Kent araştırmacısı Melike Selin Durmaz Ekenler, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu gıda krizini kent, kent bahçeleri ve topluluk bahçeleri üzerinden değerlendiriyor: “Giderek kırsal pratiklerin ve küçük üreticilerin çözüldüğünü görüyoruz. Diğer yandan tüm krizlerin ve çözülmelerin karşısında, yeni arayışlar doğuyor kentlerde. Dolayısıyla kent, gıda krizi bağlamında hem yıkımın hem de yeniden kurulma süreçlerinin yeri, bana göre”.
Türkiye’de giderek derinleştiğini gördüğümüz gıda krizine çalıştığınız alan üzerinden baktığınızda temel nedenler olarak neleri görüyorsunuz?
Bu konu birçok açıdan ele alınabiliyor. Ben bir şehir plancısı hatta kent araştırmacısı bağlamında değerlendirmek istiyorum. Bizim alanımızdaki çalışmalarda genelde kentleşme süreçlerinin tarım ve sanayi kentleri üzerinden anlatıldığını görebilirsiniz. Son neoliberal kentleşme dönemi ile birlikte hem ekonomik ve ekolojik krizlerin hem de gıdanın ayrı ayrı düşünülebilecek meseleler olmadığını anlıyoruz. Özellikle kentleşme bağlamında noeliberal kentin, insanların üretim araçlarından bağını koparmakta olduğunu, yabancılaştırıldıklarını görüyoruz.
Bu yabancılaşma kendiliğinden açığa çıkmıyor. İnsanların bu süreçte birbirlerine ve doğaya da yabancılaştıklarına şahit oluyoruz. Bunların hepsi birlikte işliyor. İnsan kendi doğasına yabancılaşırken, örneğin çoğu yetişkinin kendi tükettiği gıdanın nasıl üretildiği konusuna dair bile belki fikri yok. Diğer yandan neyin, nasıl, nerede ve kimler tarafından üretildiği, bizim bunları ne süreçlerden geçerek aldığımız, bu süreçteki emisyon salımına kadar birçok konu var. Bir de topluluklar olarak kentlerde gün geçtikçe artan bir güven sorunu var. Mesela pazardan aldığı ürünler ve süt konusunda görüyoruz bu sorunu.
Bir de gezegen konusu var. Gezegeni genelleştiriyorum ama buna iklim, tohum, su, toprak diyebiliriz. Toprağın ve suyun sağlığı ile ilgili bir takım soru işaretleri var. Bu konudaki farkındalığımız ve bu süreçlere nasıl dahil olmamız gerektiğini ne derece biliyoruz, emin değilim. Krizin kökenleri, bu eksenlerin varlığına yönelik yabancılaştırılmamıza dayanıyor. Bunların bize daha tekelleştirilmiş şekilde sunuluyor olması, kentsel alışkanlıklarımız, yaşam tarzımızla ilgili problemler var.
Kırsal ve kentler üzerinden de tartışabiliriz konuyu. Büyükşehir yasası değiştikten sonra kent-kır kavramını yeniden tartışmaya başlıyoruz. Metropollerdeki kırı tartışıyoruz. Giderek kırsal pratiklerin ve küçük üreticilerin çözüldüğünü görüyoruz. Diğer yandan tüm bu bahsettiğim krizlerin ve çözülmelerin karşısında, yeni arayışlar doğuyor kentlerde. Dolayısıyla kent, gıda krizi bağlamında hem yıkımın hem de yeniden kurulma süreçlerinin yeri, bana göre.
Gıda güvencesi ve güvenliği temelinde kent bahçeciliği nasıl avantajlar sağlayabilir?
Gıda güvenliği ve güvencesi meselesi kent bahçeciliğinde iki yönlü olarak açığa çıkıyor. İlk olarak güvence ve güvenlik ihtiyacını örgütleme önceliğinde. Kentliler olarak gıdanın üretim koşulları ile ilgili giderek fikir sahibi olmaya yönelik talebimiz artıyor. Kent bahçeciliği, bir kentsel tarım imkanı veya yeni kentlilik motifi olarak bu süreçlere dahil olma zeminlerinden, aşamalarından biri. Kentte yeşertilen bahçelerden bahsediyoruz neticede. Kent bahçelerinde birçok model olsa dahi her birinin bir meselesi, derdi olduğunu söyleyebilirim.
