SALT’ın Araştırma ve Programlar Direktörü Meriç Öner ve Kamu Programları Yönetmeni Onur Yıldız ile SALT Beyoğlu’nda Cooking Sections ile beraber yaptıkları İklimcil: Mevsimler Sürüklenirken sergisini konuştuk. SALT, uzun süredir yürüttüğü iklim krizi konulu çalışmalarına bu sergiyle devam ediyor.
Röportaj: Burcu GENÇ
Son dönemde sanatın neden Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nda yer almadığına dair süregiden bir tartışma bulunuyor. Diğer yandan iklim eylem planlarında sanatın ve dolayısıyla da kültürün adı geçmiyor. Sanatın gücü, aslında insanları sarsması ve derin kalıcı etkiler bırakması. Siz neler düşünüyorsunuz?
Meriç ÖnerMeriç Öner: Genelde şöyle bir zorluk yaşıyoruz; sanat dediğimizde çok geniş bir alandan söz ediyoruz. Onun bir altını çizmek gerektiğini düşünüyorum. Şimdi bir sergi üzerinden konuşacağız. Konuşacağımız serginin zaten bütün meselesi bu ve üstüne üstlük bizim bu işi çalıştığımız ekibin dünyada eşzamanlı yürüttüğü kapsamlı bir proje var ve ismi: Climavore(*). Biz Türkçe’ye “iklimcil” diye çevirdik. Başka işler de yapıyorlar ama Climavore, hem iklimin artık tartışılmasının önlenemez bir konu olduğunu bilerek yola çıkıyor ama aynı zamanda daha pratikte işleyebilecek ve bir günlük olmayacak bir şey olduğunu ifade ediyor. Bunun altını çiziyorum yani bir anlık bir karşılaşmanın ötesinde bir iz bırakmayı tartışma veya belki hatta üretim bırakmaya özeniyor.
Burada bahsettiğim sanatı bölmek değil. Lakin sanatın işlediği ortamlar çoklu. SALT gibi bir kültür kurumundan söz ettiğimizde kar amacı gütmeyen, topluma mutlaka kendi ilgi alanlarından, kendi kapasitesinden seslenen, toplumla konuşmaya niyetli bir yerden bahsediyoruz. Bugün bir tarafta “Contemporary İstanbul” gibi fuar üzerinden dönebilecek bir sanat ortamı var, kesinlikle %100 birbirlerinden ayrışık ortamlar değiller ama neticede onları var eden mekanizmalar birbirinden farklı. SALT’ı var eden mekanizma aslında son zamanlarda özellikle de altını çizdiğimiz ve kurucusu olan Garanti BBVA. Garanti BBVA, kendi hayatında, akışında, yöntemlerinde iklim değişikliğini kritik bir noktaya koydu. SALT zaten bir kurum olarak en başında özellikle bir kültür kurumu olarak “Biz neyi koruyacağız?, Neyi konuşacağız? Bizim alışık olduğumuz müze yaklaşımından farklı olarak biz nesnelere mi sahip çıkmaya çalışacağız?; yoksa bilgiye mi sahip çıkmaya çalışacağız?” gibi konuları dert ederek kurulmuş on sene önce kurulurken. Bizim için arşiv değerli bir birikimdir. “Biz bugünü anlamak için geçtiğimiz son yüzyılı çözmek istiyoruz” gibi sorular yatıyor altında. Bunlar hep ekolojiyle çok içkin sorular. Biz, bir depoda bir takım nesnelere sahip çıkmak üzerine mi kafa yoracağız; yoksa biz bu coğrafyanın ürettiği, göz ardı ettiği farklı bilgileri birikimleri mi görünür kılmaya çalışacağız ve bunlara sahip çıkacağız.
Sorduğunuz soru büyük bir soru ama bütün bunlarla birlikte SALT’ın kendi içindeki akışına uygun daha noktasal bir cevap olarak şöyle diyebiliriz: İklim meselesi aslında adım attığımız her yere bir şekilde kendini var ediyor. Bir vitrini yeniden üretecek miyiz? Ahşaptan, camdan yaptığımız bir şeyi tekrar üretecek miyiz? Sorular buraya kadar gidiyor. İklim kriziyle mücadelede çeşitli biçimlerde pek çok yol söylenirken, belki zaman zaman burası özelinde atlanılan pek çok nokta var. Ama bunu böyle toptan sanatın dışarıda bırakılmışlığı gibi değil, aslında kişilerin -üreten kişilerin- ve kurumların inisiyatiflerinin buna ne kadar müdahil olmaya niyet ettiğiyle ilgili olduğunu da düşünüyorum. Yani birileri sizi dışarıda bırakamaz. Siz aslında orada farklı bir kapı aralamak isterseniz her zaman imkan bulursunuz. SALT’ında buna özellikle dikkat ettiğini ve değerlendirdiğini söylemek mümkün.
