#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
limaya dogru giderken

Lima’ya Doğru Giderken…

1992 yılında dünya devletleri, Rio’da yaptıkları toplantının sonun­da iklim değişikliğiyle ilgili iki önem­li konuda görüş birliğine vardılar…

“Kyoto Protokolü’ndeki ana beklenti, bu anlaşmayla piyasaya bir yandan seragazı salımlarını azaltırken, diğer yandan da para kazanılabileceğini öğretmekti. Ne yazık ki piyasa buradan bir şey öğrenmedi.”

1992 yılında dünya devletleri, Rio’da yaptıkları toplantının sonun­da iklim değişikliğiyle ilgili iki önem­li konuda görüş birliğine vardılar. Birincisi şuydu: “İklim değişikliği vardır ve insanlığın geleceğini tehdit edecek boyuttadır.” Dünyanın ısın­ması hususunda da şu konuda hem­fikir oldular: “Küresel ısınma, En­düstri Devrimi öncesinin ortalama sıcaklığına oranla iki derece artışla sınırlanmayacak olursa insanlığın geleceği tehlikeye girebilir.”
Dünyanın ortalama sıcaklığının iki derece artması, çoğumuza önemsiz geliyor olabilir. Ancak şunu hatır­lamakta fayda var: Ortalama sıcak­lıklarda Endüstri Devrimi’nin başın­dan bugüne kadarki artış, sadece 0.8 derece ve bu, dünyadaki buzul­ların önemli bir kısmının erimeye başlamasına yol açtı. Eğer sıcaklık artışı 2 dereceye çıkacak olursa bu­zulların erimesini durdurmanın im­kanı olamayacak. Dünyadaki buzul­ların tamamının erimesi durumunda ise dünyanın deniz seviyesi bugüne kıyasla 80 metre yükselecek. Bu da dünyanın çok önemli tarım alanları­nın sular altında kalması anlamına geliyor. Yaklaşık 1 milyar insanın bu bölgelerde yaşadığını göz önüne alacak olursak, bunun yaratacağı sorunu da kısmen anlamaya başla­mış oluruz.
Ortalama sıcaklıkların 2 derece artmasının buzullar üzerine etkisi, bizler için sadece bir örnek. Küre­sel ısınmanın yol açacağı kuraklık, şiddetli fırtınalar, yağmur orman­larının zarar görmesi, okyanusun asitlenmesi ve canlı türlerinin kaybı içinde yaşamakta olduğumuz problemin boyutunu algılayabilmemiz açısından önemli. Bu problemlerin her biriyle başa çıkabilmemiz müm­kün ama hepsi birleşip üzerimize geldiğinde insanlığın önemli bir bu­nalımla karşılaşması kaçınılmaz.
Bu nedenle 1992 yılında varılan karar gereği, 1995 yılından itibaren bu karara taraf olan tüm dünya ül­keleri her senenin sonunda topla­narak, küresel ısınma konusunda neler yapılmış olduğunu tartışıyor ve neler yapılması gerektiğini karar­laştırıyorlar. 1997 yılında Kyoto’da yapılan toplantıdan çoğumuzun adı­nı duymuş olduğu Kyoto Protoko­lü ortaya çıktı. Bu anlaşmaya göre gelişmiş ülkeler, 2008-2012 yılları arasında başta karbondioksit olmak üzere seragazı salımlarını 1990 yı­lında saldıkları miktarın yaklaşık %5 altına indirmeyi kabul ediyorlardı. Bu anlaşma, kimilerine göre önem­li bir adımdı. Bu düşüncenin temel dayanağı, dünyanın neredeyse ta­mamının piyasa koşullarının ege­men olduğu kapitalizm tarafından yönetildiği ve eğer iklim problemine bir çözüm bulunacaksa, bunun yine piyasa tarafından yaratılması gerek­tiğiydi. Yani, bizim anlayacağımız dille, şu anda para kazanan kişiler bir yandan para kazanmaya devam ederken, diğer yandan da seragazı salımlarını azaltsalardı bu sistem çalışacaktı.
Bu anlaşmaya ilk önce ABD kar­şı çıktı. “Bizim, seragazı azaltma yükümlülüğü olmayan Çin ile eko­nomik olarak baş etmemize imkan yok; ya onlar da yükümlülük alırlar ya da biz de almayız” diyerek anlaş­maya taraf olmadılar.
Daha sonra ülkenin kuzeyinde zen­gin petrol yatakları bulununca Ka­nada da anlaşmadan çekildi ve ite kaka Kyoto Protokolü çalışmaya başladı. Buradaki ana beklenti, bu anlaşmayla piyasaya bir yandan se­ragazı salımlarını azaltırken, diğer yandan da para kazanılabileceğini öğretmekti. Ne yazık ki piyasa bura­dan bir şey öğrenmedi.
Dünya liderleri, 2009 yılında Ko­penhag’daki toplantıda, Kyoto’nun 2012’de sona ermesinin ardından nasıl bir anlaşma yapılması gerek­tiğine karar veremediler. Bir yanda gelişmekte olan ülkeler “Bizim bu problemde tarihsel bir sorumlulu­ğumuz yok, önce gelişmiş ülkeler ellerini taşın altına koysun” dediler, öte yanda gelişmiş ülkeler de “Geliş­mekte olan ülkeler yükümlülük al­mazsa biz yokuz” dediler. Sonuçta bir karar alınamadı. 2009 yılından bu yana yapılan tüm toplantılarda da bu iki bakış açısı bir araya getiril­meye çalışılıyor.
Son yıllarda umutlar, 2020 yılı sonrası için geçerli olacak küre­sel bir anlaşma yapılması üzerine yoğunlaşıyor. Teknik olarak bu mümkün ancak bu anlaşmanın en geç 2015 yılı sonunda Paris’te ya­pılacak olan zirvede imzalanması gerekiyor. Bunun için de bir önce­ki zirvede, yani bu sene sonunda Peru’nun başkenti Lima’da yapı­lacak toplantıda, anlaşmanın ana hatları üzerinde bir fikir birliğine varılmış olması şart. Devlet lider­leri, ana hatlar üzerinde anlaşabi­lirlerse ancak bir sene içerisinde bağlayıcı bir anlaşmanın, detayla­rıyla Paris’e kadar hazırlanması mümkün. Yani böylesi bir anlaşma, ciddi bir hazırlık devresi gerekti­riyor. Bu nedenle Lima’daki zirve son derece önem taşıyor.

