#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Karadeniz Örneği Üzerinden Kalkınma, Turizm ve İklim

“Biyoçeşitlilik, iklim krizi, su kaynaklarının kirlenmesi, karbon dengesi gibi konularda şimdi ve gelecek kuşaklara nasıl bir miras bıraktığınızı düşünmeyebilirsiniz. Ama doğa size hepsini hatırlatır, merak etmeyin. Yaylanın düzüne attığınız her izmarit, kullandığınız her kirletici deterjan, egzozunuzdan çıkan gazlar, şehirde size su kıtlığı, gıda krizi, sel, aşırı sıcak/soğuk havalar olarak geri dönecek…”

Cemil AKSU, c.aksu08@gmail.com

Devletin belirlediği kalkınma planında Doğu Karadeniz için temel gelişme doğrultularından biri turizm. Hükümetin bölge vekilleri ve bakanları, bölgesel kalkınma projelerinin koordinasyonu ile görevli DOKAP-DOKA (Doğu Karadeniz Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı ve Doğu Karadeniz Kalkınma Ajansı), her fırsatta Karadeniz’i turizm (ve enerji) cenneti, “ikinci Antalya” yapma hedeflerini anlatıyorlar.
Fakat bütün bu plan ve projeler gerçekten bir kalkınma sağlayacak mı? Nasıl bir turizm anlayışına dayanıyor bu plan ve projeler? Ve en önemlisi, küresel iklim krizi gerçekliği ile ne kadar uyumlu bu projeler? DOKA’nın hazırladığı raporlardaki örnek projelere ve perspektiflere bakıldığında turizmden çok inşaat sektörünü geliştirmeyi esas alındığı izlenimi yaratıyor.

Değişen Kalkınma Anlayışı
Karadeniz eskiden beri hep göç veren bir bölge olageldi. Bu göçün temel sebebi olarak hep işsizlik ve geçim sıkıntısı gösterildi. Devlet bu sorunu çözmek için ilkin çay ve fındık tarımını geliştirmeyi esas alan bir kalkınma modelini benimsedi. 1980’den sonra ise, özel sektörün her alanda geliştirilmesini esas alan bir politika benimsenince, çay ve fındık da bundan nasibini aldı ve önceleri devletin garantisinde olan tarım, şirketlerin kural tanımaz pazarlık ve rekabet ilişkilerine tabi hale getirildi. Tarıma yönelik devlet desteğinin kesilmesi, önemli bir kısmı küçük aile işletmesi olan Karadenizli üreticileri yine mağdur durumda bıraktı.
80’den sonra devletin bölgesel kalkınma meselesine yaklaşımında da radikal bir değişim oldu. Önceleri ekonomik olarak geri kalmış bölgelere genel bütçeden sağlanan kaynaklarla yatırımlar yapılmasını esas alan bir kalkınma modeline sahipti. 80’den sonra “bölgesel sermaye birikimi” olarak adlandırılan bir kalkınma modeline geçildi. “Bölgesel sermaye birikim” politikalarının temelinde, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından 1999 yılında Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı’na hazırlatılan DOKAP raporlarına dayanılarak, yeni kalkınma stratejisinin felsefesi, yerelin/bölgenin sahip olduğu “potansiyeli” harekete geçirerek ulusal ve uluslararası piyasaya eklemlemenin gereklerini yerine getirecek düzenlemeler yatıyor. DOKAP raporlarındaki amaç, yereldeki güç odaklarının talepleri kadar, yerelin ulusal ve uluslararası güç odaklarının taleplerini de göz önünde bulunduran bir gelişmenin sağlanmasıdır. Bu açıdan da, bölgesel kalkınmaya ilişkin daha önce devlet merkezli ve eşitsizlikleri dengelemeye yönelik bölgeler arası kaynak aktarımına dayanan modelin yerini bölgenin sahip olduğu kaynak donanımını harekete geçirmeye yönelik politikalar almıştır. DOKAP ve benzeri raporlarda belirtilen “bölgenin sahip olduğu kaynaklar”, anlaşılacağı üzere insanlar yani emek-gücü ve doğadır. Buradan hareketle önerilen kalkınma modeli, yerel kaynakların değerlendirilmesini ve sermaye yapısının güçlendirilmesini amaçlamıştır.

