1990’ların başından bu yana çevre felsefesi ve ahlakı konusunda çalışan Prof. Dr. İbrahim Özdemir, “Katıldığım uluslararası toplantılarda bana sürekli iklim değişikliği ve çevre konularında Müslüman dünyanın neden inisiyatif almadığı soruluyordu” diyor. Bu konuda çalışan gerçekten çok az insan ve kurum var. Son haber iyi: Özdemir’in de dahil olduğu, dünyanın dört bir yanından akademisyenler İslam İklim Değişikliği Deklarasyonu’nu yayınlamaya hazırlanıyorlar. Özdemir’le hem deklarasyonu hem de Müslüman dünyanın çevreye bakışını ve sorunları konuştuk.
Siyasilere, halklara inanç gruplarına kendi geleneklerine bakarak zorluklardan çıkış yolu bulma çağrısı yapan ve İslami perspektiften hazırlanan deklarasyonu oluşturan ekiptesiniz. Bu hazırlığın arka planını nasıl özetlersiniz?
Çevrecilik konusu 1970’lerde, 1980’lerde yükselişteydi ancak Soğuk Savaş’ın bitmesiyle, Samuel Huntington’ın medeniyetler çatışması teziyle, Balkan Savaşları’yla, Ortadoğu’daki çatışmalarla biraz geri planda kaldı. Ben 2000-2003 arası ABD’de öğretim görevlisiyken bu konudaki literatürün çok sınırlı olduğunu fark etmiştim. Artık bugün çevrecilik, bilimsel verilerin ışığında hiç olmadığı kadar gündemde. Her alandan bilim insanları çevre meselelerine çok ciddi biçimde eğiliyorlar. Bence çevreciliğin hepimizi etkileyen ve bir araya gelmemizi sağlayan en önemli noktası, çocuklarımıza ve torunlarımıza “yaşanabilecek bir dünya” bırakma sorumluluğu. Böyle bir dünya bırakamayacağımızı şu anki bilimsel veriler söylüyor. Peki bunun için neler yapabiliriz? Bu soruya cevap vermek için öncelikle herkes kendi geleneğine baktı. Bildiğiniz gibi Papa Hazretleri, Ramazan ayının ilk günü Katolik dünyaya bir genelge yayınladı. Katolik mezhebinde bu genelgenin anlamı çok önemlidir. Çünkü Papa’nın kararlarının bağlayıcılığı var, bir otorite ifade ediyor.
Müslümanlar tarafında da şunu vurgulamam gerekir; bu konuda doktora yapmış bir insan olarak katıldığım uluslararası toplantılarda, öncelikle Müslümanların çevre ve iklim değişikliği konularında neden inisiyatif almadığı, neden sürdürülebilir bir kalkınma modeline sahip olmadığı soruluyordu. Bu çerçevede başta İngiltere’deki arkadaşım Fazlun Khalid olmak üzere Müslüman çevreciler olarak neler yapabileceğimizi konuştuk. Malezya’dan Prof. Azizan Baharuddin, Güney Afrika’dan Dr. Yasin Dutton, Suudi Arabistan’dan Othman Llewellyn, Endonezya’dan Fachruddin Mangunjaya ve Türkiye’den ben bir metin üzerinde çalıştık ve bu metin çeşitli yerlere gitti. Metnin son haline gelmesi konusunda yaşayan en önemli Müslüman düşünürlerden ve çevre konusunda ilk yazıları yazan; Batı bilimini, Batı kalkınma modelini ilk eleştirenlerden Seyyid Hüseyyin Nasr’dan destek aldık. İslam dünyasından Ürdün Prensi Gazi Bey çok değerli katkılarda bulundu. “Medeniyetler çatışması” falan deniyor, oysa Hristiyan çevresi bizim böyle bir metin hazırladığımızı duyunca bizden çok sevindiler. Her dinden çevreci arasında çok güzel bir işbirliği var. Daha rahat konuşuyoruz; nihayetinde bu dünya hepimizin. Hepimiz aynı gemide yaşıyoruz. Bu gemi batarsa, hepimiz batarız.
