İklim konusundaki duyarsızlığa dikkat çekmek ve petrol endüstrisi ile ‘iş tutan’ yöneticileri eleştirmek isteyen aktivistler aslında bu eylemlerle insanlığa şu soruyu soruyorlar: Sanat mı hayat mı?
Arif ERGİN, Yeşil Ekonomi ve İklim Finansmanı Uzmanı [email protected]
Size bu satırları yazarken bir yandan da X’te (eski adıyla Twitter) son zamanların en enteresan linçlerinden birini yiyordum. Linç yeme nedenim iklim aktivistlerinin yaptıkları bir eylemi eleştirmekti. Londra’da National Gallery’de sergilenmekte olan Van Gogh’un ünlü tablosu Tournesols – Ayçiçekleri’ne domates çorbası fırlatan “Stop Oil” grubu üyesi iklim aktivisti iki genç, daha sonra kendilerini tutkalla tabloya yapıştırmışlardı! Bu haber X’te önüme düştüğünde, dehşetle açılmış gözlerle domates çorbasına bulanmış tabloya baktım ve kendimi tutamayıp şöyle yazdım: “Van Gogh olmayacaksa, Mona Lisa olmayacaksa, gezegeni iklim krizinden kurtarmanın ne anlamı var!”
Elbette bu bir kinayeydi, şakayla karışık bir eleştiri ve aynı zamanda bir özeleştiri de içeren sarkastik bir mesajdı. Ama her konuda iki kutba ayrılmayı başarabilen insanlarımız, bu konuda da %50-50 ayrışmayı başararak tweet’imin altında gerçek anlamda bir tufan yarattılar.
Sanat mı Hayat mı?
Bu yeni bir eylem türü. İklim konusundaki duyarsızlığa dikkat çekmek ve petrol endüstrisi ile “iş tutan” yöneticileri eleştirmek isteyen aktivistler aslında bu eylemlerle insanlığa şu soruyu soruyorlar: “Sanat mı hayat mı?” İnsanın bir üretimi olan sanat eserlerini bu kadar yüksek fiyatlara alıp bu kadar özenle koruyup kollarken insanın kendini ve yaşadığı ekosistemi neden umursamıyor ve yok ediyorsunuz, ikileminden doğan bir isyanın ifade biçimi. Sanat bu ölçüde pahalanınca ister istemez küçük bir ultra zengin sınıfın oyuncağı ve gösteriş nesnesine dönüşüyor. Ve bu ultra zengin sınıf, aynı zamanda fosil yakıt firmaları gibi iklim krizine neden olan yerleşik ekonomik sistemin de önde gelen isimleri. Böylelikle aktivistler bizlere neyin önemli ve öncelikli olduğunu hatırlatırken, aynı zamanda dünyayı bu hale getirenlere kadife eldivenlere sarılmış demir yumruklarla bir gözdağı veriyorlar. Kadife eldiven-demir yumruk benzetmesini kullanıyorum, çünkü sanat eserleri kurşungeçirmez cam korumaların arkasında durduğu için bu eylemlerden genellikle bir zarar görmüyor. “Genellikle” dememin sebebi ise ne yazık ki aralarında gerçekten zarar gören eserlerin de olması!
Bu eylemlerin başlıcaları şunlar: Paris’te Da Vinci’nin ikonik eseri Mona Lisa’ya kremalı pasta fırlatıldı! Londra’da Diego Velázquez’in muhteşem eseri “The Rokeby Venus”e çekiçle saldırdılar! Evet, çekiçle! Tablonun koruyucu camı birkaç yerinden kırıldı ve maalesef tabloda küçük delikler açıldı! Van Gogh’un ünlü eseri Ayçiçekleri’ni domates çorbası ile boyadılar! Almanya’da Barberini Müzesi’nde sergilenen Claude Monet’in eseri Les Meules patates püresiyle tamamen sıvandı! Avustralya’da Frederick Mc-Cubbin’in ulusal sembol kabul edilen “Down on His Luck” tablosu sprey boyayla boyandı!
Tesellim, münferit bir-iki olay haricinde eserlerin zarar görmemiş olması. Çünkü tüm kalbimle inandığım şey şu: Biz iklim mücadelesini aslında, merkezinde insanın olduğu bugünkü uygarlığımızı korumak ve sürdürebilmek için veriyoruz. Hepimiz biliyoruz kigezegen 1,5 derece değil, 15 derece de ısınsa var olmaya ve uzay boşluğunda dönmeye devam edecek.