Diğer yandan, kentin ortasında ürün yetiştirmek, toprak ve ürünün kalitesi, hava kirliliği vb. konular açısından çok tartışmalı. Örneklerine baktığımızda gıda öncelikli bahçe pratiklerinin kent çeperlerinde üretildiğini görüyoruz. Bu bölgedeki insanlar ya doğrudan üretim süreçlerine dahil olarak ürettikleri ürünün tüketimini gerçekleştiriyorlar ki bu durumda zaten gıdanın ne koşullarda üretildiğine birebir dahil oluyorsunuz. Kimi yerde bu üretim süreçlerinin denetimini bireysel olarak kendi alanınızda yapıyorsunuz; kimi yerde de buralar paylaşımlı bahçelerde topluluk olarak gerçekleştirdiğiniz bahçecilik aktiviteleri oluyor ya da anlaşmalı olarak halihazırda tarımını yapan küçük üretici ile anlaşabiliyorsunuz. Bu örnekler TDT-Topluluk Destekli Tarım uygulamaları (CSA-Community Supported Agriculture) kapsamına giriyor aslında. Gıda önceliğinde konuşursak gıda güvenliği ve güvencesinde sağladığı avantajlar var. Kırda hâlâ yeri olan, alışkanlıklarını sürdüren ve üretimden anlayan bir üreticinin kırdaki ekonomik döngüsünü ve bağlarını desteklemek bağlamında bu bir güvence oluyor. Ama eğer kentli doğrudan üretiyorsa veya bir topluluk içerisinde örgütlenebiliyorsa, kent bahçesi bu durumda aradaki diğer tedarik zincirlerini ortadan kaldıran, mevcut kapitalist ilişkiler içerisinde gedik açan bir uygulama biçimi olarak açığa çıkıyor.
Topluluk bahçeleri yaklaşımının yurtdışında farklı uygulamaları olduğunu biliyoruz. Öncelikle bu yaklaşım neyi ele alıyor? Uygulamalardan örnekler verebilir misiniz?
Topluluk Bahçeleri (Community Garden) ya da bunun daha protest versiyonu Gerilla Bahçeciliği (Guerilla Gardening) olarak literatürde geçiyor. Topluluk bahçeciliğinin başka bir şemsiye başlık olarak beslendiği birçok nokta var. Biri biraz önce tartıştığımız meselelerden yola çıkıyor: Gıdanın her türlü mekanda üretilip, örgütlenebileceği ve bulunduğu yerelin ihtiyacına göre oluşturulan sosyomekansal bir deneyim sahası diyebiliriz. Topluluk bahçesi topluluk tabanlı bir pratik. Yurtdışındaki örneklerinde kimi zaman belediyelerin de önayak olduğu pratikler var. Zaman içerisinde kendi topluluklarını oluşturan ya da halihazırdaki toplulukların talepleri üzerinden yer verilen veya yer alan bahçeler var.
Benim önemli bulduğum ve çalışma fırsatı yakaladığım yerler topluluk eliyle üretilen mekanlar. Kentteki atıl kalmış bir alanın yeşertilmesi süreci çok zor, emek isteyen ve kolektif olarak üretilmesi gereken bir süreç. Kent bahçelerine, Türkiye’de de örneklerini gördüğümüz parsellenmiş hobi bahçelerini de, çeperlerde bulunan ortak bir arazinin kolektif yönetimini de dahil edebilirsiniz. Ancak “topluluk bahçeleri” diyerek vurgulamak istediğim, kolektif olarak örgütlenen, belki çerçöp içerisindeki bir arazinin temizlenme sürecinden itibaren oranın yeşertilmesine kadar geçen emekle açığa çıkan topluluk. Topluluk bahçesi, gıdanın üretim kapasitesi ve dağıtım-tüketim aşamalarının organizasyonu önceliğinde işlemiyor olsa bile, oraya katılan insanların yeşeren her ürün ve bitkinin bakımını birlikte yaptığı, bunu yaparken kente, gıdaya, dünyaya dair kendiliğinden örgütlendiği, kendi topluluğunu geçirdiği emek süreciyle birlikte inşa eylediği bir mekan burası.
