GÖR-DÜĞÜM
Çift dilli (İngilizce ve Türkçe) bir şiir kitabı geçti elimize: Gör-Düğüm. Altbaşlığı ise Nicomedia’ya Ağıtlar. İşin daha ilginç tarafı, bazılarının öldü kabul ettiği şiir kendini çevreci bir anlatı olarak yeniden yaratıyor bu kitapta. Şairi Kerim Sakızlı ile, Beyoğlu, Asmalımescit sokaktaki şiir atölyesi/sığınağında, dünyanın, insanlığın ve dolayısıyla şiirin geleceğini konuştuk.
Fotoğraflar: Volkan DOĞAR
Şiirin, bir edebiyat formu olarak hayatını sürdürüp sürdüremeyeceği edebiyat çevrelerinde bir süredir tartışılıyor. Değişen dünyada, her şey gibi anlatı türleri de değişiyor. İnsanoğlu ve kızının en eski edebi ifade biçimi olan şiirin, giderek maddileşen dünyada ne gibi bir işlevi olabileceği, gerçekten esaslı bir soru. Ama hiçbir şey için acele davranmamalı. Bundan yaklaşık 20 yıl önce Francis Fukuyama tarihin bittiğini ilan etmişti ama aradan geçen süre ve yaşananlar, tarihin daha çok bilinmedik ve beklenmedik virajının olduğunu bize gösterdi.
Aynı şeyin şiir için de geçerli olduğunu, bir şair hatırlattı bize. Şiir tragedyalardan, büyük insanlık trajedilerinden doğmuştu. Savaş, ölüm, varoluş, aşk, şiirin kana kana içtiği kaynaklardı. İnsanlığın bugün yeni bir varoluş sorunu ile karşı karşıya olduğunu söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. Hem de, belki insanın mavi gezegen üzerindeki tüm macerası boyunca görmediği büyüklükte bir trajedi bu. İnsanlık kendi varoluşuna kastedecek yaşama biçimlerine, kültürüne son verip yeni bir uygarlık için adım atacak mı? Bu soru insanlığın uyanık zihinlerinde yankılanıyor ve tabii ki, çok daha güçlü bir önsezi ve kavrayışla dolu sanatçılarda bu tragedya çok daha güçlü bir etki yapıyor.
Bahsettiğimiz şair Kerim Sakızlı. Daha önce ne adını duymuştuk ne de bir şiirini okumuştuk ama bizim kulaklarımıza fısıldadığı dingin ama güçlü mısralar, bu varoluş trajedisine insanlığın kayıtsız kalmadığının, kalamayacağının en keskin kanıtlarından biri oluverdi. Ve çoğu zaman olduğu gibi acıyı anlatırken umudun da yankısı oluverdi şiir.
Profesyonel yaşamında uluslararası bir firmanın 10 ülkeden sorumlu pazarlama direktörü olan Sakızlı, bizim için gördüğü GörDüğümü, insanlıkla paylaşmaya kalkışan bir yeni zaman şairi sadece. İnsanlık bu kördüğümü çözebilecek mi bilinmez ama belli ki şairler ve şiir bir zaman daha varlığını sürdürecek ve yeni sorunlara yeni diller oluşturmaya kalkışacak… Çünkü şiir, cesaretin bir başka adıdır.
“Şiirin Uyuyan Bir Gücü Var”
Şiirin aslında çok büyük bir gücü var. Ama uyuyan bir güç bu. Bir şekilde bizleri uyandırması lazım. Tek bir şairin yapacağı iş değil bu. Ama derdimiz varsa, ki şu an çok büyük bir derdimiz var; küresel ısınma tehdidi ile karşı karşıyayız. O yüzden böyle bir şiir kitabı yazdım.