Sürdürülebilir kılmaya çalıştığımız şey, uygarlığımız. İnsan uygarlığını korumak, yalnızca nefes alıp vermekle ilgili değil; sanatla, bilimle, felsefeyle, kısacası bizi “insanlık” yapan değerlerle birlikte var olabilmek ve varlığımızı sürdürebilmek meselesi.
Aktivistler aslında uygarlığımızın tehlike altında olduğunu, bize uygarlığımızın zirve noktalarını temsil eden sanat harikalarına “Şöyle bir dokunarak” göstermiş oluyorlar. Her seferinde eserleri riske ederek beni oldukça tedirgin etseler de aslında entelektüel birikimin imbiğinden süzülerek damlayan uyarılar hepsi. Bunu daha iyi açıklayabilmek için tüm bu eylemlerin gerçekleştiği şehirlere dikkatinizi çekmek istiyorum: New York, Londra, Sidney, Berlin, Paris, Singapur… Adını saydığım şehirlerin hepsi, dünyada sürdürülebilirlik ve iklim dirençli şehircilik alanında en gelişmiş kentlerin ve toplumların değerlendirildiği endekslerde en üst basamaklarda yer alıyor.
Listeler arasında örnek olarak incelediğim Economist’in “Dirençli Şehirler Endeksi” oldukça kapsamlı bir çalışmayla dünyadaki şehirlerin iklim dirençliliğini dört temel kritere göre değerlendiriyor: Kritik Altyapı (Critical Infrastructure), Çevre (Environment), Toplumsal ve Kurumsal (Socio-institutional) ve Ekonomik (Economic) kriterler.
Çalışmaya göre şehirlerin dirençliliği; “Doğal afetler gibi şoklardan kaçınma, dayanma ve bunlardan kurtulabilme yeteneği, yoksulluk, yıpranmış altyapı veya göç gibi uzun vadeli streslere dayanabilme kabiliyeti” olarak tanımlanıyor. Bu anlayışa göre dirençli bir şehir, maruz kaldığı bir şokun ardından kendi kendini organize edebilmeli, gerçekleşen risklere uyum sağlayabilmeli ve ileriyi planlayabilmeli. İklim dirençliliği ekseninde bakıldığında, dayanıklılık yalnız olumsuz etkilere dayanma ve esneme yeteneğiyle ilgili değil, aynı zamanda bir şehri oluşturan parçaların ve toplamda tüm sistemin sürdürülebilir olmasıyla da ilgili. Dolayısıyla kentsel tasarımların orta ve uzun vadeli potansiyel riskler ve ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak bütüncül olarak ele alınması gerekiyor.
Tüm bu faktörler açısından şehirlerin değerlendirildiği listenin başına, aldığı 84,9 puanlık genel skorla New York yerleşiyor. Ardından Los Angeles, Londra, Singapur ve Paris geliyor. Elbette, sıralama dünyadaki tüm şehirleri değil, en büyük ve en kalabalık olanlar arasından seçilen 25 şehirlik bir listeyi kapsıyor. “Kritik altyapı” faktörlerine göre şehirlerin değerlendirildiği sıralamada en başarılı şehir 93,8 puanla Dubai olurken onu Şangay, New York, Singapur ve Melbourne izliyor. Sermaye birikiminin yoğun olması ve yaşlı Avrupa’ya göre şehirlerin daha yeni olması bu sonucun elde edilmesinde en önemli etkenler. Dubai gibi sonradan kurulan şehirlerde dijital altyapı, ulaşım gibi yatırımlar, tarihsel yerleşimler olan Avrupa kentlerine göre daha kolay yapılan yatırımlar.
Çalışmaya göre akıllı şehirler hem operasyonel verimlilik sağladıkları hem de teknolojiyi yoğun kullandıkları için vatandaşlarla iletişim ve risklerin tahmin edilmesindeki avantajlarıyla dirençlilik konusunda çok daha iyi performans gösteriyor. “Çevre” açısından yapılan değerlendirmede zirve 93,3 puanla Melbourne’un. New York, Los Angeles, Paris ve Londra da çevresel kriterler açısından diğer şehirleri geride bırakmayı başarıyor. Yazımın başında bahsettiğim iklim eylemlerinin en yoğun yaşandığı şehirler de bu şehirler aslında. Çelişki gibi görünüyor, ama değil, çünkü çevre kriteri, toplumsal farkındalık gibi entelektüel bir faktörden besleniyor.