Devletlerin Zorlayıcı Role Soyunmaları Gerekiyor

“Lima’daki toplantıda devlet liderleri, ana hatlar üzerinde anlaşabilirlerse ancak bir sene içerisinde bağlayıcı bir anlaşmanın, detaylarıyla Paris’e kadar hazırlanması mümkün”

Yalnız burada bilimin ne dediğine de kulak vermek gerekiyor. Bilim kısaca diyor ki: “Eğer atmosfere 3,2 trilyon tondan fazla karbondioksit salacak olursak 2 derece ısınmanın altında kalabilme ihtimalimiz üçte ikiye düşüyor.” Diğer açıdan baka­cak olursak da 3,2 trilyon tondan fazla karbondioksit salacak olursak %33 ihtimalle insanlığın sonu gel­miş olabilir.
Endüstri Devrimi’nin başından bu yana atmosfere 2 trilyon ton kar­bondioksit salmışız, yani tehlikeli limitlere yaklaşmamamız için eli­mizde salabileceğimiz sadece 1,2 trilyon ton karbondioksit var.
Şu andaki hızımızla gidecek olur­sak, 2031 yılında bu 1,2 trilyon tonu da salmış olacağız. Ondan sonra sal­dığımız her ton, bizi felakete biraz daha yaklaştıracak. Bu nedenle her ne yapıyorsak bunu şimdi ile 2031 yılı arasında yapmalıyız. Bu limitin altında kalabilmemiz için salımları­mızı 2050 yılına kadar %70 azalt­mamız, 2100 yılına kadar da sıfıra indirmemiz gerekiyor.
O zaman bir gerçeklik kontrolü ya­palım: Bugün dünya devletleri %5 azaltım konusunda bir anlaşmaya varamıyorlar ve bir grup diğerini tarihsel sebeplerle, diğer grup da birinciyi elini taşın altına koyma­makla suçluyor. En kısa vadede bu iki grubun anlaşıp, değil %5, 2020-2025 aralığında karbondioksit salımlarını en az %20-30 bandında azaltmayı taahhüt etmesi gerekiyor. Şu ana kadar görüldüğü üzere, bu­nun piyasa koşullarına bırakılarak çözülebileceğini ummak en basit anlamında saflıktır. Bu problemin büyüklüğü ve ivediliği karşısında devletlerin piyasayı bekleyen değil, zorlayan bir role soyunmaları gere­kiyor. Eğer Lima trenini kaçıracak olursak probleme çözüm bulabilme şansımız iyice tehlikeye girer.

EkoIQ Editör