Bu metinde neyi vurguluyorsunuz?
Temelde; şu anda iklim değişikliğinin hepimizi tehdit ettiği bir gerçek. İkincisi, iklim değişikliğinin neden olduğu sorunlar insandan, insanın yaşam tarzından, tüketim tarzından kaynaklanıyor. Yani insan kendi davranışlarını yeniden gözden geçirmedikçe bu sorunları köklü olarak çözmemiz mümkün değil. 2005 tarihli “Binyıl Ekosistem Değerlendirmesi”, 95 ülkeden 1300 bilim insanı tarafından onaylandı. Ben felsefeciyim, tarihte bu kadar bilim insanının aynı fikirde olduğunu görmedim. Peki, kendi geleneğimize baktığımızda acaba bizim temel metnimiz olan Kur’an ve Hz. Peygamber bize bu konuda ne diyebilir? Bizim tüketim tarzımızla ilgili, kalkınma modellerimizle ilgili, Batı’daki hakim anlayıştan farklı olarak bir şey sunabilir mi? Hz. Peygamber’in uygulamaları, çevre konusunda fevkalade duyarlı olmamız gerektiğini açık bir şekilde gösteriyor. Biz de hem Kur’an’daki hem hadislerdeki metinlerden hareketle Müslümanlara, Müslüman devlet adamlarına, liderlere, STK’lara, din adamlarına, topluma bir çağrıda bulunduk. Bu konuda duyarlı olmaları talep ediliyor. Daha doğrusu bu; dünyanın ve gelecek nesillerin karşı karşıya olduğu ciddi bir sorunla ilgili bir çığlık; bir kendine geliş çağrısı olarak görülebilir.
1990’ların başından beri bu konu üzerinde çalışıyorsunuz. Bugün gelinen noktayı nasıl değerlendirirsiniz?
Ben o zaman bu konuyu seçtiğimde, tez hocamı ikna etmeye çalıştım. Birçok meslektaşım bu konunun moda olup geçeceğini, klasik konulara odaklanmamı söylediler. Ben bütün o klasik felsefedeki birikimimle çevre-insan ilişkisinin felsefi ve etik boyutunu anlamaya çalışacağımı söyledim. Şimdi çok isabetli bir karar verdiğimi anladım. Başta Harvard olmak üzere, BM, UNESCO, Rusya Bilimler Akademisi, İsveç Bilimler Akademisi beni çağırdı, oralarda tebliğler sundum. Başlarda daha umutluydum. Toplumumuzda ciddi çevreci örgütlerin olacağını düşünmüştüm ve o zaman bazı kuruluşlar da vardı. Ama şunu anladım, çevrecilikle demokratikleşme el ele giden bir olgu. Yani çevre bilinci demokratikleşmenin bir parçasıdır. Çevrecilik demokratik ülkelerde daha güçlü oluyor. Çünkü eleştirel düşündükleri, mevcut ekonomik sistemi eleştirdikleri, mevcut hükümet politikalarıyla sık sık karşı karşıya gelebildikleri için çevreci örgütlerin ekonomik olarak bağımsız ve güçlü olmaları gerekiyor. Bu da bizim ülkemizde mümkün değil. Sadece çevreci derneklerin değil birçok sivil toplum kuruluşunun sesinin cılız çıkmasının sebebi, bağımsız olarak çok güçlü olmamalarından kaynaklanıyor. 20 sene geriye doğru bakınca çevreyle ilgili birçok akademik çalışma yapıldığını, kitapların yayınlandığını görüyoruz ama yeteri kadar güçlü çevreci derneklerin kurulamadığı kanaatindeyim. Bizim sorunumuz bu.
