Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fikret Adaman, gıda konusunda yalnızca halihazırdaki problemlere konsantre olmamız durumunda, iklim krizi gibi çok önemli bir gerçekliği kaçıracağımızı söylerken, “Gıda kompozisyonunun içerisine giren malların ekolojik ayakizini azaltmaya yönelik bir değişim çok önemli” diyor.
Sürdürülebilir kalkınmanın en önemli engellerinden biri olan enflasyon beraberinde sosyal adaletsizliği ve yoksulluğu da büyütüyor. İklim değişikliği bağlamının da tam anlamıyla tartışıldığını söylemek zor. Dünyada gıda enflasyonu düşüş gösterirken, Türkiye’deki gıda enflasyonunun bu denli yüksek olmasının ana nedenleri neler?
İlk olarak Türkiye genelinde hane halklarında harcamanın yaklaşık 4’te 1’i gıdaya gidiyor; alt gruplara indiğimizde ise hane gelirinin %35’inin gıdaya harcandığını görüyoruz. Bu çok yüksek bir oran. Gıdadaki enflasyonun yüksek olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla peynirin veya ekmeğin fiyatı artınca bunu anında kaydediyorsun zira bunu hissediyorsun. Gıda kolaylıkla vazgeçebileceğimiz bir kalem değil. Konsere veya tatile gitmeyebilirsin, arabanı değiştirmeyebilirsin ancak gıda almak zorundasın. Bunu not edelim öncelikle. Diğer yandan, gıdadaki enflasyonu analiz etmekte zorlanıyoruz. Zira TÜİK verileri artık güvenilir değil. Belki o kadar hissetmediğimiz mallardaki artış bize bildirilenden çok fazla.
Enflasyon problemini bir kenara bırakırsak, iki noktaya değinmek gerekir: Birincisi, iklim krizinin Türkiye’deki gıda ürünlerinin verimliliği üzerindeki olumsuz etkisi. En önemli nokta bu. Yıllar içerisinde “Dekar başı ne kadar ürün alıyorsun?” sorusunun cevabına baktığımızda çoğu üründe düşüşün olduğunu görüyoruz. Bunun da ilerleyen zamanda yükselerek artacağı tahmin ediliyor. Kimi çalışmalar ana tarım ürünlerinde 2050’lere geldiğimizde sadece iklim değişikliği bağlantılı %10’ları geçen verim kaybından bahsediyor. Arka planına baktığımızda ortalama sıcaklığın değiştiğini görüyoruz. Mevsimsel kaymalar var. Yağışların toplam miktarı azalırken kuvvetli ve kısa süreli oluyor. Toprak suyu yeterince ememiyor. Bir de üzerine sel gibi sıkıntılar yaşanıyor. Hortum, tayfun ve dolu gibi ekstrem hava olaylarının sıklığı ve şiddeti artıyor. Bunların tarımsal üretim üzerindeki etkisi çok yüksek.
Verimlilikle ilgili bir nokta daha var: Türkiye’de toprak verimliliğinin zaten azaldığını biliyoruz. Çok yüksek miktarda gübre, pestisit kullanıldı, kullanılmaya da devam ediliyor. Daha da önemlisi su problemi. Tarımın su kullanımındaki payı çok fazla. Son yıllarda önlem alınmaya çalışıldı ancak vahşi sulama dediğimiz yöntem hâlâ geçerli -ki ne toprak ne de tarım için faydalı bir yöntemden bahsediyoruz. Su yoksulu bir ülke olmaya doğru gidiyoruz. Eskiden Konya Ovası’nda 70 metrede su çıkarken, şimdi 150 metreden su çıkmaya başladı. Bütün bunları görmek lazım.
İkinci nokta ise Zafer Yenal ve Çağlar Keyder’in “Bildiğimiz Tarımın Sonu” isimli kitaplarında gayet güzel anlattıkları gibi 90’ların başında neoliberal rejimin iyice hegemonyasını kurması. Bu süreçte büyük ölçüde devlet tarımdan elini çekti. Devam eden destekler yok değil ama eskiye kıyasla o verilen önemi göremiyoruz artık. Çok az da olsa sayıca, büyük kentlerden kırsala dönenler var. Genelde bunlar emekli olup, bağ bahçe sahibi insanlardan oluşurken, yeni üniversite mezunu birçok genç arkadaşımız kentte kalmak yerine, kırsala gitmeyi tercih ediyor. Ama bunların sayısı çok az. Özetle, tarım arazisinde azalma yaşandı. Tarımda çalışan nüfus da azaldı. Köylere gittiğinizde 50 yaş altında insan görmek çok zor. Bu arada başka parametreler de var. Özellikle Suriyelilerin gelmesiyle birlikte mevsimlik işçi olgusu önem kazandı.