Kalkınma ve Turizm
2010’da kurulan DOKA bu anlayış temelinde büyük küçük birçok proje ve plan geliştiriyor ve “girişimcileri” bu doğrultuda destekliyor. DOKA, değişik sektörlerde faaliyet yürüten şirketlerin sermaye yapısının güçlendirilmesi, kurumsal organizasyonların geliştirilmesi, iller ve bölge bazlı master planlarla belli sektörlerin geliştirilmesi için kısa ve uzun vadeli planlar hazırlıyor ve bunların hayata geçirilmesi için uğraşıyor. Tabii bol bol da başka ülkelere bu alanlarla ilgili inceleme gezileri düzenliyor. DOKA’nın hazırladığı rapor ve master planlarda en çok öne çıkan/çıkarılan sektör hiç kuşku yok ki turizm. 2007 yılının Kasım ayında ilk çalışmaları başlatılan Doğu Karadeniz Turizm Master Planı’nın ilk taslağı 2008 yılı Ekim ayında tamamlandı ama nedense resmi olarak yayınlanmadı. 2012’de özel sektör temsilcileri, üniversiteler ve uzmanları buluşturan çeşitli çalıştay ve konferanslar düzendi. Haziran 2012’de Eko-Turizm Konferansı ve Çalıştayı gerçekleştirildi. Gerek 10 yıllık genel planlarda, gerekse Doğu Karadeniz Bölgesinde Arap Turizmi Mevcut Durum ve Gelişme Stratejisi Raporu gibi raporlarda Karadeniz’de turizm sektörünün geliştirilmesi, sadece yaz aylarında değil tüm yıla yayılması çeşitlendirilmesi için birçok örnek projeden bahsediliyor.

İnşaat Odaklı Turizm
DOKA’nın raporlarında sıkça alternatif turizm, eko-turizmden de bahsediliyor. Karadeniz’in sahili, “Sahil Yolu” zamanında kayalarla doldurulduğu için, artık yok. Kentleri ise vahşi imar uygulamaları sonucu görülmeye bile değmez. Tarihi mimari, geçmişle sorunlu olduğumuz için yıkıldı, yok edildi. Sonuç olarak Karadeniz’in turizm açısından tek değeri eşsiz ormanları, vadileri,  yaylaları.

Gerek “Turizm Master Planı”nda, gerekse de diğer raporlarda Karadeniz’de turizmin geliştirilmesi için önerilen projelerin başında “Yeşil Yol Projesi” (YYP) geliyor(du.) TEMA’nın açtığı dava sonucunda mahkemece iptal edilmesine rağmen proje hayata geçirildi. YYP, Samsun’dan Artvin’e kadar bütün yaylaları ve buraların bağlı olduğu il ve ilçe merkezlerini kapsayan bir yol inşaatı projesiydi fakat bizde bir yol asla sadece yol değildir ve asla bitmez. YYP’de de durum böyle. Yol boyunca
belli aralıklarla konaklama tesisleri, akaryakıt istasyonları, mesire yerleri vb. yapılaşmalar da plana dâhil. YYP’ye karşı hem yerel halktan hem de bilim dünyasından çok sayıda itiraz var. Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Orman Fakültesi Orman Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Oğuz Kurdoğlu, projenin esas amacının yaylaların imara açılması için bir ön çalışma olduğunu vurguluyor. Kurdoğlu, “Burada 36 merkez oluştuyılının rulacağı söyleniyor. Oteller, moteller, bakım evleri, petrol istasyonları yani bir anlamda şehirler kurulacak. Bunlar 1500-2000 metre yükseklikte. Buralar senenin büyük bölümü kar altında. Şehirlerdeki atıkları yönetemiyoruz da bu rakımlardaki atıkları ne yapacağız? Tabii ki doğaya, derelere gidecek. Ve unutmayın ki bizler dağlarda üretilen suyu içiyoruz” diyor. Yaylalarda özellikle belli yüksekliğin üstünde yol yapımının doğaya zarar verdiğini aktaran Kurdoğlu, “Turist için yol lazım ama turizm merkezlerine kadar lazım. Turist getirmez, kaçırır bu yol çünkü 11 metre genişliğinde 2600 kilometre yol yapacaksınız. Bunun bir kısmı yapılmış yolların genişletilmesi şeklinde. Yeşil Yol demekle bir yol çevreci olamaz” diyor. Doğu Karadeniz’in %74’ünün eğimli olduğuna dikkat çeken Kurdoğlu, “%66’dan sonra çıkan hafriyatı yolda kullanamıyorsunuz. Ya depolayacaksınız ya da bunların yaptığı gibi atacaksınız. Böylece sadece yol geçilen yer değil, derelere kadar her şey tarumar edilecek” diyor. HES projelerinde olduğu gibi. Kurdoğlu, bölgeye gelen insanların “Beş yıldızlı otel değil, beş yıldızlı doğa” görmek istediğinin de altını çiziyor.