Kimi zaman kentsel hareketlerde, direniş mekanlarında bahçecilik gibi aktiviteler ile bir tür ifade alanı yaratılıyor. Eylemcilerin “Biz giderek kentleşen, kapitalistleşen bir mekansal işleyişten rahatsızız. Bir bina veya alışveriş merkezi daha istemiyoruz. Bu alan bizim mahallemizde çocukların top oynadığı bir açık alan ve burayı kentliler ve mahalleliler olarak vermiyoruz” gibi bir protesto ile başlayan ve bahçeye dönüşen bir yer olabiliyor. Orayı yeşerttiğiniz takdirde, bir bakış açısıyla, kentsel çevre kalitesine ve gündelik hayata da bir katkı sağlamış oluyorsunuz. Kentli belki de belediye tarafından sunulması gereken bir yeşil alan hizmetini kendisi örgütleyerek, hem de ihtiyaçları doğrultusunda oluşturuyor. Kimi zaman da bu bir takım ilginç alanlarda, o bölgede gerçekten bir doğrudan gıda üretimine dahil olmak isteyen topluluk varsa bir çatıda, bir refüjde, bir kamu binasının altında, bir okul veya hastane bahçesinde gıda üretimi yapılabiliyor.
Bu bahçeler eylem alanları içerisinde açığa çıkabiliyor ama daha sonra kentsel hayatı ve kentlilerin alışkanlıklarına dahil oldukça bir yer ediniyor. Belki de protest halinden daha kalıcı bir yapı kazanıyor. Sivil itaatsizliğin belki de olabilecek en keyifli ve meşru mücadele biçimi haline geliyor. Zaman geçtikçe bahçelerin kimliklerinde de bir takım değişiklikler olabiliyor. Mesela New York’ta 1970’lerde, kentin çöküntü döneminde bir grup aktivist sanat öğrencisinin tohum bombaları hazırlayarak mahallenin sokaklarında aktivite olarak hayata geçirdiği “biz buranın köhneleşmesini istemiyoruz” söylemi vardı. New York örneğinde bir gıda üretimi söz konusu değildi. Bu zaten ilk gerilla bahçe uygulamalarından biri olarak görülüyor. Bu tür hareketlerin itici güçleri iktisadi, kent veya iklim krizleri oluyor. Mesela tohumun giderek atalık tohumdan üretilen ve çoğalamayan tohuma evrilen süreçteki protestolara kadar bahçelerin yer aldığını görebiliyoruz.
Kimi zaman gıda üretimindeki gibi amaç oluyorlar, kimi zamanda ise bir tür protesto ya da kente yönelik taleplerin dile getirilme zemini şeklinde araç oluyorlar. Örneğin Berlin’de, kentin popüler bir bölgesindeki kira artışı oranları ile ilgili memnuniyetsizliklerini dile getiren, bir araya gelme imkanlarının giderek zayıfladığını düşünen bir grup kentli, boş bir araziyi bahçeye çevirmeyi talep ediyor ve bunu hep birlikte yapmak istediklerini duyuruyorlar. Sadece elden ele dağıtılan ilanlarla bir günde o mahalleden ve kentin genelinden 250-300 kadar insan temizlik yapma, arazi hazırlama vb. işler için geliyor. 2009 yılında atılıyor bu ilk adım. Ve zamanla oldukça da popüler bir hale geliyor. Aslında belediyeye ait bir arazide gerilla bahçe olarak başlıyor ama zaman içinde belediye ve grup uzlaşıyor ve belediye gruba belirli bir tarihe kadar alanı kullanım izni veriyor. Sadece yerleşik şekilde kullanılmamasını talep ediyor belediye. Bu model üzerine de taşınabilir bahçecilik fikriyle kasalarda ve çuvallarda ekim yapıyorlar. Diğer yandan bahçeciliğe dair temel bilgiler paylaşılıyor ve gönüllü olarak çalışanlara gıda ücretsiz veya indirimli olarak sağlanıyor. Bildiğimiz türden hobi bahçesi gibi işlemiyor. Bilgi ağına, deneyim paylaşımına çok açık. Bahçe, sosyal ve ekolojik hedeflerle tanımlıyor kendisini. Adını bulunduğu sokaktan alıyor ve Prensesler Bahçesi (Prinzessinnengarten) olarak anılıyor. Mahallelinin hem kente hem birbirine yabancılaşmasını kırmaya ve şehrin doğasına, ekolojisine yönelik farkındalığı açmaya dair bir mekan olarak işliyor.