O zaman 10 yıl öncesinde aslında başladığınız zamanda iklim değişikliği hep SALT’ın gündeminde vardı.
Meriç Öner: Burada bunu hep bir eşik noktası olarak koyuyoruz. Zaten bu yapıda arkada bir soru var, demin söylediğim gibi. Kültür kurumları nesnelerden mi sorumlu, bilgiden mi sorumlu, gelecekten mi sorumlu, geçmişten mi sorumlu. Bu hep tekrar tekrar sorulması gereken sorulardan biri -tek bir cevabı olduğu için değil-.Örneğin; zaten iklim değişikliği üzerine süreklilik gösteren “Bu Son Şansımız mı?” programına ilk defa 2015 yılında başladık. Paris’te yapılan COP21 ile eş zamanlıydı. O dönem zaten küresel çapta sanat kurumlarının konuyla ilgili çeşitli filmler gösterdiği büyük bir program örgütlenmişti. SALT’ta buna çeşitli film gösterimi ve tartışmalarla katılmıştı. Sonraki senelerde -hatta EKOIQ’nun de katıldığı- bir günlük bir fuar, bu gösterimlerle birlikte organize edildi. Farklı farklı biçimlerde, hem “Bu Son Şansımız mı?” film programı bir bakıma gelişerek devam etti hem geldiğimiz noktada kurum bünyemizde yapış biçimlerimizi sorguladık hem de bir süre sonra bir şeyin sürekliliğinin de çok belirleyici olabildiğine tanık olduk.
“Bu Son Şansımız mı?” programı kapsamındaki film gösterimlerine ilk başladığımızda çok daha az sayıda kişi merak ediyor ve katılıyordu. Bazı konularda biraz iddialı olmak gerekiyor ya da daha doğrusu ısrarcı olmak gerekiyor. Bu, o konulardan biridir. Hem İstanbul’da hem Ankara’da gösterimlere devam ettik. En son geçtiğimiz sene de Garanti BBVA ile bir ortaklık yaparak bu filmleri çevrimiçi sunuma açtık. Bütün bu adımlar, aslında bir bakıma ne kadar çok ısrar ederseniz, o kadar çok onun çevresinde bir ortam kurabildiğinizi gösteriyor. Çünkü başta belki çok daha az kişiyle temas ettiğimiz bir programken sonrasında özellikle demin söylediğiniz sanatın belirli yerlerde daha etkin olma hali, son dönem belgesel filmlerinde kendini çok gösteriyor. “Bu Son Şansımız mı?” bundan besleniyor. Çünkü hem çok fazla coğrafyayı aynı anda inceleme hem de şu anda üretilen yapımları, güncel olan konuları ve dönüşümleri takip etme imkanı sağlıyor. Böyle bir eğiliminiz de varsa, doğal olarak birçok konuya da sızması mümkün oluyor.
Tarih taramalarındaki vaka çalışmaları etkileyici. Endüstrileşmeyle beraber insanın doğaya hükmettiği ve ondan ayrı olduğunu düşünmeye başlaması, doğadan uzaklaşmasına ve doğaya bir servis sağlayıcısı muamelesi yapmasına neden oluyor. Doğaya yapılan her şey aslında insana geri dönüyor. Örneğin; sizin “exhausted” dediğiniz bölümünde yansıttığınız gibi.
Meriç Öner: Projenin her şeyden önce çıkış noktası, bu coğrafyada tarihsel olarak yeme içme pratiklerinin iklimle ilgili nasıl dönüştürücü olduğunu, iyi ya da kötü anlamda araştırmaktı. Sergiyi biz Cooking Sections ekibiyle yaptık. Ekip, en az beş senedir climavore/iklimcil tartışmasını sürdürüyor. Ancak çok kritik bir yaklaşımları var. SALT’a yakın bulduğumuz için onları bu araştırmaya dahil ve davet ettik. Sonunda birlikte ürettiğimiz bir şeyi ortaya koyduk.