Eğer Karadeniz’in kalkınması için en temel değeri doğa ise, öncelikle bu doğanın her türlü yapılaşmadan, kirlenmeden korunmasını merkezine koyan bir turizm ve kalkınma anlayışının esas alınması gerekmez mi? Eğer bugün yaptığımız yatırımlar bu doğayı yok edecekse, niye yatırım yapıyoruz? Turistler, dünyanın herhangi bir yerinde de bulabilecekleri beş yıldızlı otel konforunu yaşamak için Karadeniz’i tercih ediyor olabilir mi?

Yaşasın Yapaylık!
DOKA, bölgeye turist çekmek için özellikle Arap turistlere yönelik pazarlama çalışmalarına ağırlık veriyor. Mevcut hükümetin Arap sermaye dünyası ile iyi ilişkiler geliştirmesini esas alan Ajans, bölgeye daha fazla Arap, özellikle de Suudi Arabistanlı tuKürist çekmeyi öncelik edinmiş durumda. Ajans tarafından bu amaçla “Doğu Karadeniz Bölgesinde Arap Turizmi Mevcut Durum ve Gelişme Stratejisi Raporu” yayınlandı. Bu raporda da Arap turistler için uygun evlerin yapılmasından 4 ve 5 yıldızlı otellerin artırılması, yine bu turistlerin muhafazakar yapılarına uyumlu, “helal turizm” uygulamalarına uygun plaj ve havuzların yapılması, yeni havaalanlarının inşası gibi birçok öneride bulunuluyor.
DOKA’nın Karadeniz’e daha fazla Arap turist çekmek için önerdiği projelerin başında “Turizm Adası” geliyor. İçinde iki tane beş yıldızlı otel, yapay deniz, tema parkı, marina, spor tesisleri, lüks konutlar, opera binası, alışveriş merkezleri, iş merkezleri, restoranlar, kafeler, açık-kapalı yüzme havuzları, yöresel ürün satış merkezleri, eğlence mekânları, tematik müze olması öngörülen yapay bir ada!
Tahmin edersiniz ki, bu kadar yapının olduğu bir “yapay ada” için gerekli dolgu malzemeleri, tıpkı sahil yolunda, havaalanı projelerinde ve diğer kıyı dolgularında olduğu gibi, Fırtına gibi vadilerimizin taş ocağına çevrilmesinden elde edilecek. Hem neden bir yapay deniz, yapay ada yaratılması turizm için gerekli olsun? Eğer deniz turizmi geliştirilmek isteniyorsa, taşla doldurulan sahillerimizin yeniden kazanılması için geri dönüş çalışmaları düşünülemez mi? Doğal deniz yetmiyor mu, yoksa maksat inşaat şirketleri boş kalmasın mı?
DOKA’nın “yapay ada” merakı muhtemelen Dubai gezilerinden bir esinti çünkü ikinci örnek projeleri de, Çay Vadisi ve Çay Adası! Rize ili açıklarında yine dolgu alan üzerine kurulacak bir Çay Adası üzerinde çay parkı, çay hobi bahçesi, botanik bahçe temalı çay satış çarşısı, çay müzesi, çay ürünleriyle spa ve rehabilitasyon merkezi, kongre ve sergi merkezi, rezidans tipi konaklama tesislerinden ve sosyal donatılardan oluşması öngörülüyor.
DOKA, her şeyin “yapay” olanının iyi olduğuna inanan bir anlayışa sahip sanırım. Diğer bütün “örnek projeleri” hayata geçtiğinde doğa büyük oranda yok olacağından ancak yapay “botanik parklar”, yapay yeşil alanlar yaratılacak, yok edilen kültürün de yapay olarak sunulacağı “Karadeniz park” gibi projelere ihtiyaç olacak zaten.
Havaalanları, “yapay adalar” ve benzeri projelerle Karadeniz’in bir şantiyeye çevrilmesinden elbette sevinecekler var. Başta gittikçe daralan inşaat sektörü. HES inşaatları ve okul, hastane ve konut projeleri belli bir yapıya kavuşan inşaat şirketlerine yeni çalışma alanları gerekiyor. Yeşil Yol Projesi, yapay ada, havaalanı vb. projeler bu ihtiyacı gidermek için üretilen “çılgın projeler”.
Ancak bütün bu projeler Karadeniz’i hızla bir yok oluşa doğru sürüklüyor. Doğayı paraya çevirmek için canla başla didinenler şu eski sözü unutuyorlar: “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak”.

