Bir toplumun en üst düzey konsensüsünü yansıtması gereken anayasalar, hem dünyada hem de Türkiye’de yeniden tartışılmaya açılıyor. Biraz yılan hikâyesine dönse de yeni bir anayasa oluşturmanın neredeyse tam eşiğindeyken, artık bizim de Doğanın Hakları’nın yeni anayasamızda yer almasını konuşmamızın zamanı çoktan geldi.
Yazı: Barış Gençer BAYKAN, BETAM Araştırma Görevlisi
Türkiye’de 1982 Anayasası, Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler bölümünde bulunan 56. maddenin ilk fıkrasında “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” ifadesiyle çevre hakkını temel bir insan hakkı olarak Anayasa düzeyinde hukuk sistemine dahil etti. Bu hükmün anayasaya girmesindeki en önemli etken, Türkiye Çevre Vakfı’nın 1980’de başlattığı bir hukuk projesi çerçevesinde dünyada çeşitli ülkelerin anayasalarında yer alan çevreyle ilgili hükümlerin derlemesi, kamuoyuyla paylaşması ve bir madde olarak anayasada yer alması için teklif getirmesiydi.
Devletlerin anayasalarında yer alan çevresel hükümler genelde insanın çevre hakkına, insanın sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına atıf yaparak çevre korumada devletlerin ve kişilerin ödevlerine odaklanıyor. Ekolojik Anayasa tartışmalarının bu hükümlerden ayrıldığı nokta ise doğanın da insan gibi bir hak öznesi olup olamayacağı üzerine… Uluslararası platformlardaki ve Türkiye’deki tartışmaların genelde atıf yaptığı iki anayasa var: Ekvador ve Bolivya Anayasaları. Bolivya, dünyada doğanın yasal haklarını tanıyan ilk ülke oldu. İklim değişikliğini önlemek, doğal varlıkların sömürülmesini engellemek ve Bolivya halkının yaşam kalitesini yükseltmek adına alınan bu karar doğayı insanla eşit statüde kılıyor. 28 Eylül 2008’de referandumla kabul edilen Ekvador Anayasası’nın, 71. maddesi hayatın gerçekleştiği doğanın ya da Pachamama’nın (Toprak Ana) var olma hakkını tanıyor ve anayasal koruma altına alıyor. “Hayatın içinde yeniden ürediği ve meydana geldiği tabiat veya toprak ana bir bütün olarak var olma, yaşam döngü ve işlevlerinin evrimsel süreçlerinin korunması ve yeniden canlandırılması hakkına sahiptir.” Doğanın haklarının anayasal güvence altına alınmasına Latin Amerika ülkelerinin liderlik etmesi elbette tesadüf değil. Tarihsel olarak sömürgeciliğe, günümüzde de neoliberalizme karşı mücadelelerinin kıtaya özgür kültürel motiflerle harmanlanması doğa ananın/toprak ananın haklarını gündeme getirdi.
Tüm bu gelişmelerin kökeni 1970’li yıllara dayanıyor. Christopher D. Stone sivil haklar hareketinin ertesinde ve modern çevre hareketinin doğduğu yıllarda yazdığı “Should Trees Have Standing? Towards Legal Rights for Natural Objects?” (1972) adlı makalesinde, hukukun zaman içindeki gelişimini ele alıyor ve ormanlara, okyanuslara, nehirlere, tüm diğer doğal varlıklara ve bir bütün olarak doğaya yasal haklarının verilmesini savunuyordu. Toplumların çeşitli dönemlerde belirli kişileri ve varlıkları hak sahibi olamayacak kadar yetersiz ve değersiz gördüğünü söyleyerek örnek olarak çocukları, köleleri, kadınları, Amerikan yerlilerini, etnik azınlıkları, akıl hastalarını, cenini ve yabancıları örnek gösteriyor. Stone’a göre henüz yasal haklara sahip olmayan varlıklar, haklarını kazanana kadar bizim yani hak sahiplerinin kullanımına tabii olarak değerlendirilir. Yasal haklara sahip olmanın üç şartı vardır. Birincisi bir varlığın kendi adına hukuki girişimde bulunma, dava açma imkanının olması, ikincisi bir davada mahkemenin bu varlığa yönelik bir zarar olabileceği fikri ve son olarak da tazminat durumunda bu varlığın bizzat yararlanabilmesidir. Stone şu örneği veriyor: “Jones, kenarında yaşadığı nehrin bir fabrika tarafında kirletilmesi halinde fabrikayı dava edebilir. Böyle bir dava nehri dolaylı yoldan korur, yasa nehrin haklarını savunduğunu söylemez. Hakları korunan Jones’tur. Jones’un yasalarca güvence altına alınan nehirden yararlanma hakkı elinden alındığında dava açma hakkı doğar. Dava sonucu herhangi bir tazminat söz konusu olursa Jones’a gidecektir. Nehrin eski haline döndürülmesi için harcanmayacaktır”.
