Kars’ta 30’a yakın köy, yaşadıkları toprakların ve bölgenin binlerce yıllık kültürel mirasının zenginliğinden beslenen geleneksel tarım yöntemlerini yeniden keşfederek Türkiye’de sürdürülebilir bir tarımın mümkün olduğunu dosta düşmana ispat etmiş durumda. Gerçi Türkiye onları hâlâ çok tanımıyor ama geçtiğimiz Haziran ayında Türkiye’yi Birleşmiş Milletler RİO+20 Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde temsil eden 25 projeden birinin kahramanları da onlardı. Projenin mimarlarından İlhan Koçulu, bölgede alternatif bir yerel kalkınma modelini nasıl hayata geçirdiklerini EKOIQ’ya anlattı. Anlattıklarından herkes için çıkarılacak çok ders var gibi…
Dünyada artan nüfus ve gıda ihtiyacıyla beraber, endüstriyel tarımın payı da her geçen gün artıyor. Bir yandan tarımsal üretim artıyormuş gibi gözükse de, gıda dağılımındaki adaletsizlikler de büyümeye devam ediyor. Üretim sürecinde kullanılan konvansiyonel yöntemler ve fosil yakıta dayalı enerji kullanımı da, iklim değişikliğinin hızlanmasına, gıda kalitesinin düşmesine, çevre ve gıda kirliliğine neden oluyor; dolayısıyla insan sağlığını da olumsuz anlamda etkiliyor. Bir yandan da dünya çapında köy nüfusunun çok hızlı bir biçimde kente göçü nedeniyle yaşanan sosyal değişim, geleneksel tarıma ait kadim bilgilerin giderek kaybolmasına neden oluyor.
Son yıllarda bu durumdan en çok nasibini alan ülkelerden biri de Türkiye. Üstelik tam da bu haberi yazmaya başladığımız sıralarda yeni bir araştırmanın sonucu tehlikenin boyutlarını bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Hükümetler, STK’lar ve iş dünyası için risk analizleri hazırlayan ünlü araştırma şirketi Maplecroft’un son risk haritası, dünya çapındaki gıda krizinin boyutlarını gözler önüne seriyor. 2013 yılı için 197 ülkeyi kapsayan Gıda Güvenlik Risk Endeksi Haritası’na göre, Türkiye gıda konusunda orta seviyede riskli ülkeler arasında yerini çoktan almış durumda. Hal böyle olunca çözümleri ötelemek ya da sihirli bir el beklemek abesle iştigal etmek anlamına geliyor.
Öte yandan bütün bu gidişata karşı, dünyada tersten de bir uyanış var. Sürdürülebilir gıda ve tarım politikaları, belki hükümetler düzeyinde yeterince olmasa bile, yerellerde ve bölgelerde giderek daha fazla örnekle karşımıza çıkıyor. Türkiye’de buna örnek var mı diye sorarsanız, Kars’ta son birkaç yıldır yaşanan deneyim ve değişim, hiç şüphesiz listenin başında gelir diyebiliriz. Yerel halkın çabası bir yana, değişimin en önemli mimarlarından biri de İlhan Koçulu. Kendisi de Karslı olan Koçulu ve arkadaşları, sadece Türkiye değil, dünya çapında örnek olabilecek bir faaliyeti yürütmeye devam ediyor demek, inanın hiç de abartı sayılmaz.
İlhan Koçulu, son 10 yılını sürdürülebilir bir yerel tarım ve paralelinde oluşabilecek bir yerel ekonomi yaratmaya adeta adamış durumda. Başta Kars ve çevresinde olmak üzere tüm Türkiye çapında tarım ve ekolojiyle ilgili birçok derneğin ve STK’nın ya kurucusu ya da üyesi olan Koçulu yola üç arkadaşıyla çıkmış. “Tükettiğimiz gıdayı nasıl üreteceğiz?” temel soruları olmuş. Önce bunu yapacakları alanları belirlemişler. Kars’ın etnik yapısına göre kültürel çeşitliliği olan, sulak ve toprağı temiz alanları tercih etmişler. Birkaç köyle başlayan proje bir süre sonra yayılmaya başlamış. Kars’ta şu anda 30’a yakın köyde, bir tür sürdürülebilir ve alternatif, yerel eko-kalkınma modeli hayata geçmiş durumda. İşe bölgedeki bitkileri tanımakla başlamışlar. Tanıdıkça da yol haritaları belirgin hale gelmeye başlamış. Örneğin Koçulu’nun önayak olmasıyla bölgeye has, dünyanın en eski ve güçlü buğday türlerinden biri olan kavılca tohumu şu an yok olmaktan kurtulmuş durumda.