Kalkınma ve İklim
Karadeniz için hazırlanan bu kalkınma “master planları”nda hiçbir şekilde iklim krizinin adı dahi geçmiyor! Oysa 4 Aralık 2018’de Polonya’nın Katowice kentinde düzenlenen İklim Zirvesi’nde (COP24) yayımlanan Küresel İklim Riski Endeksi Raporu’na  göre Türkiye’de 2017 yılında gözlemlenen meteorolojik afetler toplamda 1.9 milyar dolar ekonomik hasara yol açtı. Türkiye’de Meteoroloji Genel  Müdürlüğü’nün verilerine göre 598 iklim afeti gerçekleşmiş. Türkiye’de son 20 yılda iklim afetlerinin yıllık ortalama 462 milyon dolar ekonomik hasar verdiği ifade ediliyor. İklim krizinin Türkiye’ye kısa-ortauzun vadede etkilerine dair birçok rapor mevcut. İklim krizinden en fazla etkilenecek ülkelerden biri Türkiye. İklim krizine bağlı olarak iklim kuşakları, yerkürenin jeolojik geçmişinde olduğu gibi, ekvatordan kutuplara doğru yüzlerce kilometre kayabilecek. Bunun sonucunda da Türkiye’nin, bugün Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da egemen olan daha sıcak ve kurak bir iklim kuşağının etkisinde kalacağı öngörülüyor. Türkiye iklim değişikliği birinci ulusal bildiriminde ise, gelecekte Türkiye’nin güneybatı kıyılarında ciddi bir yağış azalmasının (özellikle kışın), Karadeniz sahil şeridinde ise yağış artışının olacağı tahmin ediliyor (Cemil Aksu, İklim Krizi ve Çayın Geleceği, https://www.polenekoloji.org/ iklim-krizi-ve-cayin-gelecegi/).