Stone, doğal varlıkların yasal haklara sahip olmanın üç şartı yerine getirmediği için hukuk sisteminde hak öznesi olarak kabul edilmediklerini fakat bu sistemin değişmesi gerektiğini söylüyordu. Şirketler, devletler veya üniversiteler de kendi adlarına hukuki girişimlerde bulunamazlar ama avukatlar onlar adına savunma yapabilmektedirler. Bu tartışmada önemli nokta doğanın haklarını nasıl kullanacağıdır. Herhangi bir doğa tahribatı tehdidinde veya sonucunda doğanın haklarını koruyacak olan yine insandır fakat burada emanetçi ve vekil özneler tayin edilebilir. Adnan Ekşigil, Birikim dergisinde 1995 yılında yayınlanan makalesinde Stone’un doğayı bir hak öznesi olarak önermesinin altında yatan nedenin Amerikan hukuk sisteminde kişi menfaatleri ötesinde soyut değerler gibi bir kavramın bulunmamasına bağlıyor. Ekşigil, Türkiye’deki hukuk sisteminde ise böyle bir kavramın var olduğunu, İdarî Yargılama Usulü Kanunu’na göre, gerek gerçek, gerek tüzel kişilerin toplumsal yararları ve kamu düzenini zedeleyen idari işlem ve eylemlere karşı dava açabilmelerini öngördüğünü ve kişinin kendisini doğrudan etkilemese hattâ ilgilendirmese de, örneğin imar düzenine, çevre sağlığına veya güvenliğine uygun olmayan kamusal etkinlikler konusunda yargı yoluna başvurabileceğini açıklıyor.
Türkiye’de Ekolojik Anayasa ile ilgili tartışmalar 12 Eylül 2010’daki anayasa referandumu ertesinde başladı. Haziran 2011 seçimlerinden sonra gündeme gelen yeni anayasa yapım sürecine ekolojik taleplerle müdahil olabilmek için 15 Şubat 2011’de Ekolojik Anayasa Girişimi başlatıldı. Çevre aktivistleri, hukukçular, milletvekilleri ve akademisyenlerden oluşan 40 kişilik imzacı grubunun hazırladığı bir çağrı kamuoyuyla paylaşıldı. Sekreteryasını Yeşiller Partisi’nin üstlendiği girişim, yeni anayasasının sivil, demokratik ve özgürlükçü olmasının yanı sıra ekolojik olması gerektiğini ve doğanın vazgeçilmez, devredilmez haklarının anayasal güvence altına alınmasını savunmak için faaliyet göstermeye başladı. Bursa, İzmir, Ankara, Tekirdağ, Antakya, Diyarbakır ve Muğla’da çevre aktivistlerinin ve hukukçularının bir araya geldiği toplantılar düzenlendi. Farklı anayasa çalışma gruplarıyla iletişime geçilerek ortak paydalar arandı. 15 Mayıs 2012’de İstanbul’da bir konferans düzenlendi. Konferansta Anayasa ve Haklar ve Ekoloji Hareketleri ve Anayasal Hareketler başlıklı oturumlarda ekolojik kriz etkisi altındaki dünyada iklim değişikliği, çevre kirliliği ve doğanın önlenemeyen tahribine karşı hangi anayasal önlemler alınabilir; doğayla uyumlu bir varoluş nasıl sağlanabilir; sadece bugün yaşamakta olanların değil, gelecek kuşakların da yeryüzünün bütünlüğü ve sürekliliği içinde var olma hakkı nasıl korunabilir sorularına yanıtlar arandı.