Türkiye’yi RİO+20’de Temsil Ettiler
Koçulu’nun en önemli başarılarından biri aslında, kurduğu derneklerle köylüleri örgütleyip topraklarına ve bölgedeki geleneksel tarıma sahip çıkmaları için önayak olması. Köylüler aldıkları tarım eğitimleriyle tekrar yerli tohumları ekmeye başlamış, geçimlik bahçe ve bostanlar kurmayı öğrenmiş. Öyle ki yöre halkı tarımla ilgili bilgilendikçe, gelenekselle bilimsel bilgiyi birleştirmeye başlamış. Yerel tohumlar, yerel üretim bilgisi ve yerel çiftlik hayvanlarının korunması, beraberinde bölge içinde farklı bir ekonomik ilişkiyi de yaratmış. Örneğin bir köyün ürettiği, piyasanın etkisi olmadan hemen komşu köye ulaşabiliyor. Böylece köylüler arasında karşılıklı ilişkiler ve dayanışma ağları güçleniyor ve ortaya sürdürülebilir bir yerel ekonomi ilişkisi çıkıyor.
Üretime kadınlar da katılınca, doğadaki şifalı ve aromatik bitkilerden de faydalanılmaya başlanmış ve geçimlik bostanlar kurulmuş. İlhan Koçulu ve Kars’taki çiftçilerin başarısı uluslararası camiada da yankı bulmuş durumda. Kars Yöresi Doğal Ürün Yetiştiricileri Derneği, Yerel Tohumların Sürdürülebilir Köy Projeleriyle Korunması ve Kullanımı adlı projeyle, Türkiye’yi Birleşmiş Milletler RİO+20 Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde temsil eden 25 projeden biri olmayı da başardı.
Koçulu ve arkadaşları, bunlarla da yetinmeyip Türkiye’de bir başka ilke de imza attılar. Zavot Eko Müze adıyla Türkiye’nin ilk yerel ekoloji müzesini hayata geçirdiler. Kars- Ardahan-Göle yolu üzerindeki Boğatepe Köyü’nde kurulan müzede, yörede peynir üretiminin kültürel kökenlerini ve yine yörenin bitki çeşitliliğini görmeniz mümkün. Bütün bu uygulamalar ve beraberinde gelen başarılara biz de kayıtsız kalamadık. Şimdi sözü burada kesip, yöredeki hikayenin nasıl başlayıp nasıl devam ettiğini EKOIQ okurlarıyla paylaşması için İlhan Koçulu’ya bırakıyoruz.
Geleneksel Tarımı Hatırlamak
Kendi tükettiğin gıdaları yetiştirebilmek için öncelikli olarak temiz bir suya ve toprağa ihtiyaç var. Üçüncüsü yerel, yani temiz tohumlara ihtiyaç var. Dördüncüsü de bunların hepsini birleştirip gıdayı üretecek, geleneksel bir tarım kültürü gerekiyor. Baktığımızda, bunların dördü de hem dünyada hem de bölgemizde tehlike altında. Toprak, ilaç, gübre ve sıralı ekinleri dinlendirmeden ekim yapılması nedeniyle güçsüz düşürüldü. Sular yine aynı ilaçlarla kirletildi. Bu da yetmedi, yine sular çeşitli bahanelerle, barajlarla, HES’lerle ve sulama kanallarıyla satılıp sahiplenildi. Tohumlar da uluslararası şirketlerin patent ve tesciliyle sahiplenilmeye başlandı. Dördüncü ve bana göre en önemli olanı ise tarımın geleneksel bilgisi, kültürü yok ediliyor. Yani diğer bir deyişle, gıda üretim süreçleri dünyada şirketlerin ve belli bir merkezin denetimi altına alınmak isteniyor.
Dünyada yaklaşık olarak 3 milyar insan tarımla geçiniyor. Son 10 yıl içinde tarımla geçinen Türkiye nüfusu yüzde 35’ten yüzde 27’ye indi. Bu yüzde 27’nin de bir ayağı dışarıda. Gıdada rekabet edebilirlik üzerine kurulu politikalar, küçük çiftçinin rekabet şansını sıfıra indiriyor. Böylece küçük çiftçi göç etmeye, topraklarından kopmaya zorlanıyor. Kopuş aslında bu insanların kaç bin yıllık tarım bilgilerini de yanlarında götürmeleri anlamına geliyor. Kentlerde bu bilgi bir işe yaramıyor. Kentteki mesleklerin birçoğu birkaç yıllık eğitimle kazanılabilir. Ama geleneksel gıda üretimi aynı şey değil.