Gerçekten de Karadeniz’de artık her sağanak bir afete dönüşüyor. Birçok kez heyelanlar ve taşkınlar oldu, can ve mal kaybı yaşandı. 2002’de Rize’nin Güneysu ve Çayeli ilçelerinde yaşanan sel felaketinde 34 kişi hayatını kaybetti. 2005 yılında Rize ve Trabzon’daki sel felaketlerinde ise toplam 32 kişi öldü. 2009 yılında Artvin Borçka’da 5 kişi, 2010 yılında Rize Gündoğdu’da 12 kişi sel sularında ve heyelan altında kalarak  öldüler. 2012’de Samsun’da yaşanan taşkında, nehir yatağına yapılan  konutlar su altında kalmış ve 13 kişi hayatını kaybetmişti. Ağustos 2015’te Artvin’in Hopa, Arhavi ve Borçka ilçelerinde yaşanan sel felaketi 9 insanımızın yaşamını yitirmesine, çok sayıda yaralanmalara ve bölgede büyük maddi kayıplara neden oldu. 2019 Haziranı’nda Trabzon Araklı’da yaşanan  sel felaketinde da 9 kişi hayatını kaybetti. Bölgede son 10 yıl içerisinde 100’e yakın insanımız bu şekilde hayatını kaybetti. Ve bu sadece insani kayıp. Diğer canlılar için hala kayıt
tutmuyoruz maalesef. Bütün bu sel ve heyelan felaketlerinden sonra geçen sene (12 Temmuz 2019) Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Karadeniz Bölgesi’ndeki 6 ili kapsayan, 15 maddelik “İklim Değişikliği Eylem Planı”nı açıkladı. Bölgede dere yatağında bulunan, iklim değişikliği nedeniyle risk altında olan, acil ve öncelikli taşınması gereken 1950 bina tespit edildiğini belirten Kurum, “Riskli bölgelerde yaşayan 2000 aileyi, kentsel dönüşüm kapsamında yapacağımız konutlara taşıyacağız” dedi. Kurum, Karadeniz’deki iklim değişikliğine bağlı afetleri azaltmak için hazırlanan eylem planının, Türkiye’nin tamamı için de uygulanacağını söyledi. Fakat bu “eylem planı” bölgeye yönelik “kalkınma” anlayışında ne yazık ki herhangi bir değişiklik getirmedi. Turizm ve İklim Krizi “Kalkınma” adına alpin bölgelerde, ormanlarda, su havzalarında yapılan turizm, ziraat, ormancılık, madencilik ve hidroelektrik gibi faaliyetlerin artması ekolojik denge açısından çok ciddi etkilere sebep oluyor. Rekreasyon adı verilen tatil ve eğlence etkinlikleri, dağ ve kış sporları, maden çıkarma ve hayvancılık gibi insan müdahaleleri alpin alanları yerel ve bölgesel ölçekte etkiliyor. Turizm açısından Karadeniz’in “en gözde” yeri Kaçkar Dağları Milli Parkları’na bağlı Ayder’in yaşadığı yıkım yürürlükteki turizm faaliyetlerinin ekoloji ve iklim açısından ibretlik durumda. Genel olarak Doğu Karadeniz dağları, yaylaları ve buralardaki yaşlı ormanları mutlak koruma altına alınması gereken yerler. Kaçkar Dağları Milli Parkları’nın, yaylalarının Anadolu’daki 200 en önemli doğal koruma alanının başında geldiği biliniyor. Buna karşın bölgedeki turizm faaliyetleri ve bu kapsamdaki yapılaşmaya bakıldığında “kalkınma/turizm” mi yoksa “ekolojinin korunması” mı sorusunun aciliyeti bir kez daha yüzümüze çarpıyor.