Genele baktığımız zaman, makineleşme, monokültüre geçme, yüksek gübre ve pestisit kullanımı var. Çoğunlukla toprağı dinlendirmiyorsun. Ekolojik/organik tarımda birtakım gelişmeler olmadı değil. Ama oran olarak düşük. Türkiye tarımı çok ciddi bir dönüşümden geçti ve de geçiyor. Tüm bunların yanında Türkiye’nin nüfusu da artıyor. Resmi rakama göre 85 milyonluk bir nüfusumuz var. Buna mülteciler dahil değil. Resmi statüde olanları ve kaydı olmayanları da eklediğinde, ki buna da 10 milyon desek, nüfus 95 milyona çıkıyor. Bir ürünün sahip olduğun nüfusa yetip yetmediğini anlamak için, örneğin buğday, kişi başı buğday kilogramına bakıp, öyle bir değerlendirme yapmak gerekiyor. Az sayıda üründe kişi başına üretimde durum sabit ya da artmış; ama çoğu üründe azalma var. Çok benzer bir tablo hayvancılıkta da karşımıza çıkıyor. Diğer yandan ormansızlaşma artıyor. Bir de belki şunu eklemek gerekir: Gıda meselesinde ithalata gittiğinde bunun ciddi bir ulaştırma maliyeti karşımıza çıkıyor.
Sonuç olarak, neoliberal politikalar ve iklim değişikliği kıskacı arz üzerinde olumsuz etki yarattı ve yaratıyor. Nüfus artıyor, gıda arzı aşağıya iniyor. Gıda mallarının kolay ve ucuz bir şekilde yurt dışından getirtilemediği de düşünüldüğünde, talep-arz farkı fiyatların yüksek seviyelerde gitmesine neden oluyor. Temel problem bu. Daha ince analizlerle de, örneğin tedarik zinciri üzerinden de bakmak gerekiyor. Bu zincirde aracı kesimlerdeki tekelleşme durumlarının tarla çıkış ile market satış arasındaki farkı açacağını biliyoruz.
İklim değişikliği ve bu bağlamda iklim dostu beslenme üzerine de konuşacağız ancak kamu desteklerinin kesilmesi üzerinden devam etmek isterim. Bahsi geçen destekler kesildiğinde tarım üzerinden nasıl etkiler yarattı?
Genel olarak bu iş piyasaya bırakıldı. “Dünyanın diğer köşelerinde bu politikalar izleniyorsa Türkiye de bu politikaları izlemeli” fikri hayata geçirildi. Dünya Bankası projesi ile bunun altlığı da hazırlanmış oldu. Verilmekte olan desteklerin önemli bir kısmı kaldırılınca tarım eskiden olduğu kadar ekonomik anlamda güvence sağlamıyor. Bu durumda kimi üretici elindeki tarımsal alanları satmaya yöneldi. Kasabaya, ilçeye, gidebiliyorsa büyük şehre göç etti. Daha farklı iş kollarında çalışmaya başladı. Yukarıda çizdiğimiz resmin arka planı budur.
Tarımda bir sel, don, dolu gibi aşırı hava olayları olduğunda, arkanda destekleyici bir mekanizma yoksa eğer, gelirine ciddi darbe gelir. Bugün, bunu özel sigortalarla çözmeye çalışıyorlar ama sigorta yaptıramayan birçok küçük üretici de var. Burada yapısal bir problem olduğunu görmek lazım. Küçük üretici sigorta yaptıramıyor, bir doğal felaketten darbe yiyince daha da küçülüyor ve bu süreç bu şekilde ilerliyor. Özetle, kamusal desteğin çekilmesinin tarım kesimi üzerindeki etkisi çok yüksek oldu.
Bir de tabii son yıllardaki madencilik ve sürdürülebilir enerji yatırımlarını da hesaba katmak lazım. Çoğu durumda tarım arazilerine doğrudan tehditten bahsediyorum. Yine tarım arazilerinin genişleyen şehirlerin ve yazlıkçıların talebi kapsamında inşaata açılması bir başka tehdit. En başta bahsettiğim gibi, rakamlara bakınca tarım arazilerinin azaldığını görüyorsunuz. Türkiye’nin alanı belli, orası değişmiyor; ama tarım arazisi azalıyor. Bu sektörde çalışan nüfus da azalırken genel nüfus artıyor. Dolayısıyla kişi başına karşılık düşen tarım ürünlerinin üretim rakamlarına baktığımızda, çoğunlukla bir düşüş görmekteyiz.
Avrupa ve hatta ABD’de -ki ABD daha neoliberal politikaların merkezinde- tarım kesimine ciddi destekler var. Buradaki amaç bu insanların kendi başına var olması ve ayakta durması. Birtakım eksikliklerini dışarıdan karşılayabilirsin elbet ancak eğer coğrafyan müsaitse ve kırsal alanda kalmaya niyetli bir nüfusun varsa kendi yiyeceğini kendi topraklarından çıkarmayı tercih edersin. Unutmayalım, çoğu gıda ürününün nakliyesi meşakkatli ve maliyetli. Bu destekler sadece parasal anlamda değil. Ürün yelpazesinin ne olması gerektiği, teknik konular, pazarlama ve iklim krizi gibi farklı konularda destek vermeyi de kapsıyor. Bunlar Türkiye’de hiç yok demeyeceğim ama gidip sahaya baktığımızda bu tür desteklerden yararlanabilenlerin oranının düşük olduğunu gözlüyoruz. Bu da önemli bir kriter.
