Türkiye’deki umutsuzluk ve belirsizlik ikliminin de çoğu insana bir şeyleri değiştirebilecekleri inancını kaybettirdiğinin farkındayım. Ama korkuya, endişeye, yas duygularına teslim olmak zorunda değiliz. İklim değişikliği varoluşsal bir kriz olsa da elimizde birçok çözüm var ve hâlâ bu çözümleri uygulamak için geç değil.
YAZI: Gökçe ŞENCAN, İVME Hareketi
Türkiye’de bugünlerde kaygısız bir hayat sürmek özellikle gençler için pek mümkün değil. Ekonominin kötüleşmesiyle ortaya çıkan enflasyon krizi, zengin azınlıkla ülkenin geri kalanı arasındaki gelir uçurumunun açılması, sosyoekonomik imkanların her geçen gün daralması, konut fiyatlarının ve kiraların olağanüstü artışı birçok kişiyi anlaşılır bir şekilde, içinden çıkılması imkansız bir gelecek kaygısı sarmalına sürüklüyor. Çalışmaya henüz başlamamış ya da kariyerinin başında olan 30 yaşından genç bireyler içinse belirsizlik ve güvencesizlik hisleri daha da ciddi ve endişe verici bir boyuta ulaşmış durumda. Deloitte şirketinin her yıl Y ve Z kuşağıyla yaptığı ankete göre neredeyse her üç Y ve Z kuşağı üyesinden ikisi ay sonunu getiremediğini söylerken her 10 kişiden yedisi kendini maddi açıdan güvende hissetmiyor. Kendini her zaman veya çoğu zaman endişeli hisseden gençlerin oranıysa %50’den fazla. Toplum düzeyinde yaşanan psikolojik sağlık krizinin temellerini anlamak ve çözüm üretebilmek için müdahale politikalarını hem kaygıların zihinsel ve duygusal temelini kavrayarak hem de iklim krizinin toplumsal psikolojiye etkilerini öngörerek şekillendirmemiz gerekiyor.
İklim krizi belki Türkiye’deki diğer sorunlara kıyasla toplumun çoğunluğu tarafından aciliyeti olmayan ve diğer sorunlardan bağımsız bir konu olarak görülse de bu varsayım doğru değil. İklim krizi aslında hem sorunun hem de çözümün yadsınamaz bir parçası fakat bu bağlantıyı daha iyi görebilmemiz için gençlerin mevcut durumda hissettikleri, hem anksiyeteyi hem de depresyonu besleyen iki duygunun temellerini anlamamız gerekiyor: Güvenlik eksikliği ve gelecek belirsizliği.
Güvenlik eksikliğinin gençlerin psikolojisiyle ve iklim kriziyle bağlantısını daha iyi anlamamız için Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisine bakabiliriz. Teoriye göre insanların bütün ihtiyaçları aynı öneme sahip değildir. Örneğin yeme, uyuma, nefes alma, ısınma ve barınma gibi ihtiyaçlarımız yeterli bir şekilde karşılanmadığında genellikle başka bir şey düşünemez oluruz (Hatta siz de benim gibiyseniz acıktığınızda daha kolay sinirleniyor ve yemekten başka bir şey düşünemiyor bile olabilirsiniz). Bu ihtiyaçların hızlıca karşılanamaması bazı durumlarda ölümcül dahi olabilir. Fizyolojik ihtiyaçlarımız az çok karşılandığındaysa güvenlik ihtiyacımız öne çıkmaya başlar. Bu ihtiyaç yalnızca asayiş anlamında değil, sağlıksal ve maddi anlamda da bir güvence arayışına işaret eder. Hiyerarşinin geri kalanında aidiyet (Sevmek ve sevilmek, aile, arkadaşlık), saygı ve kendini gerçekleştirme (Hayatı anlamlandırma olarak da düşünülebilir) ihtiyaçları da yer alıyor. Ama fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçları yeterince karşılanmamış biri bunlar gibi daha manevi ihtiyaçları muhtemelen önceliklendiremeyecektir.
Maddi ve Manevi Bir Tehdit Olarak İklim Krizi
Peki, iklim krizi bu hiyerarşideki dengeyi nasıl bozabilir? Zaten birçok kişi mevcut koşullarda gıda, barınma, ekonomik güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırken iklim krizi, tüm bu endişelerin üstüne bir belirsizlik ve risk tabakası daha ekliyor. Örneğin beklenmeyen ağır bir kuraklık buğdayları tarlada, zeytinleri dallarında kurutabilir; gıda fiyatlarını daha da yükseltebilir. Kuraklık sonucunda yaşadığımız şehre su kısıtlamaları getirilebilir. Daha önce görülmemiş büyüklükte bir orman yangını evimizi küle çevirebilir, aşırı yağmur sonrası yaşanan bir sel felaketi canımızı tehdit etmenin yanında tüm mal varlığımızı alıp götürebilir. Yoksul bir aile, ağır bir kış fırtınası sırasında evini sıcak tutmakta zorlanabilir. Kalp, solunum veya şeker hastalığı olan ve klimasız bir ortamda çalışan biri aşırı sıcak bir havada kalp krizi geçirebilir ve hayatını kaybedebilir. Bunlar aklıma gelen birkaç örnek.