Ayder Yaylası, 1987 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile Turizm Merkezi ilan edildi. Aynı zamanda belediye mücavir alanı olan ve doğal güzelliğiyle öne çıkan yaylada bu tarihten sonra gelimşigüzel yapılaşma başladı. 1994 yılında Milli Park, 1998 yılında ise Doğal sit alanı ilan edilerek, sözde koruma altına alınan Ayder, 2006 yılında da Bakanlar Kurulu Kararı ile “Kültür ve Turizm Koruma Gelişim Bölgesi” ilan edildi. Koruma Amaçlı İmar Planı hazırlaması gereken Rize Valiliği’nin geçen 17 yılda hazırlayamadığı planlar nedeniyle Ayder’de doğal yapı bozuldu, ev yapan, mezar yeri kazan ve ağaç budayan yüzlerce kişi yargılandı.
2019 verilerine göre Kaçkar Dağları Milli Parkları’na bağlı Ayder’i, Nisan’da 21 bin 700, Mayıs’ta 32 bin 50, Haziran’da 90 bin 300, Temmuz’da 199 bin 700, Ağustos’ta ise 198 bin 700 turist ziyaret etmiş! 1-9 Haziran tarihleri arasında sadece Ayder Yaylası ve Zilkale’ye ise 80 bin 612 kişi biletli giriş gerçekleştirmiş.
Bu rakamlar elbette bazıları için “kâr-zarar hesabı” olarak muhasebeleştirilebilir fakat bu hesabın, ekolojik süreçlerinin sürdürülebilirliği, yıkımının sonuçlarını içermediği ortada. Bir ekosistemin bu “kâr-zarar” baskısına ne kadar dayanabileceği nasıl hesaplanacak? Bu vadilere de, hayatımızdaki birçok tüketim nesnesinde olduğu gibi, “kullan-at” muamelesi yapmanın sonuçları nasıl ve kim tarafından muhasebelendirilecek?
Ekolojinin bize öğrettiği bir şey varsa, her ekosistemin ancak belli miktarda dış müdahaleyi taşıyabileceği, fazlası olduğunda yıkıma uğrayacağıdır. Nitekim birçok canlı türünün yokolmasının nedeni de budur. Turizm adına belli noktalarda yoğunlaşan yukarıdaki gibi insan baskısının bu ekosistemlerde büyük bir yıkıma neden olacağını düşünmek işten bile değil.
Ayder’de yaşanan bu turizm baskısınınyarattığı, vibrasyon (sarsıntı), gürültü, egzoz, çöp gibi sonuçlar elbette kâr-zarar muhasebesine dahil edilmiyor. Hızla artan kaçak yapılaşmada kullanılan yapı malzemeleri (karataş yerine briket, bedevre yerine naylon branda veya eternit), toprak bakır ve ahşap kap kaçak yerine melamin tarzı tabak çanak, plastik bidon ve ambalaj malzemesi, temizlik ve bakım malzemeleri, yemek kültüründeki değişimden kaynaklanan dondurulmuş gıda malzemelerine kadar her şey -ki bunların hepsi plastik gibi fosil hammaddelerden yapılmıştır- dönüşmeyen atıklar olarak kalıyor, vadilerde, yaylalarda.
Yaylaların çimenine yayılırken, bulutların üzerinde “cilika” kurup sallanırken, soğuk suyun kenarında selfie çekerken hiç kimsenin aklına alpin çayırları, küresel iklim krizi, karbon dengesi gibi konular gelmiyor. Şehirden kaçıp temiz havayı ciğerlerinize çekerken binlerce kaçak yapılaşmanın, “yeşil yol projesi” ile yapılan asfalt yollardan gaza köküne kadar basıp tozu duman katmanın, üç beş inek, koyun yerine her gün yüzlerce binlerce kişinin çimenleri ezmesinin, su gözelerinin, yol kenarlarının bira şişeleri, plastik ve envai çöple dolmasının, yayla evlerinde hijyen adına kullanılan deterjanların yarattığı kirliliğin… Biyoçeşitlilik, iklim krizi, su kaynaklarının kirlenmesi, karbon dengesi gibi konularda şimdi ve gelecek kuşaklara nasıl bir miras bıraktığınızı düşünmeyebilirsiniz. Ama doğa size hepsini hatırlatır, merak etmeyin. Yaylanın düzüne attığınız her izmarit, kullandığınız her kirletici deterjan, egzozunuzdan çıkan gazlar, şehirde size su kıtlığı, gıda krizi, sel, aşırı sıcak/soğuk havalar olarak geri dönecek…

EkoIQ Editör