Biz iklim gibi bir konuyu konuşurken bir “andan” çok bütün gezegeni etkileyen bir “şeyden” konuşuyoruz. Diğer taraftan ise bulunduğumuz yerlere göre, yaşadıklarımız, yaptıklarımız ve alışkanlıklarımıza göre birbirinden çok farklı etkilerimiz var; tetikleyici olmak, iyileştirici olmak veya tam tersi zorlayıcı olmak gibi.Cooking Sections’ın Climavore projesinin enteresan tarafı da; İskoçya’da bir adada başlaması. İskoçya’da bir ada ama sonrasında dünyanın her yerine gittiklerinde oranın hem iklimin bildik koşulları hem de yeme içme pratiklerinin o koşulları nasıl dönüştürdüğünü farklı katmanlarda araştırıyorlar. Biz kapsamlı bir işe girişmek istedik ve üç sene süren bir araştırmayla bu sergiyi derledik.
Toplamda beş vakanın altında, biz bugün Türkiye’nin koşullarında kritik neyi konuşabiliriz; yiyeceği hem üretme hem tüketme perspektifine koyduğumuzda iklimle ilişkisini nasıl tarif edebiliriz diyerek yola çıktık. Asıl motivasyonumuz, gündelik hayatta bir bakıma bizim müdahilliğimizi görünür kılmak, ama bunu anlarken de coğrafyayı tarihten bağımsız konumlandırmamak. Daha doğrusu kültür, hepsi bir arada bir takım alışkanlıkları inşa ediyor. Onları sökmek için Cooking Sections’ın farklı biçimlerde yani toprak dediğimizde, su dediğimizde, hava dediğimizde bir bakıma bilimsel farklı bileşenleri nasıl ayrıştırabileceğimizi birlikte tartışarak ve buna çok ciddi bir uzman ekibini dahil ettiğimiz bir çalışmayla sonuçlandı. Motivasyonun kendisi bütün bu yiyecek üretme ve tüketme alışkanlarının bir tarafta geçmişten neleri tetiklediği, bugün mevcut haliyle neleri belki rayından çıkardığı dolayısıyla da Cooking Sections’ın net gelmek istediği nokta bugünden itibaren başka türlü nasıl davranabileceğimiz. Bunlar çok küçük jestler olabileceği gibi zaman içerisinde daha yaygın hareketler de olabilir. O alışkanlık kısmını birazcık yerinden oynatacak bir şeylere azıcık kaldıraç olmayı tercih ediyorlar, bunu da bir bakıma yine yerel partnerlerle, karşılığında onların burada olup olmadığı fark etmeksizin, illa onların liderliğinde olmayan bir şekilde şekillendirmeye çalışıyorlar.
Yuvam Dünya ile Konda’nın yaptığı İklim Değişikliği Algısı raporuna göre Türkiye’de en çok endişe duyulan konulardan biri de kuraklık. Serginin girişinde ziyaretçileri 1850’li yıllarda yaşanmış kuraklık olaylarına değinen eserler karşılıyor.
Onur Yıldız: İklimcil projesinin en temel sorusu aslında iklimler insan eliyle değişirken, “nasıl yemek yemeliyiz” idi. Burada da önemli nokta, şu anda yaşadığımız iklim değişikliğinin dünyanın kendi döngüsü içindeki değişiklikten buzul çağların gelip gitmesinden farklı bir şey olduğu. İnsan eliyle dönüştürülen bir iklim değişikliği yaşıyoruz. Burada insanın rolü, insanın özneliği önemli. Bu vurgunun altını çizmek lazım çünkü insanın kendine dair talepleriyle, kendine dair istekleriyle biçimlendirdiği bir değişiklik bu. İkincisi de bu değişiklik olurken iklimler değişirken, verilebilecek birçok cevap var. Artık olan oldu, her şey bitti; insan ve canlıların soyu tükeniyor gibi bir alarmcı, bir kıyametçi yanıt da var. Ama diğer yandan da olabildiğince var olan alanlarda bu değişikliği daha az canlı hayatına etki edeceği biçimde karşılamak; ona dair çözümler bulmak ve öneriler geliştirmek gibi bir yanıt da var. Belki Cooking Sections pratiği böyle yorumlanabilir. İnsanın sorumluluğunu kabul edip var olan koşullar altında yapılabilir olanları gözetme, düşünme, onun üzerine öneriler geliştirme gibi.
