#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Negatif Dışsallıklar -Kömürün Hesaplanmayan Maliyeti

En ucuz yakıt olarak tanımlanan kömür, bu tanımı piyasa fiyatından ve ekonomik verilerden alıyor. Oysa basit kâr-zarar dengelerinin ötesinde hayatın her alanına nüfuz eden ciddi etkileri hesaba katılmıyor. Ancak ekonomi literatüründe “negatif dışsallıklar” olarak adlandırılan bu maliyetler kendisini yerinden olma, ciddi hak ihlalleri, sosyal yapının bozulması, asit yağmurları, kaynakların kirlenmesi, sağlık sorunları ve iklim değişikliği dahil pek çok şekilde gösteriyor. Tam olarak hesaplanması son derece zor olan bu maliyetler aslında her canlılar tüm bir ekosistem tarafından ödeniyor. Sonuç olarak, burada dört ayrı alt başlıkla ele aldığımız bu maliyetler göz ardı edilerek gerçekleştirilen politika ve yatırım planlarının, herhangi bir şekilde sürdürülebilir bir gelecek vaat etmesi mümkün görünmüyor…

SOSYAL ETKİLER
Yapılan tüm araştırmalar ve çalış­malar, kömür madenleri ya da genel olarak madenlerin ciddi sosyal deği­şimlere neden olduğunu gösteriyor. Çoğunlukla merkezden uzak yerlere konumlanan madenler, istihdam ar­tışı, yol ve okul yatırımları, ürün ve hizmetlere daha kolay erişim imkanı sunabilir. Ancak öte yandan, fayda ve maliyetlerin adil dağıtılmamasıyla ciddi sosyal sorunlar da ortaya çıka­biliyor. Yerel nüfusun kendisine adil davranılmadığını hissetmesi sosyal gerilimleri tetikleyebiliyor; ekonomik gelir olarak alternatif bulunmuyorsa madenlerin çevresel etkilerinden ötü­rü geçim kaynaklarına yönelik tehdit oluşabiliyor. Kırılgan bir konumda bulunan nüfus, karar alma sürecine dahil edilmezse çaresiz hissedebili­yor.
Dünya Çevre Mevzuatı İttifa­kı (ELAW) madencilik projeleri ÇED’lerinin değerlendirilmesine yö­nelik 2010’da hazırladığı rehberde madenlerin sosyal değerlere etkileri­ni şöyle sıralıyor:
Yerinden olma ve yeniden yerleşim: Toplulukların yerinden edilmesinin ciddi bir çatışma kaynağı olabileceği­nin belirtildiği rehberde maden için büyük bir topluluğun yerinden edi­lip kendi tercih etmedikleri yerlere yerleştiklerine dair örnekler verili­yor. Evlerinin yanında topraklarını ve böylece geçim kaynaklarını kay­bedebilen bu kişilerin yerleştikleri yerlerin de, çoğunlukla yeterli kay­nağın olmadığı ya da madenin ya­kınlarında ve kaynakların kirlendiği bölgeler olduğu belirtiliyor. Ayrıca yaşadığı toprakla derin bir kültürel ve tarihsel ilişkiye sahip yerli nüfu­sun, yerlerinden olmasıyla ciddi bir boşluğa düşebileceği kaydediliyor.
Göç: Madenler çoğunlukla merkez­den uzak yerlerde kurulurlar ve özellikle gelişmekte olan ülkeler için o bölgenin tek önemli gelir kayna­ğını oluşturur. Bu nedenle de farklı bölgelerden yoğun göç alıyor. ELAW rehberinde Endonezya’daki Gras­berg madeninin nüfusunun 1973’te 1000’den azken, 1999’da yaklaşık 110 bine çıktığı hatırlatılıyor ve bu göçün bölgede daha önce yaşayan­lar ile sonradan gelenler arasında toprak, su gibi kaynakların veya fay­daların paylaşımı konusunda sorun oluşturabileceği belirtiliyor.
Temiz suya erişimin kesilmesi: Raporda su niteliği ve niceliğinin maden projelerinin en sorunlu so­nucu olduğu belirtiliyor. Şirketlerin modern teknolojilerin çevre dostu maden uygulamaları sunacağı ga­rantisi vermelerine rağmen geçmiş­teki madencilik aktivitelerinin çevre üzerindeki olumsuz etkilerinden ötürü yerel nüfusun yeni maden aktivitelerinden de kaygı duyduğu kaydediliyor.