Kur’an’ın çevreye çok önem verdiğinin altını çiziyorsunuz. Ancak öte yandan belirttiğiniz gibi Müslüman dünyada bir duyarsızlık var. Bu noktaya nasıl gelindi?
Ben bunu Seyyid Hüseyin Nasr gibi hocalarla da konuştum. Bu bizi çok düşündüren bir konu. Örneğin İncil ve Tevrat’ın klasik yorumlarında çevre karşıtı bir söylem var. Ama bunu 1967’de Lynn White adlı bir bilim tarihçisi “Ekolojik Krizimizin Tarihsel Kökeni” başlıklı makalesiyle ortaya koydu. Sorunlarının İncil’in yorumlanma tarzından kaynaklandığını ve “Böyle sorunlar var ama biz İncil’i 20. yüzyıla göre yorumlarsak bu sorunları çözebiliriz” dedi. Papa’nın genelgesini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. “Eskiden biz tabiatı bilimin verdiği göstergelerle anlayamamıştık. Ama İncil’e şimdiki bilimsel düzeyimizle bakınca, çevreci bir mesaj olduğunu görüyoruz” diyorlar ve bu konuda bir çevre teolojisi oluşturdular.
Biz Müslümanların bu konuda biraz eksik kalmamızı, bölgemizdeki siyasi konuların ağırlığından kaynaklandığını düşünüyorum. Şu anda bakıyorsunuz Doğu Türkistan’da Müslümanlara karşı bir şey olduğunda, haber daha teyit edilmeden toplumda infial oluşuyor. Filistin konusu da, 5 milyona yaklaşmış Suriyeli mülteciler konusu da büyük ağırlık oluşturuyor. Bütün bunlar ortadayken çevre konusunda çalışmak zor olabiliyor. Mesela ben 2006’da köpekler konusunda bir yazı yazmıştım, o yazı yayınlanınca “Bu kadar insan ölüyor, köpeklerle ilgili yazı yazıyorsun” diye eleştirilmiştim. Halbuki bizim geleneğimizde, Allah’ın yarattıkları açısından küçük büyük yoktur. Her şey değerlidir. Ama İslam dünyası bunun farkında değil. Bugün Müslüman toplumlarda hayvanlara karşı sevgisizlik, çevrenin tahrip edilmesine karşı duyarsızlık görüyoruz. Osmanlı döneminde Soma’daki zeytinlik katliamı olamazdı mesela. Bugün artık kendimize ait bir kalkınma modeli geliştirmek zorundayız. Türkiye ve bazı ülkelerde uygulanan kalkınma modeli sıkıntılı. Bu artık terk edildi. Sürdürülebilir değil. Doğayı tahrip etmeyen, doğayı bir canlı olarak kabul edip, onunla uyum içerisinde olan bir model gerekiyor. Belki kârımız azalabilir ama gelecek nesiller çok daha kazançlı çıkar.
İslamdan hareketle böyle bir model oluşturulur mu?
Tabii ki. İbn-i Haldun örneğinde olduğu gibi İslam düşünce tarihinde bunun kökenleri var. Mevcut kalkınma modeli Aydınlanma’nın bazı mitlerine dayanıyor: “Dünyanın kaynakları sınırsızdır, o zaman sınırsız kalkınmak mümkündür, bilim ve teknoloji geliştikçe insanlar daha çok tüketecek ve mutlu olacak”. Erich Fromm 1960’lı yıllarda “sahip olmanın” mutluluk için tek gerekçe olmadığını öğretti. ABD’de yakın zamanda yapılan bir ankette, toplumu tehdit eden en büyük sorunun, ırkçılıktan çok, gelir eşitsizliği olduğu ortaya kondu. Kapitalizmin sonucu; gerçek kapitalist zenginler, gelirini artırmaya çalışıp dezavantajlı grupları göz ardı ediyorlar.