Serginin geneli aslında bu sorudan ve bu tür bir öneriden biçimleniyor diyebiliriz. Serginin giriş kısmında yer alan kuraklıkla ilgili bölüm ise iklim değişikliğinin insan eliyle olan veya insan eliyle olmadan önceki dönemlerde de insan hayatına doğrudan etki eden safhaların kayıtlarını tutmak üzerine ve bu topraklarda aşırı iklim olaylarının ne gibi izler bıraktığı üzerine oluşturuldu. Bu olayların izlerinin nasıl sürülebileceği, daha uzun dönemli mevsimsel değişikliklerle yani mevsimlerin dönüşümüyle ilişkisi ve bunların her dönemde toplumsal ve siyasal düzenler bakımından nasıl karşılandığı, nasıl anlaşıldığı, yönetildiği meselesine bakıyordu. Orada sergilenen ağaç fosil ve yaprak fosilleri, İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden ödünç aldığımız ürünler. Bu meselenin en başında onlarla konuşmaya başladık çünkü onların orman fakültesindeki bir ekibin ağaç halkalarının kalınlıklarını inceleyerek o bölgedeki yağış miktarını tahmin eden çalışmalar yürüttüğünü öğrendik. Yaklaşık 900 sene geriye götürülebilen projeksiyonlar yapabiliyorlar. Böylelikle kuraklıklar, yangınlar gibi o bölgede iz bırakmış olayların tarihini ağaçlardan okumak mümkün. Bu meteoroloji öncesi dönemde iklimin, mevsimin, mevsimsel ve iklimsel değişikliklerin nasıl kaydının tutulduğuna dair bir araç olarak düşündüğümüz bir alandı. Onlar bize bu yöntemleri öğrettiler, bizde bir yandan başka türlü yazılı kaynaklardan çalışmalarımıza devam ettik. Çalıştığımız edebiyat tarihçisi halk edebiyatında bu olayların izini sürdü; kuraklık kaynaklı kıtlık, aşırı soğuklar veya aşırı sıcaklar gibi iklim olaylarını araştırdı.Sergide dinleme ve okuma imkanı bulunan “Kuraklık Destanı” adlı halk edebiyatı şiiri o kaynaklardan edinildi. Atatürk Kitaplığı’nda bulunan Ermeni Yardım Komitesi’nin 1875 kıtlığında Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu bölgelerinde yaşayan Ermenilere yönelik yardım faaliyetleri raporu, o dönemin aslında toplumsal hayatın tasvirini veren bir çalışma olarak yine bu arşivin bir başka ayağını oluşturdu. Aynı zamanda SALT araştırma arşivinde yer alan “la Turquie” gazetesini de taradık. Gazetede çıkan haber ve okuyucu yorumları, mektupları gibi bölümlerde Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinde iklim olaylarının toplumsal hayatı nasıl etkilediği, buna dair nasıl çözümler geliştirildiği, dönemin politik ikliminin bu toplumsal olaylarla nasıl ilişkilendiğine dair pek çok kayda rastladık. Ormancılardan öğrendiğimiz bilgilerin üzerine bizde onlarla kendi yazılı kaynaklarımızdan edindiğimiz bilgileri paylaştık. Karşılıklı öğrenme süreci de mümkün kılındı. Ormancılar da, ağaçlar ve yapraklar üzerinden okuyabildikleri bilgileri teyide muhtaçlar.