Kültürel kaynaklar üzerindeki etkisi: Madencilik faaliyetlerinin kültürel kaynaklar üzerindeki doğ­rudan etkileri, özellikle inşaat çalış­malarından kaynaklanırken, dolaylı etkileri toprak erozyonu ve maden sahası ile bölgeye artan ulaşımın­dan kaynaklanıyor. Rehberde ayrıca madenlerin kutsal alanları, tarihi altyapıları ve doğal değerleri etkile­yebileceğinin de altı çiziliyor.
Halk sağlığı üzerindeki etkisi: Özellikle su, hava ve toprakta ma­den faaliyetlerinin etkileri ciddi biçimde görülebilir ve tüberküloz, astım, kronik bronşit ve mide bağır­sak hastalıklarında artış yaşanabili­yor. Madencilik yerel nüfusun hayat kalitesini, fiziksel, mental ve sosyal durumunu doğrudan ve kısa süre içinde etkileyebiliyor. Madencilerin varlığından ötürü bölgedeki kay­nakların daha yoğun kullanımıyla ortaya çıkabilecek gıda güvenliği sorunu da sağlıksız beslemeye ne­den olabiliyor.
Ek olarak Fransız Jeoloji ve Ma­den Araştırma Bürosu’nun (BRGM) madenlerin çevresel etkilerini de­ğerlendirmek amacıyla yürüttüğü MINEO projesi kapsamında hazır­ladığı rapor da, varılan sonuçları dolaylı ve doğrudan etkiler olarak sınıflandırıyor. Buna göre dolaylı etkiler arasında maden sahasındaki patlamalar sonucunda oluşan şok ve titreşimlerin, ses ve toz kirliliği­ne, etraftaki meskun alanda bulu­nan yapıların çökmesine neden ola­bilmesi öne çıkıyor. Yerel nüfusun hayli bağımlı olabileceği hayvan hayatı da bundan etkilenebiliyor. Atık mineraller, maden sahasının ve barınma alanlarının inşası, yollar, enerji hatları, bölgeden karşılanan odun ve su ihtiyacı, geleneksel top­rak sahipleriyle çıkar çatışmasına neden olabiliyor. Tarımsal alan, su, balık gibi yerel nüfusun için hayati olan kaynaklar tükenebiliyor. Bu da sağlık ve beslenme koşullarında kötüleşmeye ve dolayısıyla daha dü­şük çalışma ve öğrenme kapasitesi­ne neden olabilir.
Doğrudan etkilerin ise madenin iş­gücünün niteliğine, dışarıdan ya da bölgeden karşılanmasına ve etrafta­ki nüfusun ekonomik yapısı ile dev­let bürokrasisiyle geçmiş ilişkilerine göre değişebileceği kaydediliyor. Maden, yerel nüfusun belli bir kısmı için ekonomik olarak çekici olabilir. Bu da onlara ve ailelerine ciddi bir gelir sağlayabiliyor. Ancak işgücü­nün madenlere kanalize olması, ha­sat zamanı komşular arasındaki iş­birliği gibi yerel toplumlarda önem taşıyan geleneksel sorumlulukların aksamasına yol açabiliyor. Ya da madene yol yapımı, civardaki nüfus için olumlu ya da olumsuz etkilere neden olabilir. Ürün ve hizmetler alana daha kolay taşınabiliyor. An­cak bu, nüfusun bu ürünlere erişimi olacağı anlamına gelmeyebiliyor.
Bu olumsuz etkilerin sağlamasını, vakalarla ve saha röportajları ile gerçekleştirmek mümkün. Yeryü­zü Derneği’nin Seyitömer, İsken­derun, Aliağa ve Çanakkale’de ter­mik santrallar çevresinde bulunan toplam 22 yerleşim yerinde (köy ve ilçede) gerçekleştirdiği saha araştırmaları ciddi bir kaynak su­nuyor. Haziran 2016’da yayımlanan “Türkiye’de Kömür Yatırımlarında İnsan Hakları İhlalleri” raporunda öne çıkan ihlallerse şöyle:
Mülkiyet Hakkı: Raporda yapı­lan mülakatlarla istimlakların çok düşük bedellerle yapıldığı, toplu pazarlıklarla istimlak durumuna göre istihdam sözü alındığı ancak ilerleyen yıllarda özelleştirmelerle işten çıkarmalar yaşandığı aktarılı­yor. Kömür yatırımlarında önceliğin insanların mülkiyet hakkına değil daima kömür yatırımlarına verildiği vurgulanırken “İstimlak süreci böl­gedeki bireylerin yaşamını olumsuz etkilemekte ve bu süreç ister iste­mez insanların topraklarını satma­larına neden oluyor. Sosyal yaşan­tının kömür yatırımlarından dolayı olumsuz etkilenmesi bölgedeki ya­şayan insanların istimlakı tek kurtu­luş yolu olarak görmelerine neden olmaktadır” deniyor.