Yazdıklarım için biraz da risk alarak “çevre şiiri” dedim. Bu biraz riskli bir şey. Neden? Çok avam bir şey de olabilir. Çevre bugünlerde çok revaçta bir konu ama çok da yumuşak bir konu. Herkesin çiğnediği, herkesin bildiği ama hareket etmediği, tepkisini göstermediği bir konu. Tepkiler de çok yumuşak tepkiler. Ama eğer ben şairsem, herhangi bir şeye bakmadan bunu söylemem gerekir diye düşündüm. Onun için biraz da bağırmam gerektiğini düşündüm. Daha evrensel, benim memleketimden dünyanın her yerine açılan bir şiir yapmak istedim. Çünkü bu sadece bizim ülkemizin konusu değil. Brezilyalı yerli Bororo’nun ve Yağmur Ormanlarını kaybedenlerin de hikâyesi…
“Kendi Hikâyemi Anlatmak İstedim”
Şair başkalarının hikâyesini anlatmamalı. Ya da başkalarının hikâyelerini anlatıyorsa, onların içine girebilmeli, nüfuz etmeli ve harbi olmalı. Çünkü şair bazen yalancıdır. Yani fantezilerini kurarken, söylediğinin arkasında durabilmelidir. Bir şekilde ne kadar uçsa da, bir ayağı yere basabilmelidir. Bu çok sevgili şair arkadaşım Ayten Mutlu’nun sözüdür: “Şair uçmalıdır ama başparmağı yere basmalıdır” der. Yani belli bir diyalektik olması lazım içinde. Hep bunu dikkate alarak, bana ait olan hikâyeyi anlatmak istedim. Onun için kitapta daha çok memleketim var: Nicomedia ve bildiğiniz gibi Nicomedia, İzmit’in antik dönemdeki ismidir.
“Ben O Denizde Yüzdüm”
Ben bu şiiri, bu kitabı neden yazdım biliyor musunuz? Çok basit bir sebebi var. İstanbul’da yaşıyorum ve İzmit’e, memleketime, çok sık gidiyorum. Her gittiğimde Hereke’den başlayarak, İzmit Körfezini gördüğümde içim kan ağlıyor, çünkü ben o denizde eskiden yüzüyordum. Şimdi benim oğlum denize girmesi için Çeşme’ye, Bodrum’a gitmesi lazım. Bazıları “İsviçre’nin elinde olsa bu şehir kim bilir ne olurdu?” diyor. Ben buna katılmıyorum. İngiltere’de asit yağmurları yağıyordu, önlemini aldılar, düzelttiler. Ren Nehrinde bir tane balık yoktu ama uğraşıp nehirlerini ıslah etmeyi başardılar.
İzmit dünyanın en eski üzüm bağlarına sahip, şarapçılığın doruk noktasına çıktığı bir şehir. İnanılmaz bir iklimi var. Eğimiyle, farklı saatlerde güneşi alışıyla, birçok şarap türünü üretebileceğiniz çok enteresan bir yer. Mesela Kirazlıyalı diye bir yer vardır, bir tane kiraz ağacı göremezsiniz. İzmit, Roma’nm başkenti olmuş bir şehir. Bunu kim biliyor?
“Şiir Tırnakla Kazar”
Bu şiir kitabı ne kadar satacak? Çok satmayacaktır. Evde yemek yapan ve kocasını aldatan bir kadının hikâyesi tabii ki bundan daha çok satıyor. Ama sonuçta birileri bazı mevzulara kazma kürekle girebilir ama biz tırnağımızla da olsa bir şeyler yapmak zorundayız. Yapmıyoruz diye bir lüksümüz olduğunu düşünmüyorum. Belki böyle başlayacak. Şiir de böyle bir şey. “Aman şiir mi yazıyor? Zaten bir şey de anlamıyorum” diyor insanlar. Şiirden bir uzaklaşma var. Tiyatrodan, operadan da bir uzaklaşma var ama şiirden tam bir uzaklaşma var. Ama şiirin, sözünün gücü o kadar büyük ki aslında… Tagore Hindistan’da şiiriyle, sesiyle bir akımı başlatmış; ülkesine özgürlüğü getirmek için şiirin gücünü kullanarak yığınları harekete geçirmiş bir insan. Demek ki şiir çok güçlü…
“Herkesin Sorunu Değil mi?”