Kaçakların İzinde bölümüyle ilgili çok güzel bir söyleşi gerçekleştirdik. Araştırmacı ve Evrimsel Genetikçi Emre Keskin, bize bu serginin hazırlık aşamasında destek verdi. Cooking Sections ekibiyle birlikte çalıştılar. Başlangıç noktası şu oldu: sergi araştırması sürecinde balıkçılarla çeşitli yerlerde görüşmüştük. Bu görüşmelerde, balıkçılar bize artık denizlerde balığın çok olmadığını, bulamadıklarını, balık çeşitlerinin azaldığını ve insanların artık çiftlik balığı yediğini söylediler. Türkiye’de toplam balık tüketim oranının içindeki çiftlik balığı tüketimi şu anda yaklaşık %58-60 civarında olmalı ve bu giderek oran artıyor. Balık çiftlikleri meselesi, zaten Cooking Sections ekibinin Climavore’un İskoçya ayağında yürüttükleri somon çiftliklerine dair araştırmalarıyla bildikleri bir meseleydi. Türkiye’de ise çiftlik balığı olarak en çok üretilen iki tür -çupra ve levrek- üzerinden çalışmaya başladık. Çiftlik balıklarının üretim koşulları, çiftliklerin denizin biyoçeşitliliğine dair etkisi ve çiftliklerden kaçarak kurtulan balıkların -bir iki gün önce gene bir 750 bin balık kaçtı gibi bir haber vardı, gene bir tekne çarpmış- üzerine bir çalışma yürüttük. Emre bey konuşmasında genetik değişim meselesini detaylıca anlatıyor.
Çiftlikte büyüyen balıklarla doğal hayatta büyüyen vahşi türler genetik olarak birbirinden ayrılabiliyor. Temas ettikleri noktalarda birbirlerini dönüştürüyorlar, etkileşiyorlar. Bu durumun genel deniz biyoçeşitliliğine de bir etkisi oluyor. Balık üretimi-tüketimi pratiklerimize de etkisi var. Çiftliklerde üretilmiş balıkları marketlerden satın alıyoruz ama ayrıca çiftliklerden kaçan balıklar, balıkçılık faaliyetinin bir nesnesi haline geliyor. Mesela Karadeniz’de çiftliklerden kaçan levrekleri avlama üzerine “levrek avcılığı” var. Binlerce balık kaçtığı için çiftlikle ilgisi olmayan balıkçılar bile onları avlayarak geçim sağlayabiliyorlar. Bu balıklar “deniz levreği” olarak satılıyor ama aslında o çiftlik levreği. Pek çok katmanı olan bir tartışma bu. Bir yandan hem Türkiye’deki deniz kirliliği, deniz biyoçeşitliliği meselesiyle ilgili hem de bunları düşünmeye imkan veriyor. Bu minvalde önerileri gerçekleştirmek Cooking Sections’ın yapmayı istediği şey: Çiftlik balıklarının belirli koşullar altında tüketilmediği bir dünyada ne yiyebiliriz, ne yemeyi düşünebiliriz. Cooking Sections, Traces of Escapees [Kaçakların İzinde] ( 2021). Enstalasyon, Videodan görüntü, Cooking Sections’ın izniyle.Kurak Topraklar bölümü ise aslında belki de serginin görsel olarak en gösterişli bölümü çünkü çok sayıda nesne bir araya getirilmiş durumda. Uzun bir tarihsel dönemi kapsıyor; ilk tarım topluluklarından neolitik çağdan, MÖ 10 bin, 12 bin yıldan günümüze kadar tarım pratiğinde bereket fikrini ya da bereketi artırmaya yönelik ritüelleri, pratikleri, inançları bir şekilde sembolize eden, temsil eden nesneler bir arada. Bu nesnelerle birlikte bir tür hikaye çiziyor Cooking Sections. Gelinen noktada kimyasal gübre kullanımıyla beraber bereketi artırma fikri, bir tür kısırlık döngüsüne yol açıyor. Kurak topraklar meselesi aslında en başta belirttiğim gibi bir tür faile işaret etme yani insan müdahalesi, insanın yerleşik hayata ve tarıma geçişi, tarımdaki verimi artırmaya yönelik müdahaleleriyle beraber insan müdahalesinin altını çizen ve toprağı tüketenin insanın müdahaleleri olduğunun da altını çizen bir müdahale. Diğer yandan da başka türlü tarım yapmak mümkün mü, ya da toplumsal cinsiyet rollerine, doğuma, nüfus planlamasına dair başka türlü düşünmek mümkün mü soruları sorarak bir tartışma başlatıyor.