Çevre alanında verilen hukuk mücadelesinin aktörleri olarak sunumlarıyla konferansa katılan çevre avukatları, Türkiye’deki çevre davalarında yaşanan olumsuz gelişmeleri örnekleriyle paylaştı. Uluslararası anlaşmalar yoluyla yasama ve yargı denetiminden muaf tutulan nükleer santral, idari durdurma kararlarına aykırı şekilde faaliyetlerine devam eden madencilik şirketleri, ÇED raporu olmadan inşaatına başlanan HES’ler, savaş halinde uygulanan acele kamulaştırmalar sorunun boyutlarını göstermesi ve Ekolojik Anayasa önerileriyle bu sorunların nasıl çözüme kavuşturulacağının tartışılması açısından önemli gündem konularıydı. Konferansta ayrıca “Kamu Yönetimi İlkeleri” başlığı altında bireylerin çevre konularında bilgi ve belge edinme, karar mekanizmalarına katılma ve yargıya erişim haklarını garanti altına alınması; kamu yararının ekoloji merkezli bir bakıç açısıyla yeniden tanımlanması; ekolojik açıdan hukuki düzenlemelere uyum ve yerel katılım mekanizmaları gibi çeşitli öneriler geliştirildi.
Anayasa Yapım Sürecinde Ekolojik Anayasa
28 Kasım 2011’de Ekolojik Anayasa kitabının yayınlanmasından sonra yapılan toplantıya katılan milletvekilleri, çevre sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, hukukçular ve aktivistler, taleplerini anayasa yapım sürecine nasıl dahil edebileceklerini tartıştı. İlk etapta Meclis’te grubu olan siyasi partileri ziyaret ederek ekolojik anayasa taleplerini hem vekillere hem de Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na ve ayrıca Cumhurbaşkanı’na iletilmesi karar altına alındı. Ekolojik Anayasa taleplerinin yaygınlık kazanması ve toplumca sahiplenilmesi, taleplerin soyut kavramlardan çıkartıp somut örneklerle toplumun her kesiminin anlayabileceği bir dille yazılması ve basının desteğinin aranması gerektiği vurgulandı. Ayrıca ekolojik anayasa çerçevesinin yerel çevre hareketlerine iletilmesinin ve diğer anayasa gruplarıyla birlikte bir koordinasyon sağlanmasının önemine değinildi. Ekolojik Anayasa Girişimi, yeni anayasada olmasını talep ettiği maddeleri 3 Ocak 2012 tarihinde TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sundu. Girişimin temsilcileri komisyona sundukları önerilerde temel olarak anayasanın, doğaya hükmetmeye çalışan insanı değil, doğayı hak öznesi olarak tanıması gerektiğini ifade etti. Sunulan Ekolojik Anayasa, dünyayı gelecek kuşaklardan emanet alındığı bilinciyle, doğayla uyum içinde yaşamanın esas alındığı; su, hava, gen, tohum gibi doğal unsurlar için doğal kaynak değil doğal varlık nitelendirmesinin benimsendiği, doğada olası zararlara yol açabilecek faaliyetlerde ihtiyatlılık ilkesinin benimsendiği, kamu yararında doğal dengelerin gözetildiği, yabani ve evcil hayvan haklarının güvence altına alındığı, sağlıklı su ve gıdaya ulaşım hakkının benimsendiği hukuksal düzenlemeler öneriyor.
Çevreci Sivil Toplumun Yeni Anayasa’ya Katkıları
Ekolojik Anayasa girişiminin başlamasından sonra çevre sivil toplum kuruluşları da yapılacak yeni anayasada yer almasını istedikleri maddeleri veya daha geniş bir şekilde anayasa taslaklarını kamuoyu ile paylaştılar. TEMA Vakfı, Yeni Anayasa Önerileri Taslağını 19 Aralık 2011 tarihinde TBMM Başkanlığı Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sundu. TEMA’nın taslağı toprak ve suyu birer kaynak olarak değil, doğal varlıklar olarak tanımlanıyor. Greenpeace Tükiye’de yeni anayasanın oluşturulmasına katkıda bulunmak için çeşitli ilkelerin yer aldığı önerilerini kamuoyuyla paylaştı. Greenpeace Anayasa’da Temel Hak ve Özgürlükler başlığı altında Doğanın Varolma Hakkı’nın tanınmasını talep ediyor. 1982 Anayasası’na 56. maddeyi öneren Türkiye Çevre Vakfı ise anayasanın çevreyi veya diğer konuları en ayrıntılı şekilde düzenleyen bir hukuk kaynağı olmadığı tespitini yaparak Ekolojik Anayasa ile ilgili taslaklar hazırlayan diğer kuruluşlarrın aksine 56. maddenin ilk fıkrasını aynen korumayı yeterli buluyor.
EKOIQ Dergisi Ağustos 2012 Sayı:20