Maddi ve sağlıksal güvenlik, beslenme, barınma, ısınma ve serinleme gibi temel ihtiyaçları iklimsel felaketler tarafından tehlikeye atılmayacak azınlıktakiler dahi manevi bir tehditle karşılaşacak. Çünkü iklim krizi, acı verici çevresel çöküntülere de yol açacak. Örneğin Marmara Denizi’nde müsilaj krizi, Ege ve Akdeniz’de orman yangınları, Tuz Gölü’nde toplu flamingo ölümleri yaşandığında, diğer canlıların can çekiştiği görüntüleri gördüğümüzde birçoğumuz derin bir hüzün yaşadık, kaybettiğimiz doğal güzelliklerin yasını tuttuk. Solastalji olarak adlandırılan bu duygu “evimizdeyken evimizi özlemek” olarak betimleniyor ve çevremizdeki ekolojik koşullar kötü yönde değiştiğinde ortaya çıkıyor. Yazın kıyısında piknik yaptığımız denizin gözümüzün önünde ölmesi, yaşadığımız yeri her yıl ziyaret eden kuşların artık gelmemesi, yürüyüş yaptığımız ormana döndüğümüzde ağaçların yanmış veya kesilmiş olduğunu görmemiz… Bu gibi durumlarda hissettiğimiz psikolojik yıpranma, kayıp ve yas duyguları temel ihtiyaçlarımızın ötesinde ve daha manevi bir seviyede oluyor. Çevresel felaketlerin büyük bir kısmı insanların ve devletin ihmali ve doğaya kayıtsızlığından dolayı gerçekleşmiş olsa da iklim krizi bu felaketlerin hem sıklığını, hem büyüklüğünü, hem de şiddetini artıracak ve hepimiz bu yas duygusunu daha sık ve derinden hissedeceğiz.
Ekoanksiyete: İklim Krizi Gelecek Kaygısıyla Birleşince
Gelelim ikinci duyguya. Gelecek belirsizliğini ve bu belirsizliğin beraberinde getirdiği anksiyeteyi yaşadığımız modern hayatın bir bedeli, evrimsel sürecin nahoş bir armağanı olarak da düşünebiliriz. Beyinlerimiz on binlerce yıllık bir süreç içinde evrimleşirken 21. Yüzyılda karşılaşacağımız endişeleri ve belirsizlikleri muhtemelen öngöremedi.
Medeniyetin yükselişinden önce atalarımızın aklında kira, fatura, araba taksiti veyaişsiz kalma gibi geleceğe yönelik ve beş duyumuzla algılanamayan korkular yoktu. Onun yerine gruptan dışlanma, aç kalma veya av olma gibi anlık gerçekleşen ve tek basamaklı olaylar varlığımızı tehdit ediyordu. Bir çözüme ulaştığımızda da ihtiyaçlarımızın karşılandığını hızlıca görebiliyorduk. Geciken bir kira veya birikmiş bir borcu çözmemizse bu kadar kolay değil ve uzun vadeli planlamayı, düşünmeyi gerektirebiliyor. Barınma, sığınılacak bir ağaç kovuğu bulmaktan öteye geçip belki aylar süren bir bütçeye uygun ev arama projesine dönüşüyor.
Beynimizdeki stres ve korku mekanizmaları ağaç kovuğu bulmamız gereken bir dünyaya başarıyla uyum sağlamıştı ama günümüzde kendim dahil birçok insanın hayatını daha da zorlaştırıyor, çünkü çoğu uzun vadeli olan belirsizliklerin ve tehditlerin şu anda gerçekleştirdiğimiz eylemlerle çözülüp çözülmeyeceğini bilmiyoruz. Çözülmemiş sorunlar ve karşılanmamış ihtiyaçlar aylarca, yıllarca aklımızda dururken yaşamaya devam etmeye çalışıyoruz. Bu yüzden Türkiye gibi belirsizliklerle dolu sosyoekonomik ve politik bir süreçten geçen bir toplumda, özellikle de geleceğinde daha fazla bilinmeyen unsurlar olan, yaşam koşulları daha güvencesiz gençlerde anksiyete seviyesinin yüksek olması şaşırtıcı değil. Tüm bu faktörlerin üstüne, iklim krizi sebebiyle hayatımızdaki belirsizlikler ve kaygı unsurları daha da artacak. Çünkü bu kriz, tanıdığımız dünyadan bilinmeyen ve öngörülemeyen bir gerçekliğe geçişi, dünyayla ilgili temel varsayımlarımızın sarsılışını ve daha fazla belirsizliği beraberinde getiriyor. Yeni belirsizlikler de gençlerin halihazırda yaşadığı anksiyeteye yeni bir “ekoanksiyete” katmanı ekliyor. Bulgular gençlerin aklında geçim kaygılarının yanında iklim krizinin de büyük bir yer tuttuğunu gösteriyor. Yine Deloitte anketine göre gençlerin %70’inden fazlası iklim eylemi konusunda dünyanın kritik bir eşikte olduğunu düşünüyor, %80’inden fazlası son 12 ayda en az bir şiddetli hava olayından bizzat etkilendi, %90’ıysa çevreyi korumak için çaba sarf ediyor. Bunlara karşılık, 10 gençten dokuzu hükümetin iklim değişikliğiyle mücadele etme konusunda kararlı olmadığını düşünüyor. Özet olarak Türkiye’de gençlerin ciddi bir kısmı hem iklim krizinin hayatlarındaki etkisinin hem de mevcut hükümetin bu krizi önceliklendirmediğinin farkında.