Ben özgür düşünmeye çok önem veriyorum. Bireyin kendisi olması, kendi kararlarını vermesi ve kendi aklını kullanmasını çok önemsiyorum. Bu aynı zamanda bireyin özgürleşmesi, her tür toplumsal baskı ve kayıttan kurtulması demek. İslama göre, öncelikle insanlık onurunu vurgulamamız gerekiyor. Mesela mülteciler konusunda beni en çok düşündüren, bu çocukların eğitimi. Temel insan hakkı olan eğitimi alamadıklarında, sadece karınları doyduğu zaman bu çocukların ruhları ölüyor. Bunun farkında değiliz. Bir çocuğun dilenci konumuna düşmesi bizim için utanç verici olmalı. Ramazan programlarında kimse bunları gündeme getirmedi. Sadece “yardım edin, aç kalmasınlar” deniyor. Bence temel mesele açlık değil. Midelerin açlığı kadar akıllarının, kalplerinin de açlığı önemli. Bu konularda çok az şey yapılıyor. Bir hayvanın karnını doyurmakla görevinizi yapmış olabilirsiniz. Ama insan hiçbir zaman sadece karnınındoyurulmasıyla yetinmez. Daha fazlasını ister.
Hristiyanlığın klasik yorumunda çevre karşıtı öğretiler var dediniz. Bunu biraz açabilir misiniz?
İncil’de yaratılış bölümünde “Yeryüzüne, onun hayvanlarına boyun eğdirin” diyor (1:26). Bu Batı’da özellikle bilimsel devrimler döneminde, bilim ve teknoloji kullanarak tabiata hakim olmak insanın bir hakkıymış gibi yorumlandı ve çok aşırı bir uca vardı. Francis Bacon tabiata işkence etmekten, cadılara yapıldığı gibi tabiata sırlarını söyletmekten bahseder. Kur’an’da da tabiattan faydalanmayla ilgili benzer şeyler var. Ancak tabiatın nimetlerinden faydalanırken dengeye dikkat edilmesi ve ayrıca bu nimetlerde diğer canlıların da hakkı olduğu açık ve net olarak vurgulanır. Ama demin de vurguladığım gibi Hristiyanlık son yarım yüzyılda önemli bir yeniden yorumlama süreci yaşadı, hâlâ da yaşıyor.
Peki, İslam dünyasında böyle bir “yeniden yorum” dönemi olabilir mi sizce?
Endülüs’teki İslam medeniyetine, Ortaçağ’da Şam, Kahire ve İstanbul’a baktığımızda bugünden daha sağlıklı modeller görüyoruz. Batı’nın koloniciliğiyle bizim de zihnimiz kolonileşti. Onlarla yarışa girdik. Birçok Müslüman lider şöyle düşündü: “Biz de önce tabiatın kaynaklarını ve zenginliklerini sömürelim, daha sonra çevreci oluruz. Batı’yla baş edebilmemiz için onlar gibi çevreyi sömürmemiz ve güçlü olmamız gerekiyor”. Oysaki bizzat Batı’da bu modeller çok eleştiriliyor. ABD dış politikasına en ciddi eleştirileri getirenler Noam Chomsky ya da Howard Zinn gibi isimler. Biz onların kitaplarını tercüme edip, oradan bir yere ulaşmaya çalışıyoruz. Bu konuda bizim Avrupa veya ABD’ye toptancı bir gözle bakmamız çok yanıltıcı. İslam dünyasının Batı algısı da çok sorunlu; Batı’nın İslam dünyası algısında olduğu gibi. İyi bir Amerikalıdan bahsedince bana “Sen niye ABD propagandası yapıyorsun” diyorlar. Ben bununla çok sık karşılaşıyorum. Biz çevreciler klasik çevre anlayışının ötesine geçtik artık. Bütün evrendeki canlıların, hem biyolojik zenginlik, hem kültürel ve dinî zenginlik; çeşitliliği bir zenginlik olarak görüp birlikte yaşamanın yolunu bulmak mecburiyetindeyiz. Kalkınma modelimizi, gelecek nesillerin hayatlarını etkilememesi için ciddi olarak değerlendirmek zorundayız. ÇED raporunu çok önemsiyoruz. Ama bakıyorsunuz ki bazı büyük projeler için ÇED’e gerek olmadığına dair yönetmelik çıkıyor. Bu kabul edilebilir değil. Çünkü tabiat tahrip edildikten sonra bir daha geri alınamıyor ki. Bürokratlar torunlarımın geleceğiyle ilgili geri dönüşü olmayan bir kararı nasıl verebilir? Bu kararın olumsuz sonuçları ortaya çıktığında belki de o hayatta bile olmayacak. Bunun için, şimdiden bu tür etkisi uzun vadede ortaya çıkacak kararlar üzerinde çok iyi düşünülmeli ve tartışılmalı. Çevreye olumsuz etkileri en az olan “sürdürülebilir politikalar” oluşturulmalı. Olaylara tek boyutlu, kısa vadeli ve “daha çok kâr” anlayışı ile değil; geniş bir perspektiften bakılırsa bu sorunları aşabiliriz diye düşünüyorum.