Köyler Arasında İç Ekonomi
On tane köy seçtik. Bu köylerin iki tanesi Boğatepe ve Yereşin, 2000 metrenin üstünde köylerdi. İki köy de hayvancılığın çok yoğun yapıldığı, yem bitkisinin yeterince ekilmediği köylerdi. Aşağıdaki köyleri de 1400-1550-1600 ve 1700 metre yüksekliğindeki köylerden seçtik. Onlarda da hayvancılık az, tarım yoğun yapılıyordu. Bu köyler arasında iç ekonomi oluşturduk. Hayvan takasına gittiler ve alışverişi birbirleriyle yapmaya başladılar. Yolboyu, Çamçavuş, İncesu, Yerebakan, Kuyucuk, Küçük Pergit, Büyük Pergit ve Çatma bizim ilk proje köylerimizdi. Bu köylerde ilk dönem tohum çoğalttık. Önce erkeklerle çalıştık. Ürünleri pazarlamada kolaylık olsun diye, organik sertifikasyona da gittik.
2 Bin 200 Metrede Fasulye
Bölgede yaşayan insanların, yaşadıkları yere sahip çıkmaları için bölgedeki bitki çeşitliliğini ve bu bitkilerin önemini kavramaları gerekiyordu. Bu yüzden botanik ve etno botanik çalışması yaptık. Çalışma çok başarılı oldu. Sonuçta bölgenin bitki deseni ortaya çıktı. Bunların içerisinden önce yerel halkın hangi bitkiyi nasıl kullandığını öğrendik. Bu ön bilgileri aldıktan sonra, işin uzmanlarıyla bir araya geldik. İstanbul Üniversitesi’nden farmakologlar, Celal Bayar Üniversitesi’nden Sulu Bitkiler Bölümü’nden hocalar getirttik. Bitkilerin sıkıntılarını tespit edip, çözümler noktasında nelerin faydalı olacağını çıkardık. Yine bu bitkilerin toplanması, kurutulması ve depolanması konusunda eğitimler alındı. Hayvansal gıda ağırlıklı derslerin yanı sıra küçük bahçe eğitimi de verildi. Bunlar batıdaki insanlar için komik olabilir ama 2 bin 200 metrede marul ve fasulye yetiştirmek kolay değil; bu bilgi çok önemli. Şu anda hemen hemen bölgede her üç evin bir tanesinde bostan var ve bu bostanlardan her biri üç eve yetiyor. Ayrıca bunlardan bölgeye satış yapan birkaç tane sera hazırlandı. Birkaç tane de yetiştirici çıktı. Bunlar da doğal ürünler yetiştirip satarak, küçük de olsa “yerel üret, yerel tüket” politikasına hizmet ediyor.
“Antik Tohum Yetiştirdik”
Yaptığımız en önemli işlerden biri de yerel tohumlar yetiştirmek oldu. Yerelde sekiz çeşit kuru bakliyat, çeçen tohumu, 22 tane de yeşillik ve sebze olmak üzere toplam 31 adet yerel tohumun toprakta yaşaması için çalışma yaptık. Bunlar için bir tohum yetiştirme yeri oluşturduk. Gönüllülük temelli olarak, bu tohumlar çoğaltılıp ihtiyacı olanlara dağıtılıyor. Bir de antik tohum var. Bu firavunların mezarından çıkan bir tohum. Firavunların her tohumu yanlarına almadıkları biliniyor. Bu 8000 yıl önce buğday olarak kullanılan tohumlardan bir tanesi. Yapılan kromozom testlerinden sonra çok değiştikleri tespit edilmiş. Çinko açısından da çok zengin. Örneğin Türkiye’deki buğdayların çoğunda çinko eksikliği var. Anadolu’daki insanlarda çinko eksikliğine bağlı olarak gelişen rahatsızlıklar sık görülür. Yaklaşık 350 çiftçi Kars’ta bu tohumu kullanıyor, onun dışında da Türkiye’de 13 ile dağıtıldı. Şu anda yıllık 250-300 ton satışı var ve 300 ton da yerel halk tüketiyor. Kafkas ve kızıl dediğimiz yerel buğday türleri de yeniden ekilmeye başlandı.
