Kadınların elinin ve ruhunun değmediği bir dünyada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlamak için çevremize bakmamız yeterli değil mi? O nedenle dünyayı sürdürülebilir kılma konusundaki her mücadelede onların izlerini görmek de şaşırtıcı değil. Bu vesileyle, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyor, hem Hindistan’a hem de Yırca köyü kadınlarına selamlarımızı yolluyoruz Gökşen Şahin’in yazısı aracılığıyla…
Gökşen ŞAHİN
Modern bilimi geliştirdikçe, kendimizi büyük bir yanılgının içine hapsetmeye başladık. Sandık ki, “düşünebiliyoruz, öyleyse varız”; “düşünebiliyoruz, öyleyse diğer canlılardan üstünüz”. Ürettiğimiz makineleri doğayla uyumlu sürdürdüğümüz yaşantımızdan sıyrılıp, doğayı yok etmek ve haliyle kendi sonumuzu hazırlamak üzere geliştirmeye adadık kendimizi.
“Doğa” tatilde gidip görülecek bir yer, hayvanlar etrafı tellerle çevrili yerlerde yaşaması için var olan canlılar oluverdi. Toprağın üzerine beton dökmek de, kışın domates yemek de hayatın “normalleri” haline dönüşüverdi. Oysa toprak doymak demekti; rüzgar soluduğumuz hava, hayvanlar hayatta kalma güdümüzdü; bunu unutuverdik. Kendimizi yıldızlara gitmeye öyle odakladık ki, yıldızların üzerinde durduğumuz gezegenden bakınca ne kadar güzel göründüklerini düşünmeyi bıraktık. Öyle mühendislik harikaları yaptık ki, yıkımımız en büyük övünç kaynağımız oldu. Doğayı yıkarken kurduğumuz cümleler, aslında bir kadın bedenine verilen zarardan haz duymak gibi sapıkçaydı ama bunu ifade etmekten çekinmedik. Ne de olsa yaptığımız mühendislik harikaları bunu gerektirirdi. Henry Vaughan gibi yıkıma ve şiddete adadık şiirlerimizi, “güzel”den anladığımız değişiverdi:
Teslim aldım doğayı, yarıp geçtim her yerini.
Kırdım kimsenin dokunamadığı mühürlerini
Rahmini, göğüslerini ve başını
Yani tüm gizlerinin saklı olduğu yerlerini parçalayıp açtım.
(Henry Vaughan 1621-1695)
Ağaca Sarılan Kadınlar
Gezegenin milyar yıllık tarihinde, tüm dengeleri değiştirmeyi ve geri dönülemez bir yıkımın önünü açmayı başaran tek canlı türü olduk. Amerikan yerlileri, Asyalı çiftçiler, Afrikalı kadınlar, bize “Doğa acı çekiyor, sonucunda bizim de canımız acıyor” dedi; o zaman “Ülkelerin büyükleri bir salona toplanıp bunu bir konuşsunlar” dedik. “Umarız çok insan ölmeden bir çözüm çıkartırız” diye teselli ettik. “Bekleyecek vaktimiz yok” dediler; “Nasıl olmaz canım” deyip kapıyı yüzlerine kapattık.
En son öyle bir noktaya geldik ki, hiç kimsenin, evinde oturup kendisine hayat veren doğanın yok oluşunu izleyecek sabrı kalmadı. En önde yerliler, çiftçiler ve her toplulukta öncelikle kadınlar çıktı sokağa. Çünkü kadının doğayla olan bağı, erkeğinkinden çok daha güçlüydü. Afrika’da kilometrelerce yol yürüyüp suyu arayan da, Türkiye’de tarımda çalışan da, Alaska’daki yerli kabilelerinde ormandan topladıklarını pişiren de kadındı.