Ben 2012 yılında Berlin’de yaşarken sokakta yürürken fark ettim bahçeyi. Ekip biçmeye, orayı anlamaya gönüllü oldum. Kendimi oradaki toplulukla çalışırken ve her geçen gün karşılaştığım farklı deneyimlerle karşılaşırken buldum. Bir süre sonra belediye tarafından bahçenin taşınması gerektiği kararı verildi. Süre dolmuştu. Yerine bir şirket binası veya market zincirinin gelmesi planı vardı. Çok kısa sürede bahçe savunuldu. Her ne kadar taşımalı bir tasarımı vardıysa da kent hakkı kavramı ile kendisini tanımlayan, kentin çok farklı meselelerine ortak olan ve birçok kolektif eyleme, atölye çalışmalarına yer açan bu bahçenin, yerinde kalması gerektiği ulusal ve uluslararası kampanyalarla dile getirildi. Düşünsenize, bir yanda el arabasıyla toprak taşıyan, az önce işten çıkıp bahçeye koşmuş insanlar görüyorsunuz. Bir tarafta engelliler, yaşlılar, çocuklar bir arada hasat yapıyor, belki daha o gün tanışmışlar. Mutfakta çalışan öğrenciler var. Bahçeye ait bir küçük kafe, kompost ve geridönüşüm alanı, arı kovanları, meyve-sebze fideleri var. Mekanın oldukça organik bir formu var. Hem gıdaya ve kente hem de insanların birbirlerine dair öğrenme ve bağ kurma ihtiyacına iyi gelen bir yer bu bahçe. Bugün hâlâ yerinde, kentin bir müşterek alanı olmaya ve ortak dertleri olan diğer hareketlerle yol almaya devam ediyor.
Türkiye’de de benzer yapılar hayata geçirilebilir mi?
Belki de belediye tarafından teşvik edilen bir yapı olabilir çünkü farklı itici güçlere ve kültürel alışkanlıklara sahibiz. Benzeri bir proje üniversite kampüsünde de olabilir. Buğday Derneği’nin teşviki ile atalık tohumların yaygınlaştırılması için “Tohumlar Kampüse” projesine başvurmuştuk 2015 yılında. Kampüsteki deneyim çok ilginçti. Mersin Üniversitesi’nde yapılmıştı. Çoğu kırsal kökenleriyle hâlâ bağı olan öğrenci profilinin ekip biçtiği bir deneyimdi. Ama onlar aynı zamanda ekolojik, organik üretim, atalık tohumların çoğaltılması gibi bugün yaygınlaşmakta olan bilgiye çok farklı bakıyordu. Aileleri her sene ekeceği tohumu yeniden alıyorken, bunun üretim süreçlerine dair ne kadar önemli olduğu bilgisini o dönemde kampüsteki deneyimle öğrendiler. Biz yeni nesil ekolojik üretim meraklıları ise onlardan toprakla haşır neşir olmayı, onun ihtiyaçlarını gözlemlemeyi öğrendik.
Deneyimlerin aktarımı da bu şekilde olmalı gibi geliyor, batıdan doğuya veya tam tersi. Oradakini kopyalamak gibi değil, farkındalığa aşinalık kazandırmak önemli. Kente dahil olma süreçleri bizde daha tutuk sanki. Herkes kentin ve gıdanın gidişatından şikayet eder ama bir şeyler yapma konusunda daha geç alevlendik diye düşünüyorum. Belki de Gezi döneminden sonra bu tür kolektif eylemlerin arttığına şahit oluyoruz.
Sadece topluluk veya kent bahçeleri özelinde değil de genel olarak topluluk destekli gıda üretim biçimlerinin kentin birçok noktasında gerçekleşebilme ihtimali var. Sadece bu konularda bilgi ağının ve yol haritasının üretilmesi gerekiyor. Mesela Prensesler Bahçesi’nin önderlik ettiği bir ağ var: Almanya genelindeki kent bahçeleri zinciri. Kentin neresinde olursa olsun, kolektif olarak idame edilen bir bahçenin bu ağa dahil olarak ortak bir yol haritası izlemesi amaçlanıyor. Hatta bir manifesto da yazmışlardı. Kır ve kentte yaşayan her kesimin topluluk tabanlı olarak dile getirilen taleplerinin önemli olduğunu, kent hakkı talebiyle harmanlayan bir manifesto. Böyle bir ağ ve aktarıma ihtiyaç var. Bunlar belki de gıda kooperatiflerinin çabalarıyla başlayacaktır.