“Bire On Ürün Aldık”
En önemlisi yerel halk ve Kars çiftçisi, yerel tohumların Ziraat’in verdiği tohumlardan daha kârlı olduğunun farkına varınca, bunları kullanmaya ve sahiplenmeye başladı. Bunlar artık hükümet tarafından Tarım Bakanlığı tarafından sahiplenilmeyen, düşük verimli oldukları gerekçesiyle kaderleriyle baş başa bırakılan tohumlar. Bu desteklerden uzak kaldıkları için de yok olmaya yüz tutmuş tohumlardı. Örneğin bölgede verimliliği artırmak için tohum temizleme makinesine ihtiyaç vardı. Biraz derneğin, biraz da köylülerin katkısı ile bu makineyi, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı – UNDP’den aldık. Makine yaklaşık 26-27 köyde sırayla çalışıyor. Yerel tohumlar bu makinede temizleniyor ve içerisinden en verimli tohumlar seçiliyor. Çünkü yerel tohumların yaklaşık yüzde 30’u ölü ve zehirli olabiliyor. Makineden çıkmış tohumlar atıldıktan sonra bire dokuz ve bire on bir ürün alınmaya başlandı. Tohumun doğru seçilmesinin ne kadar önemli olduğu da böylece öğrenilmiş oldu. Bir de ortak ekipman kullanımı çiftçileri yan yana getirdi. Çiftçiler daha fazla bir araya geldi ve o çiftçiler arasındaki diyalog sıkılaştı. Biz hiçbir zaman insanlara “çok para kazanacaksınız” demedik. 2002’den itibaren organik tarım için alanlar ayrıldı. Şimdi bunları bir çatı altında toplamak gerekiyor. Ama halk 1980 darbesinden bu yana hâlâ derneklerden korkuyor. Kooperatifler de aynı. Bu nedenle başka tür örgütlenme modelleri araştırmaya başladık.
Kadın Eli Değince
Kadınların katılımı da önemliydi. Eşlerinin de destekleriyle, şifalı bitkiler üzerine bir projede çalışmaya başladılar. Eşlerinin etki alanlarına girmeden, onların ürünlerine dokunmadan kendileri yetiştirdiler; özellikle kadın hastalıklarında ve çocuklarında kullandılar. Bir süre sonra da bu ürünleri satmaya başladılar. En önemlisi kadınlar aldıkları eğitimden dolayı toplum içerisinde bir statü kazandılar. Bahçe bitkileri, şifalı bitkiler ve yenilebilir bitkilerin tanınması, toplanması ve depolanması konularında bilgi aldılar. Hatta üreme sağlığı ve Fransızca dil eğitimine bile katıldılar. Örneğin doktora öğrencilerinden sürekli teşekkür mailleri alıyoruz. “Kırsal alandaki kalkınmaya bakış açımızı değiştirdiğiniz için teşekkür ederiz. Kırsal alandaki kalkınma davranış değişikliği ile oluşurmuş, biz onu hep göz ardı ettiğimiz için hep rakamlar üzerinden gidiyorduk” diyorlar.
Kültür Mirası Peynirler
Kamudan destek almasalar bile, İlhan Koçulu’nun yürüttüğü Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği köyde önemli bir işi de başararak, Eko Müze Zavot ismiyle Türkiye’nin ilk eko müzesini kurdu. Zavot kelimesi Rusça atölye/fabrika anlamına geliyor. Bina 1880 yılında bir İsviçreli tarafından yapılmış. Doğu Anadolu’daki ilk peynir atölyesi olma unvanına da sahip olan binanın inşasının ardından bölgedeki peynir üretimi atölyeye taşınmaya başlamış. Müzede bölgenin bitki çeşitliliği, zenginliği ve belki de Türkiye’nin en farklı peynir türlerine ait tarımsal kültür tanıtılıyor.
1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşları’nın ardından, Ruslar tarafından Kars’a yerleştirilen Malakanlar da bölgenin bir diğer zenginliği. İlhan Koçulu, Eko Müze Zavot’la farklı kültürlerin bir araya gelince nasıl bir zenginlik yarattığını göstermek istediklerin söylüyor. Bölgeye bakınca da zaten Almanlar, İsviçreliler, Malakanlar, Türkler, Kürtler ve kısmen Ermeniler’in bir araya gelerek oluşturdukları tarım ve hayvancılığa ve dolayısıyla peynir üreticiliğine ait ortak kültürel mirası görmemek mümkün değil.
EKOIQ Dergisi Aralık 2012 Sayı: 24