Meriç Öner: Uniqum hidrobiologicum, Karadeniz’in Latincede orijinal adı. Kendine has bir coğrafi su kütlesi olduğunu hatırlatıyor. Boğazların açılması bir bakıma kısa bir süre, 6 bin yıl gibi bir zaman. Diğer yandan ise çok uzun bir zaman. Her koşulda Karadeniz’in kendine has su özellikleri Akdeniz’in giriş-çıkışıyla birlikte her dönemde çeşitli değişimler gösteriyor. Oluşması ve iklimin kendisi de zaman içerisinde farklılıklar gösteren bir olgu. Ancak son 30 senede artık gözle görülür değişimlerin yaşandığı yani iklim değişiminin bir kişinin ömrü içerisinde çok rahatlıkla tespit edildiği bir dönem olarak fark etmek doğru olur. Karadeniz’in kendi türleri de zaman içerisinde değişim gösteriyor. Daha sıcak denizlerden gelip-gitmemeye niyet eden türler olabildiği gibi bütün su rejimini değiştirecek iklim-kaynaklı değişimler gözlenebiliyor. Bu sebeple değişen türleri bir zanaat ürünü olan bir halıyla aslında hem dokuyor hem de iki balıkçı arasındaki ıslık diliyle yapılan bu sohbeti barındırıyor. Neticede yüzyıllardır süren bir fenomeni anıyor; bir taraftan ama bugün geldiği noktayı tekrar hatırlatıyor.
İstanbul Mandaları bölümünde ise İstanbul’un daha kuzeyinde kalan ve en az 100 yıldır ama daha öncesinde de belirli göçlerle bir bakıma daha örgütlenmiş bir şekilde süren bir mandacılık var. Bölgenin kendine has özellikleri var. Şu an Arnavutköy ilçesi olarak anılan bölgeden söz ediyoruz. Aslında İstanbul’da daha öncesinde çok daha geniş bir alanda mandacılık yapılıyor. Ancak küçük çiftlikler hâlâ mevcut. Şehir büyüdükçe de birbirinden farklı etkiler oluşuyor. Bir tanesi de bölgedeki madencilik ocaklarının işleri bittiğinde orada bir su birikintileri oluşuyor ve oradaki bütün coğrafyanın mandacılık için daha da uygun hale geldiği bir dönem yaşanıyor. Sonrasında da mutlaka altyapı-üstyapı bütün şehrin büyümesi ile birlikte buradaki manda nüfusunun barınmasının daha zor olduğu koşullara gidiyor. Oysa bizim İstanbul’un kaymağı, sütlacı meşhur. Adını anabileceğimiz her şey aslında İstanbul’a özgü bir manda türünün ürünü. Bunu biraz anlamaya çalışırken ne şekilde dönüşüyor diye Cooking Sections ile birlikte bir mekansal müdahalede bulunmayı tercih ettik. Hali hazırda işleyen bir manda çiftliğinde bir su birikintisi oluşturduk. Kazılan toprakla da bin tane sütlaç ve yoğurt kabı yaptık. Sergide görülebiliyor.
Dr. Zimmer’ın tarım projesi önerisinden fotoğraf, Türkiye, 1930
United Church of Christ (UCC), American Research Institute in Turkey (ARIT), SALT Araştırma
Bu rotayı keşfetmemize aracı olan, daha önce Serkan Taycan’ın Bienal’de gerçekleştirdiği “İki Deniz Arası” isimli yürüyüş rotasını yeniledik ve sütlaç kaplarının da bulunduğu alanı işaretledik. Yeni haritayı Robinson Crusoe 389’lardan edinebilirsiniz.
(*) Herbivore (otçul), carnivore (etçil) kelimelerinden türetilen Climavore, iklimle gıda arasındaki ilişkiye bakan bir proje. Garanti BBVA Genel Müdür Yardımcısı Işıl Akdemir Evlioğlu
Bu Son Şansımız mı?