Ve daha işin başındayız sanırım…
Bunu bir örnekle anlatayım. Benim bir kitabım Arapçaya çevrildi. Mısırlı bir eleştirmen “Ben yıllardır bizim çevre konusundaki duyarsızlığımızın, geri kalmışlığımızın nedeninin dinî değerlerimiz olmadığını söylüyordum ama anlatamıyordum. Bakınız Türkiye’den çevre felsefecisi İbrahim Özdemir bunu delilleriyle ortaya koymuş” dedi. Benim amacım Müslüman toplumları uyarmak. Çevre konusunda Arapça yazılmış o kadar az kitap var ki, insan utanıyor. Yunan felsefesini Arapçaya çevirmiş, sonra bunu Batı’ya nakletmiş bir gelenekten geliyoruz. Ama bugün çevre konusunda ciddi çalışmalar, kitaplar yok. Bir kısmı çevre sorununu bilmiyor, bir kısmı çevre sorunlarını caddelerin temizliği olarak görüyor, bir kısmının da iklim değişikliğinin, nesli tükenen hayvanların tüketim tarzımızla, ekonomik modelimizle olan bağlantısının farkında bile olmadığını görüyoruz. Ama iyimserim, bu alanda her geçen yıl daha fazla insan çalışmaya, yeni eserler vermeye, toplumları uyarmaya gayret ediyor.
“Dünyayı Paylaşan Sayısız Varlıktan Sadece Biriyiz”
18 Ağustos’ta İstanbul’da duyurulması planlanan İslam İklim Değişikliği Deklarasyonu’nda sıralanan “ilkelerden” bazıları:
- Allah dünyayı belirli bir denge (mizan) ile yaratmıştır.
- Dünya doğal mevsimsel ritim ve devirlerle çalışır.
- İçerisinde hayat bulabileceğimiz bir iklim Allah’ın bize lütfudur.
- İklim değişikliği insanoğlunun bu dengeyi bozmasıyla oluşmuştur.
- Fıtrat’ın (tabiatın tabii durumunun) Allah’ın yaratışı olduğunun farkındayız.
- Ne kadar çabalasak da; tabii dünyanın doğal dengesini ne kadar değiştirmeye kalksak da o hep özgün dengesini yeniden kazanır.
- Dünyadaki fesada (bozulma) ve bunun; iklim değişikliği, atmosfer, toprak, su sistemleri ve deniz kirliliği, erozyon, biyolojik çeşitliliğin tahribi gibi sonuçlarına bizim sebep olduğumuzu yinelemekteyiz.
- Dünyayı birlikte paylaştığımız sayısız varlıktan sadece biri olduğumuzu ve bunun bize diğer yaratılanlara hükmetme hakkı vermediğini tasdik ediyoruz.