Netice itibarıyla deposunda soğan tutan insanı cezalandırarak bu işi çözemiyorsunuz. Türkiye’de gıda piyasa yapısı nasıl işliyor, ona da bakmak lazım. En son söylemek istediğim bu. Sonuçta, tarım, ürünlerinin niteliği gereği standart bir piyasa değil. Çok katmanlı bir yapı. Bu katmanlı yapı nasıl çalışıyor; maalesef, bu konudaki çalışma sayısı oldukça az. Eğer piyasada önemli oyuncular alıcı pozisyonunda ise ve bunlar bir şekilde kendi aralarında el sıkıştılarsa, gücünü kullanıp daha düşük fiyatla alıp, yüksek fiyatla tüketiciye de yansıtıyor olabilirler.
İklim değişikliğinin Türkiye’deki etkilerini de eklediğimizde, sizin de bahsettiğiniz gibi, gıdaya dair yaşadığımız sorunların katlanacağını görüyoruz. Burada öneriler daha çok iklim dostu/klimataryen beslenmeye yönelik oluyor. Bu önerilerin Türkiye’deki gıda enflasyonunu azaltmada bir rolü olabilir mi?
Tabii ki olur. Türkiye’de yaşayan herkes yarın vejetaryen olduğunu söylerse oldukça bir etkisi olur. Seragazı emisyonu ve su kullanımı azalır ciddi ölçüde. Sağlık üzerinde olumlu etkileri olur. Özellikle et üretimi oldukça fazla su kullanıyor. İklim dostu beslenmeyi gündeme almak şart. Gıda kompozisyonunun içerisine giren malların ekolojik ayakizini azaltmaya yönelik bir değişim çok önemli.
Şu an bulunduğumuz noktada kabaca 2500 kaloriyi alıyoruz bir şekilde. Belki de nüfusun yarısı, o 2500 kalorinin büyük bir kısmını karbonhidrattan alıyor. “Gıdanın içerisinde pestisit kalıntısı var mı yok mu?” tartışmasını bir kenara bırakırsak, ki bu tartışmada “lüks” kaçıyor olabilir, kompozisyon değişiyor. Son dört yıldır ekonomide en önemli gelişmelerden biri gelir dağılımının bozulması. Yukarıdaki %20, Türkiye’nin gelirinin %50’sini alırken, aşağıdakiler gelirden daha az almaya başladı. Her şeyden kısıldığı gibi gıdaya ayıracağı parayı da kısmak zorunda kaldı alt gelir kesimleri. Bir de gıda enflasyonu yüksek. Bu durumda da aşağıdaki kesim kompozisyon değiştirecek. Peynir yemeyecek, süt içmeyecek, protein az alacak. Bunun etkisi iki ay sonra çıkmaz, çok uzun yıllar sonra çıkacak. Bu konuda da kapsamlı bir çalışmamız yok. Biraz günlük pratiklere bakarak hissiyatımız oluşmuş durumda.
Öbür taraftan sırf bugünün problemine konsantre olursak, iklim krizi gibi çok önemli bir gerçekliği kaçırıyoruz. İklim krizini lükstür diyerek bir kenara koymamak lazım. Her alanda ne yapılabilir sorusunu soruyorken, gıda konusunda da bu işin altını çizmeliyiz. İklim krizini sırf seragazı emisyonu bağlamında değil, su tüketimi ya da toprağı ne kadar yorduğumuz açısından da değerlendirip ekolojik ayakizimizi azaltmamız gerekiyor. Bunun bir alt başlığı da “Niye salatalığı ya da biberi 12 ay yemek istiyoruz?” sorusunu sorabilmemiz. Antalya’da serada üretip kamyona koyup İstanbul’a getirebiliyoruz ama bunun maliyeti nedir? Belki de birtakım ürünleri 12 ay yememeyi göze almalıyız. Daha yerel, mesela 100 km çapında, ürün almayı da bir parametre olarak değerlendirmeliyiz. Bir diğer alt başlık da gıda israfı.
Kabaca ürettiğimiz ürünün 1/3’ü değişik safhalarda çöp oluyor. Mutlaka bunu azaltmaya yönelik de çaba harcamamız lazım. Zor bir denklem var. Bir yandan sağlıklı gıdaya ulaşım önemli, diğer yandan da bu işleri ekolojik ayakizimizi azaltarak yapmaya çalışmamız gerekiyor.
Bu yazı, ekoIQ’nun 113. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.