Ancak biz, kadınların ekoloji hareketinin öncülüğünü yaptığını ilk Chipko Hareketi ile gördük. Hindistan’da 1730 yılında kendileri için kutsal sayılan ağaçları Kral’ın adamlarının kesmesini engellemek için ağaçlara sarılan 363 din adamının eylemine verilen isim olan Chipko hareketi, modern haliyle 1970’lerde tekrar ortaya çıktı. Uttarakhand’da Orman Müdürlüğü’nün emri ile kesilecek ağaçlara karşı çıkmak için köyün kadınları gidip ağaçlara sarıldılar. Zaten Chipko da Hindu dilinde sarılmak demekti. Kadınlar biliyorlardı ki o ağaçlar giderse; gölgeleri de, tuttukları toprak da, getirdikleri yağmurlar da, ormanda yaşayan hayvanlar da gidecekti. Çünkü Hindistan hükümeti ormanları ticari amaçla kullanıma açıp, kesmeye başladığından beri Hindistan’daki kasırgalar, sel baskınları ve toprak kaymalarından en ağır etkilenenler ağaçların kesildiği yamaçların ardında yerleşmiş olan köylüler olmuştu. Erkekler işe gittiğinde evde kalan kadınlar ve çocuklar ise bu sorunu en ağır biçimde yaşayanlardı.
Ağaçlara sarılan kadınların yaptıkları çevreci eylem değildi; onlar ağaçlar giderse kendilerinin de yaşayamayacaklarının farkındaydılar. Kendi yaşam alanlarını savunmak için yapabilecekleri tek şey, ellerindeki en değerli şeyi ortaya koyarak mücadele etmekti. Kadınlar canları pahasına gidip ağaçlara sarıldılar. O günden beri, kadınlar doğayı korumak için verilen mücadelelerde hep en önde oldular.
Doğa gibi üretken ve doğurgan olan kadın, kendi bedeni ve doğayı tahakküm altına almaya çalışanın aynı düşünce biçimi olduğunun farkında ve bu yüzden dünyanın her yerinde ekoloji mücadelesinde en önde yer alıyor. Türkiye’de de doğa mücadelesine kadınlar yön veriyor. Gerze’de beş yıl süren termik santral mücadelesi boyunca çocuklarını evde bırakıp, nöbet çadırında sabahlamaya giden kadınlar da; Yırca’daki zeytinliklerini korumaya çalışırken “Ben o zeytinlere, yirmi senedir çocuğumdan iyi baktım” diyen kadınlar da aslında Chipko kadınlarının ruhunun bugün devam ettiğini gösteriyor.
“Doğa İçin Doğru” Olana Yürürken
Kadınlar, yalnızca sokak mücadelelerinde değil; doğa koruma konusundaki diğer çalışmalarda da liderliği ele alıyor. Doğa konusuna eğilen sivil toplum kuruluşlarında da çalışanların büyük çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Bununla da yetinmeyip, dünyanın çeşitli yerlerinde kadın kooperatiflerinin başlattıkları girişimler de büyük dönüşümlere öncülük ediyor.
Peki ya çevresel kararlar alınırken kadınlara ne kadar danışılıyor?
Bugün Birleşmiş Milletler düzeyinde imzalanan, uluslararası alandaki en önemli üç sözleşmeden ikisinin sekretaryasını kadınlar yapıyor (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi). Ancak, toplantılara katılan kadın sayısına veya kadınların çevresel kararlar konusundaki söz hakkına bakınca kadınların yalnızca “politik olarak doğru” davranmak adına uluslararası alanda bu görevlere getirildiğine dair şüphe duymamak mümkün değil. Birleşmiş Milletler müzakerelerinde Ada devletleri veya Afrika devletleri dışındaki birçok ülkenin sözcülüğünü hâlâ erkekler yapıyor. Toplantıların yönetimi hâlâ büyük oranda erkekler tarafından yürütülüyor.
Dolayısıyla, “politik olarak doğru”dan, “doğa için doğru” olana yürürken; doğa için yan yana duran kadınların sayısının ciddi oranda artması gerektiği görülüyor.