Bir dünya vatandaşı olarak çevre sorunlarını takip ediyorum; çoluğum çocuğum için yapıyorum bunu. Ne olacak yirmi sene sonra? Ben bir baba olarak bunun sorumluluğunu yaşıyorum. Belki göçler söz konusu olacak, belki savaşlar ortaya çıkacak. Bu kadar “yumuşak” bir şey değil işte. Ve bunları, İngiltere hükümetinin bilim danışmanı söylüyor.
Her yeri sarmış bir problem, insanlığın problemi bu. Brezilyalı yerli Bororo’nun, Hintli bir kadının, bir Eskimo’nun, Afrika’daki bir insanın da problemi. Onun için ben tabii kendi memleketimden başlayarak, yola çıkarak herkesin problemi olduğunu söyleyen bir kitap yazmak istedim ve bu kitap onun için özellikle İngilizce de basıldı.
Kısa bir süre önce Hindistan’dan geldim. Hindistan’da Dünya Şairler Toplantısı vardı. Yazarlar Birliği Başkanı beni davet etti, orada bu şiirleri okuyarak, derdimi anlattım. Etkili olduğunu da düşünüyorum. İşte böyle küçük küçük başlıyor bu işler. Ben şiirlerimi Türkçe yazdım; Nida Tozluklu ve Serhan Çiftçi İngilizce’ye çevirdiler. Ben onlarla beraber, tabii ki şiiri çevirmek normal bir metni çevirmekten daha zor olduğu için, naçizane kendi İngilizce bilgimle onlara yardımcı olmaya çalıştım. Ama onların İngilizceIeri, onların eseri diyebilirim.
“İnsanlığın Damarları Gevşiyor”
Genelde ilkleri seviyorum. Benim ilk projem, “İçinden Şiir Geçen Resimler” adlı bir kitap. İsminden de anlaşılacağı üzere, bunu ressam bir arkadaşımla Donço Donçev’Ie beraber yaptım. Kendisi genç, çok mütevazı, ama dünyaca tanınan bir ressamdır. İşim dolayısıyla 20042006 yıllan arasında Bulgaristan’da yaşadım. O dönemde tesadüfen tanıştık. Ben ona projelerimden bahsettim. Kafalarımız uyuştu. Birkaç minik denememiz oldu. Resimle edebiyatın birleştiği, ikisinin de ayrı ve ortak kaygılarının bir araya geldiği, Graphic Novel denilen türden bir çalışma gerçekleştirdik.
Daha sonra Donçev’Ie biz “Satyr’in Yeniden Doğuşu” adlı, biraz Nietzsche’nin “Tragedyanın Doğuşu”na da gönderme yapan, kendi mitimizi yaratan farklı bir kitap daha yaptık. “Mitolojik şiirsel öykü” diye adlandırabileceğim bir iş. Mitolojiye çok merakım var, onu da biraz yansıtmak istedim. Ortaya enteresan bir şey çıktı çünkü içinde çizgi romana, edebiyata ve mitIere gönderme var.
Modern hayatta trajediIer çok hafif yaşanıyor ama Eski Yunan’da, mitolojide yaşanan trajediler çok ağırdır. Bugün bizde olmayan şey bu: Bir aşkı yaşıyoruz, bitiyor ama trajedisi eksik. Çünkü vakit yok. Ben insanlığın damarlarının gevşemesi diye adlandırıyorum bunu. İşte bu eserle, bu trajediyi edebiyatta ve resimde ağır bir biçimde tekrar ortaya koyalım istedik.
“Hayatımın Sonuna Kadar Yazabilirim”
Ben yazdığım hiçbir şeyi beğenmem. Çok güzel bir söz vardır, “Bilinçli olarak yapılan mütevazılık, dünyadaki en büyük kibirdir” diye. Ben yazdıklarımı gerçekten beğenmiyorum. Hiçbir zaman kendimden emin değilim ama yazmam lazım diyorum. Beni iten şey o. Yani benim kulaklarımdan akıyor kelimeler. Ve beni bugün serbest bırakın, hayatımın sonuna kadar yazarım.