihtiyaçlarını yaklaşık %30-%40 oranında arttırmaktadır. Bu enerji ihtiyacı da daha fazla kömür, petrol veya doğalgaz yakarak karşılanmaktadır. Bunun dışında bu sistemlerin kurulması önemli bir yatırım maliyeti gerektirmektedir. Bugün için bu ek maliyetin fosil yakıtlara verilen devlet desteği ile sağlanması öngörülmektedir. Bu devlet desteği fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına ve bu kaynaklardan üretilen enerjinin yaygınlaştırılmasına verilecek olsa çok daha sürdürülebilir bir sisteme ulaşabiliriz.
Karbon tutma kısmı şimdiye kadar büyük ölçekte denenmiş olsa da karbon saklama kısmının güvenilir bir şekilde hayata geçirilmesi daha test aşamasındadır. Tutulan karbonu saklamak için şimdilik öngörülen alanlar, tükenmiş petrol ve doğalgaz yatakları ile derin denizlerdir. Burada hepimizin aklına gelen temel soru teknolojinin de ulaşıp tükendiği noktadır: Bu saklanan karbondioksidin bir yolunu bulup dışarı sızmayacağını nasıl garanti edebilirsiniz? Şimdiye kadar bu konuda harcanan büyük paralara ve emeğe rağmen bu sorunun çözümüne yaklaşmak mümkün olmadı. Gelecekte de bu garantinin verilebileceği son derece şüphelidir. Yani karbon saklamayı deneysel olarak bile tam olarak becerememişken bu teknolojinin büyük ölçekli üretim sistemlerinde kullanılabileceğini düşünmek bir hayaldir. Ancak bir yanda ABD ve Çin diğer yanda da Avrupa Birliği, iklim değişikliğini durdurma üzerine yaptıkları planları bu teknolojinin iki ayağının da yaygın kullanımı üzerine bina etmektedirler.
Karbon tutma ve saklama teknolojileri konusunda ürkütücü bir gerçek de BP Alternatif Enerjiler, Karbon Tutma Teknolojileri Grubu’ndan G. Hill’in konuşması sırasında ortaya çıktı. Tutulan bu karbondioksidin endüstriyel açıdan temel kullanım alanı, verimliliği azalan petrol ve doğalgaz kuyularına enjekte edilerek daha fazla petrol ve doğalgaz elde edilmesi olarak görülüyor. Yani bu karbondioksit, boşalmış kuyulara gönderilerek dibinde kalmış petrolün de çıkartılmasında kullanılacak, sonra da çıkan petrol ve doğalgaz yakılacak. Devletten alınan destekler kullanılarak karbondioksit tutulup başka kuyulara enjekte edilecek ve orada kalan petrol de çıkartılarak fosil yakıt ekonomisinin olabildiğince uzun süre yaşaması sağlanacak.
– Fosil yakıt endüstrisinin devamı için planlanan bir diğer sistem ise biyoyakıtlar. Hatta bir adım daha ileri; biyoyakıtlarla çalışan elektrik santralleri kurup, bu santrallerden çıkan karbonun tutulup yeraltında depolanması da atmosferdeki seragazı miktarını azaltmak için kullanılması planlanan teknolojilerin başında geliyor.
Biyoyakıt konusunda ise karşımıza iki ana problem çıkıyor. Bunlardan ilki dünyanın azalan temiz su kaynakları. Bildiğiniz gibi biyoyakıt tarımının çoğu ciddi anlamda sulama gerektiriyor. Bu yakıtları üretmek karlı bir yatırım olduğundan, ülkemizde olduğu gibi besine yönelik tarım üretimindense biyoyakıt üretimine yönelmek, özellikle yeraltı su kaynaklarının tüketilmesine yol açıyor. Biyoyakıtların ikinci ana problemi ise doğal olarak 1 milyar insanın her gece yatağa aç yattığı bir dünyada her geçen gün biyoyakıtlara ayrılan tarım arazileri alanının artması çok yakın gelecekte sürdürülebilir olmaktan çıkacak olmasıdır.
Peki Ne Kadar Rasyoneliz?
Aralık ayındaki iklim görüşmelerine doğru gidilirken çoğu ekonomik açıdan değerlendirilmiş olan senaryolar gündemde önemli yer işgal ediyor. Bu senaryoların iki temel problemi bulunuyor. Bunların ilki eldeki verilere ve taahhütlere dayanarak geliştirilmiş olmaları. Burada ekonomistleri suçlayamayız çünkü çalışma alanlarının doğası içerisinde verilere bağlı tahminlerde bulunuyorlar ve bu verilerin en önemlilerinden birisi insanın doğası gereği rasyonel davranması. Ancak iklim bilimciler olarak biliyoruz ki insanlar en azından iklim değişikliğinin etkilerinin anlaşıldığı son 20 senedir pek de rasyonel davranmıyorlar. Bu da bizlere, ekonomistlerin ortaya koyduğu iyimser senaryoların gerçekleşme ihtimalinin pek de yüksek olmadığını gösteriyor.
Ama daha önemli temel bir problem; iklim değişikliğine getirilen çözüm önerilerinin sistem yaklaşımından son derece uzak olması. Getirilen önerilerin neredeyse tamamı sadece kendi alanları konusundaki problemleri çözmeye çalışıyor ama durum böyle olunca bir alanda çözülen bir problem bir başka alanda önemli zararlara yol açabiliyor; biyoyakıtlardan enerji üretmenin dünya gıda piyasasında yol açtığı fiyat dalgalanmaları örneğinde olduğu gibi.
Sonuç olarak Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin konuşulduğu oturumda soru sormak için söz alan bir sosyoloğun dediği gibi, gelecek için konan bu hedeflerin tümünün aynı anda gerçekleşmesi imkansız değil, ama şu anda içinde bulunduğumuz paradigma içerisinde bu mümkün değil. İklim değişikliğinin insanlığın ve doğanın geleceğini tehdit etmediği sürdürülebilir bir dünya istiyorsak ufak ayarlamalar yapmak yeterli olmayacaktır. Bize gerekli olan bir paradigma değişikliğidir.