Çalışma Hakkı: Yapılan saha araş­tırmalarının, uygulamaların anaya­sal bir hak olan çalışma hakkı ile çe­liştiği ve “kömür yatırımı ile birlikte bölgede geçimini tarımla sağlayan bireylerin çalışma olanaklarının el­lerinden alındığı” vurgulanıyor. Bir katılımcı, tarlası için gerekli suyun kaynağının işletmenin içinde bulun­duğunu ve oradan gelen yağlı su ile ürünlerinin öldüğünü belirtiyor. Özelleştirme sonrası toplu işten çı­karmalarla tarımın yerine istihdam olarak görülen termik santrallarda da çalışma şansının ortadan kalktığı hatırlatılıyor.
Sağlıklı Çevrede Yaşama Hakkı: Santralların çevreye etkilerinin sağ­lık açısından incelendiği bu madde­de ise özelikle yakılan kömürden arta kalan küllerin havaya karıştı­ğında yaşamı zorlaştırdığı belirtilir­ken bir katılımcı tarladan akşam eve “kül kedisi” gibi döndüğünü, evleri­nin önüne bastıklarında iz çıktığını kaydediyor. Dahası termik santralın atık suyunun tarımsal amaçla kulla­nılmasından ötürü sağlık sorunları­nın yaşandığı da dile getiriliyor.

ÇEVRESEL ETKİLER
Kömürün çıkarılmasından santral­da yakılma sonrası oluşan atığın boşaltılması noktasına kadar her aşamada çevreye, tarım alanlarına ve su kaynaklarına ciddi zararları oluşabilir. Greenpeace’in “Kömürün Gerçek Maliyeti” (2008) raporunda, madencilik safhasının doğaya ver­diği zararlar şu şekilde özetleniyor: “Madencilik geniş ölçekte orman tahribatına, toprak erozyonuna, su sıkıntısına, kirliliğe, için için tüten kömür yangınlarına ve seragazla­rının açığa çıkmasına neden olur. Devasa kazı çalışmaları toprağı çıp­lak bırakır, su seviyelerini düşürür, büyük atık dağları ortaya çıkarır ve çevrede bulunan köy ve kentleri toz parçacıkları ve döküntülerle kap­lar. Madencilik bereketli toprakla­rın erozyon yoluyla kaybına neden olur. Kaybedilen toprak, yakındaki su akıntılarına karışarak nehirleri tı­kar ve su yaşamını baskılayarak zapt eder.” Kömürün yakılıp elektriğe dönüştürüldüğü termik santrallarda, özetle yakılma aşamasında ise baca emisyonları, soğutma suyu kullanımı ve kül çıkışı temel zararı oluşturan etmenler. Atık külün ancak bir kısmı oluşturulan barajlarda tutulurken, bunlar rüzgarın etkisiyle çevredeki kaynaklara zarar verebilirler.
Söz konusu etkiler, bir taraftan santraldan çıkan baca emisyonları ve küller ile maden çıkarma aşama­sında oluşan kömür tozları; diğer taraftan özellikle su kullanımı ve tarımsal alanlar bağlamında kaynak çatışması şeklinde iki başlık şeklin­de incelenebilir:

Baca Emisyonları, Küller ve Kömür Tozları
Öncelikle madencilik aşamasında ortaya çıkan kömür tozu hem sağlık hem de güvenlik açısından madenci­ler için ciddi riskler barındırıyor. İş sağlığı ve güvenliği uzmanı Ali Rıza Ergun’un uzmanlık tezine göre (2007) kömür tozu, kömürün ken­disi ortamdan uzaklaştırılsa dahi madenin tavan, taban ve yan du­varlarda birikiyor. Biriken bu tozlar grizu patlaması sonucu havalanıp toz bulutu oluşturarak patlayabilir  ve grizu patlamalarının sonuçlarını çok daha ağır hale getiriyor. Tarih­teki en büyük maden kazalarının çoğunun sebebi olarak kömür tozu patlamaları gösteriliyor. Öte yandan sağlık açısında da kalp ve solunum yetmezliği sonucu ölüme neden olan silikozis ve görece seyri daha hafif olan ve akciğer fonksiyonunda az bir bozulmaya neden olan pnö­mokonyoz hastalıkları yaşanma ola­sılığı bulunuyor.