Gençlerin özel sektör konusundaki düşüncesi de çok olumlu değil, zira %70’i işletmelerin topluma olumlu bir etkisi olduğunu, %90’ından fazlasıysa büyük şirketlerin iklimle mücadeleye dair kayda değer bir katkı verdiğini düşünmüyor. Gençler çalışacakları yerin de güçlü bir vizyonunun ve amacının olmasını istiyor. Özellikle Z kuşağı mensupları çalıştıkları yerin toplum üzerinde olumlu bir etkisi olmasını önemsiyor. Buradan da gençlerin yaptıkları işte yalnızca maddi değil, manevi ihtiyaçlarını da karşılamak istediklerini, daha fazla anlam aradıklarını çıkarabiliriz.
Yeşil Adil Dönüşüm (Eko) Anksiyeteye de Çözüm Olabilir
İklim krizi durdurulamadığı sürece iklim felaketleri ağırlaşmaya ve sıklaşmaya devam edecek. Bu kriz derinleştikçe toplumsal psikolojiye yansımalarını daha sık görmeye başlayacağız, özellikle de en ağır etkilerini hayatının büyük bir kısmında deneyimleyecek gençlerde. Ama bu psikolojik yükü gençlerin sırtına yüklemek büyük bir hata olur, özellikle zaman aleyhimize çalışırken. Sorumluluktan kaçmak yerine gençlerin beklentilerini anlayarak iklim krizine karşı harekete geçebilir, ülke genelinde bir yeşil adil dönüşüm başlatabilir, geleceği parlak yeni yeşil iş kolları ve sektörler yaratabilir, mevcut yeşil sektörlere yatırımları artırabilir ve gençleri bu alanlara yönlendirebiliriz. Böyle bir atılımın gerçekten etkili olabilmesi için yalnızca birkaç politika olarak düşünülmemesi, karşılaştığımız varoluşsal sorunun adeta bir milli seferberlik olarak görülmesi gerekiyor. Bu atılımın tek olumlu etkisi sağlanacak iş olanaklarıyla yaratılacak maddi güvenlik de olmayacak. Yeşil adil dönüşüm gençlerin işlerinde anlam bulmasının, topluma faydalı olduğunu hissetmesinin, çözümün bir parçası olmasının da anahtarı olabilir.
Yazıyı bitirirken kendi deneyimimi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Şu ana kadar “gençler”den üçüncü şahıs olarak bahsettim ama aslında ben de Y kuşağının bir üyesiyim ve akranlarım gibi geleceğimle ilgili birçok kaygım var. Kaygılarım genellikle gündelik hayata dair. Ama kaygılarım birçok zaman iklim krizinin sebep olduğu yıkımı, felaketleri, nesilleri tükenen canlıları ve dünyanın dört bir yanında acı çeken insanları alanım gereği yakından takip etmemden de kaynaklanıyor. İşimin üzerimde yarattığı psikolojik yükü inkar edemem ama her sabah beni bilgisayarımın başına oturtacak gücü de bu konuda etki yaratabilecek bir konumda olmaktan alıyorum. Bu alanda çalışıp üretmek (Bu yazıyı yazmak gibi), hissettiğim kaygı ve endişelerle baş etmemi ve hayatımı anlamlandırmamı, zor anlarda enerji bulmamı sağladı.
Yanlış anlamayın, ben de kariyerimin oldukça başındayım ve tek başına hiçbir şeyi değiştiremem. Türkiye’deki umutsuzluk ve belirsizlik ikliminin de çoğu insana bir şeyleri değiştirebilecekleri inancını kaybettirdiğinin farkındayım. Ama korkuya, endişeye, yas duygularına teslim olmak zorunda değiliz. İklim değişikliği varoluşsal bir kriz olsa da elimizde birçok çözüm var ve hâlâ bu çözümleri uygulamak için geç değil. Buradaki en büyük sorumluluk, iklim krizinin yükünü bir sonraki nesle yıkmayı reddedecek, eyleme geçecek, toplumun ihtiyaçlarını ve beklentilerini karşılamaya hazır bir ülke yönetiminde ve önceki nesillerde yatıyor. Onlar harekete geçene kadar eylemsizliğin bir seçenek olmadığını hatırlatmak da şimdilik bize düşüyor.
Derginin tamamına buradan erişebilirsiniz.