SALT’ın kurucusu Garanti BBVA’dan Genel Müdür Yardımcısı Işık Akdemir Evlioğlu “Garanti BBVA olarak iklim değişikliğiyle mücadeleye ve kapsayıcı büyümeye odaklanarak ülkemizin sürdürülebilir kalkınma amaçlarına ulaşması için gayret gösteriyoruz. 10 yıl önce bilgi, kültür ve sanat üretimini desteklemek amacıyla kurduğumuz SALT’ı topluma armağan ederken hedeflerimizden biri de kitlelere ulaşmanın en etkin yöntemi sanat üzerinden sürdürülebilirliğin anlatılmasıydı. SALT’ın daimi destekçisi olarak, SALT ile ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz projelerle çalışanlarımız, müşterilerimiz, paydaşlarımız ve toplumun, gündemine ‘sürdürülebilirlik’ kavramını sanat aracılığıyla taşımaya çalışıyoruz. Sanatsal etkinliklerin kapsamına çevre, iklim krizi gibi konuları da alarak farklı kitlelerde bilinç oluşturma çabası içindeyiz. İklim krizine karşı aciliyet gerektiren konulara dikkat çekmede ve diyalog kurmada sanatın dönüştürücü gücüne inanıyoruz” derken “Bu Son Şansımız mı?” programını şu sözlerle anlatıyor: “Garanti BBVA olarak destek verdiğimiz iklim ve ekolojik kriz üzerine düşünmeyi ve tartışmayı teşvik eden “Bu son şansımız mı?” başlıklı çevrimiçi gösterim ve konuşma programının da bu anlamda önemli olduğunu düşünüyoruz.
EKOIQ’nun son sayısında anlatıyorsunuz. Türkiye’miz kuraklığın pençesine düşmek üzere. Dolayısıyla gerçekten de sormamız ve cevabını bulmamız gerekiyor. Gerçekten de “Bu son şansımız mı?” SALTonline.org’dan ücretsiz ve Türkiye’deki herkesin erişimine açık olarak yayınlanan, dünyanın farklı ülkelerinden örnekleri kapsayan bu belgesel seçkisinin ve bilim insanlarını, araştırmacıları, sivil toplum örgütü temsilcilerini buluşturan konuşmalar serisinin kamuoyunda farkındalık yaratacağına inanıyoruz. Güney Afrika, Norveç, Fransa, Kanada, Bolivya ve Balkanlardan on belgesel filmden oluşan 2021 seçkisi Nisan ve Temmuz ayları arasında 10 hafta sürmüştü. Kasım ayında da İskoçya’nın Glasgow şehrinde toplanacak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP26) ardından konuşma serimiz başlayacak. Bu konularda bilgi üretimine katkı sunma ve kitlelerin gündemine taşıma noktasında “Bu son şansımız mı?” programını çok önemsiyoruz.”
Evlioğlu sözlerine şu şekilde devam etti: “Her şeyin birbirine bağlı olduğu, bir döngü içinde hareket eden bu gezegende, sürdürülebilir bir gelecek için bugün etrafımızı çevreleyen risklerin farkındayız. Yaşadığımız zaman bize dünyaya iyi bakmanın, geleceğe iyi bakmak demek olduğunu öğretmeye devam ediyor. Çalışanlarına, müşterilerine, topluma ve ülkesine karşı sorumlu bir Banka olarak, bir parçası olduğumuz dünyanın daha yaşanılır olması ve tüm canlıların sürdürülebilir geleceği için çalışmaya devam edeceğiz.”
SALT Araştırma ve Programlar Yardımcı Direktörü Fatma Çolakoğlu ise programla ilgili olarak şu bilgileri paylaştı: “SALT’ın 26 Nisan – 4 Temmuz tarihleri arasında Garanti BBVA işbirliğiyle gerçekleştirildiği program kapsamında toplam 10 film gösterildi; her film ise 7 gün boyunca çevrimiçi yayınlandı. Program, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirlerin yanı sıra Bursa, Adana, Antalya, Muğla, Konya ve Gaziantep’ten toplamda 6.000’e yakın izleyiciye ulaştı. SALT’ın “Bu son şansımız mı?” programı çarpıcı belgesel hikâyeler aracılığıyla izleyicileri iklim krizinin bireysel ve küresel anlamdaki etkilerini düşünmeye ve sorgulamaya teşvik ediyor. 2015 yılından bu yana, yedi yıllık süreç içerisinde 50’den fazla belgesel filmin gösterimi yapıldı. Bu yıl ilk defa çevrimiçi, Türkiye’nin her yerinden ücretsiz erişime sunulan program çok daha geniş bir seyirci kitlesine ulaşma imkanı buldu. Programdaki filmler insanlar, hayvanlar, doğa ve şehrin uyum içinde nasıl bir arada var olabileceği sorusuna yanıt ararken, bu vesileyle iklim krizine farkındalık sağlamayı amaçladı.”
İzmir Enternasyonal Fuarı, Azot Sanayii Pavyonu, 1965, Fotoğraf
SALT Araştırma, Fotoğraf ve Kartpostal Arşivi