Kömürün yakılması aşamasında ise çevreye verilen zararlı maddelerin başında havada asılı tanecik-par­çacıklı madde (PM), kükürtdioksit (SO2), azotoksitler (NOx), karbon­dioksit (CO2) ve karbonmonoksit (CO) geliyor. Bunlara bacadan gaz halindeki atıklarla birlikte çıkan kül ve az miktarda da olsa ağır metaller (arsenik krom, kadmiyum kurşun, cıva, bakır, vanadyum, nikel, çinko, selenyum, antimon) ekleniyor. SO2 ve NOx havadaki suyla birleşerek asit yağmurlarına neden olur. Asit yağmuru ise çevredeki yaşama dair ciddi zararlar oluşturuyor. Ege Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ali Os­man Karababa, “Kömür Raporu” başlıklı araştırmada yer alan “Kö­mürle Çalışan Termik Santrallar ve Sağlık Etkileri” başlıklı maka­lesinde bu zararlara dair önemli ayrıntılar veriyor. Buna göre asit yağmurları “bitkilerin yapraklarının ölümüne, toprağın pH dengesini bozarak yetişen bitkilerin zarar gör­mesine, toprak ekosisteminin uzun vadede bozulmasına, tarımsal üreti­min azalmasına hatta tamamen son­lanmasına, insan yaşamının da hem sosyal hem de ekonomik olarak et­kilenmesine neden olur.” Karababa ayrıca asit yağmurlarının binaların dış cephelerinde tahribat oluştura­rak ömürlerini kısalttığını ve sık sık yenilenmeye ihtiyaç oluşturduğunu belirtiyor.
SO2 ve NOx gibi gazların kirletici etkileri daha çok yerel ölçekte gö­rülürken C02 gazı atmosfere yayılır ve iklim değişikliğinin ana nede­ni olarak görülüyor. Yine Kömür Raporu’nda yer alan makalesinde Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Levent Kurnaz, 1970’lerden bu yana belirlenen standartlar sonu­cunda SO2 ve NOx gibi gazların çev­reye yayılmasını engelleyen temiz kömür teknolojilerinin performans­larının arttığını ve fiyatlarının ucuz­ladığını belirtiyor. Ancak ülkemizde bu teknolojilerin Batı standartların­dakine benzer bir yaygınlığa ulaşa­mayarak ciddi bir negatif dışsal etki kaynağı oluşturduğunu kaydediyor.
Yakma işleminde oluşan ve bacadan gaz halindeki atıklarla birlikte çıkan küllerin önemli bir kısmı ise elekt­rostatik filtrelerle tutulur, kalanı atmosfere veriliyor. Tutulan küller suyla karıştırılarak taşınır ve kül ba­rajı adı verilen depolarda tutuluyor. Ancak Türkiye’de bu depolarda tutu­lan kül miktarı da, filtre ünitelerinin yaygın olmamasından ötürü ciddi bir sorun kaynağı. Örneğin TÜİK’in yıllık yayımladığı “Termik Santral Su, Atıksu ve Atık İstatistikleri”ne göre termik santrallarda oluşan atı­ğın 2003-2006 arası %79’u, 2010’da %65’i, 2012’de %67,4’ü ve en gün­cel veri olan 2014’te sadece %48,3’ü kül barajlarında depolanmıştı. Tür­kiye Erozyonla Mücadele ve Ağaç­landırma Vakfı’nın (TEMA) Konya-Karapınar’da yapılması planlanan kömür santrallarının oluşturacağı etkilere yönelik hazırladığı raporda, küllerin geri kalan kısmının büyük oranda rüzgar ile uçuşarak toprağa, suya ve gıda zinciri ile birlikte in­san vücuduna karıştığının bilindiği belirtiliyor. Bu küllerin tarıma et­kisi konusunda en kapsamlı örnek olarak Soma’daki zeytinliklere dair yerel ve ulusal basında çıkan ha­berler incelenebilir. Dahası küller ciddi sağlık sorunlarına da neden oluyor. TEMA’nın raporu Konya-Karapınar’da yapılması planlanan termik santralların ölçeğine ve olu­şacak küllere dair ciddi uyarılarda bulunuyor. Buna göre Maden Tet­kik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün raporları (2012), Karapınar’da bu­lunduğu açıklanan 1,83 milyar ton­luk linyit rezervinin 30 yıllık ömrü boyunca, yıllık 5250 MW’lık bir güç ortaya çıkaracağını belirtiyor. Türkiye’nin yerli ve ithal kömü­re bağlı kurulu gücünün Ağustos 2016 itibarıyla 16.622 MW olduğu düşünüldüğünde bu gücün büyük­lüğü daha iyi anlaşılabilir.