Çevresel kriterlerde gelişmekte olan ülke şehirlerinin zorlanmasının ve düşük puanlar almasının sebebi de bu. İlaveten diğer faktörler olarak, yetersiz finansman ve yasal düzenlemeler, teşviklerin yetersizliği ve makro strateji eksiklikleri tespit edilmiş. Çevresel kriterler değerlendirilirken emisyonların azaltılması, sel ve benzeri şok afetlerin neden olduğu streslere uyum sağlama yeteneği, alınan yeşil altyapı önlemleri (orman ve ağaçlandırma) ve mavi altyapı önlemleri (sulak alanların rehabilite edilmesi vb.) gibi geniş bir yelpazede değerlendirmeler yapılmış. Üst sıralarda yer alan şehirlerin karbon yakalama, depolama ve uzaklaştırma gibi yenilenebilir enerji ve negatif emisyon teknolojilerini benimseyerek karbondan arındıkları tespiti yapılıyor.
“Sosyal ve kurumsal” kriterlerde tüm şehirler nispeten düşük puan alırken 84 puanlı Amsterdam diğerlerinden daha iyi bir performans göstererek birinci oluyor. Tokyo, Varşova, Londra ve Barselona da görece olarak diğer kentlerden daha iyi performans gösteriyor. Gelir dağılımının dengeli olduğu kentlerin daha iyi performans gösterdiği, toplamda yaratılan zenginlik kadar zenginliğin adil dağıldığı kentlerin sosyal dirençlilikte üst sıralarda yer aldığı tespiti ise çok çarpıcı. Çalışmada ayrıca toplumsal kültürün de (birlikte hareket edebilme kültürü, acil durumlarda yardımlaşabilme yatkınlığı, vb.) sosyal direnci yükselttiği belirtilmiş. Çalışmada değerlendirilen “ekonomik” faktörlere göre yapılan sıralamada New York 81,8 puanla birinci sırada. Londra, Los Angeles, Singapur ve Hong Kong da ekonomik dirençlilik açısından diğer şehirleri geçip zirveye yerleşiyor. Ekonomik dayanıklılık kriterinin, gerekli finansman mekanizmalarının ve sigorta sistemlerinin varlığı ve güçlülüğü kadar şehirlerin ulaşım, trafik, su, enerji, internet altyapılarına kadar çeşitli sorunlara hızlı çözümler üretebilecek yenilikçilik yeteneğine de bağlı olduğu görülüyor.
Endekste değerlendirilen şehirlerden biri olan İstanbul ortalamada aldığı 47,6 puanla ne yazık ki dirençli kentler listesinin en sonlarında yer alıyor. Ekonomik dirençlilik açısından 53,8 puan alan İstanbul, risklere açık olma bakımından 27 puanla en kötü performans gösteren şehirlerden biri olarak belirtiliyor. Burada tek tesellimiz, insan kaynağı açısından 76,5 puan almış olmamız. Yani konu yine dönüp dolaşıp aynı noktaya, uygarlığımızı oluşturan şehirleri şehir yapan temel unsur olan, insana geliyor.
Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’na (UNCTAD) göre, dünya nüfusunun %55’inden fazlası halihazırda şehirlerde yaşıyor ve 2050 yılına kadar bu oran %70’e ulaşacak. Bu da şehirleri, uygarlığımızın 21. yüzyıl risklerine ve belirsizliklerine uyum sağlama yeteneğinin tam ortasına yerleştirecek. Bir başka deyişle insanlığın kaderini şehirlerin direnci tayin edecek.
Sosyal medyada yapılan bir ankette, “İnsanlık yok olacak olsa, uygarlığımızı temsilen uzaya tek bir sanat eseri gönderebilseydiniz bu hangisi olurdu?” sorusuna verilen yanıt “Mona Lisa” olmuş. Mona Lisa, uygarlığımızın zip dosyası gibi. On binlerce yıllık bilim, felsefe, sanat, tüm entelektüel birikimimiz, yani bizi “insanlar” değil, “insanlık” yapan tüm uygarlığımız birkaç santimetrekare büyüklüğünde ve bir milimetre kalınlığında bir esere sıkıştırılıp kaydedilmiş. Bu yüzden, “Oil” ile yapabilecek en güzel şey olan “oil painting”in en önemli eseri Mona Lisa’ya krema süren “Stop Oil” hareketi üyesi aktiviste fikren katılsam da eylem biçimine “Stop” demek istiyorum: “İnsanlığı” kaybedersek “insanları” kurtarmanın ne anlamı olacak?
Bu yazı, ekoIQ’nun 111. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.