Bu potansiyelin karşılığında rapor­da, “30 yıl boyunca sürecek faaliye­tin sonunda 5220 futbol sahasını 10 metre yükseklikte dolduracak kadar kül çıkacağı, uçuşan küllerin 3727 hektar (37,3 km2) tarım veya yaşam alanını doğrudan etkileyeceği ve böylece Türkiye’nin buğday ambarı olarak tanımlanan bölgede ciddi bir risk oluşturulacağı” belirtiliyor.

Kaynaklar Çatışması
Özellikle açık maden ocakları, ilk aşamadan itibaren ekosisteme ciddi zararlar veriyor. Bu süreç boyunca önce toprağın üzerindeki yeşil örtü tamamen yok edilir, ardından cev­her içermeyen toprak kazınıyor ve nihayet cevher çıkartılıyor. Prof. Dr. Karababa, bu işlemlerin sonucunda oluşan devasa çukurlar ve ekosis­temdeki çöküşten ötürü sel, toprak kayması, kuraklık gibi felaketlerin; uzun vadede göçler ve çevre kirlili­ği (özellikle su ve toprak dolayısıyla da gıda) gibi insan sağlığını ciddi boyutta etkileyecek sorunların olu­şabileceğini belirtiyor. Türkiye’deki linyit kömürü işletmelerinin bahse­dilen süreci uygulayan açık maden ocağı biçiminde olduğu hesaba ka­tıldığı oluşan zararın büyüklüğü daha net anlaşılabilir.
Yine TEMA’nın raporu maden ocak­larının tarım alanlarına etkisine yönelik risklerine dair net veriler ortaya koyuyor. Kömür yatırımı ile 20 bin hektardan oluşan bir mera ve tarım alanının kömür ocağına dönüştürülmesi planlanıyor. Dolayı­sıyla bu alan içinde yaşayan, üreti­mini ve geçimini buradan sağlayan 5000’den fazla insanın yerinden olma ve geçim kaynağını kaybetme ihtimali öne çıkıyor. Dahası, rapor­da altı çizildiği üzere bu geniş ala­nın kazılmasıyla ortaya çıkacak yak­laşık 11,5 milyar m3 hacimde ve 22 milyar ton ağırlıktaki toprak, başka bir tarım arazisinin üstüne döküle­cek. Kömürlü, kükürtlü, asidik ve ağır metalli bir halde kazı alanların­da, dekapaj yığma sahalarına yeni­den doldurulduğunda ve rüzgarlar ile diğer verimli tarım arazilerine doğru dağıldığında, sadece kömür rezervi üzerindeki değil etrafındaki tarım arazileri de büyük zarar gö­recek.
Konuya bir de su kaynakları üze­rinden bakalım. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2015 tarihli “Küresel Riskler” raporu su krizini dünyanın karşılaştığı en büyük risk olarak de­ğerlendirmişti. Kömür faaliyetleri ise üretim sürecinin her aşamasında su kaynaklarına verebileceği zarar­larla bu “riskin” artmasına neden olabiliyor. Örneğin Karapınar’da ol­duğu gibi eğer kömür, yeraltı suyu seviyesinin altında olursa güvenlik açısından su kaynaklarının tama­men çekilmesi yani bölgenin susuz­laştırılması gerekir; aksi durumda ocaklara su basması kaynaklı fela­ketler yaşanabiliyor. Santrallarda kömürün soğutulması için kullanı­lan su miktarı da tek başına ciddi bir kaynak tüketimi oluşturuyor. TÜİK verilerine göre 2014 yılında termik santrallar tarafından %98’i denizden olmak üzere 6,5 milyar m3 su çekildi ve toplam suyun %98’i (6,4 milyar m3) soğutma suyu olarak kullanıldı (2010’da 4,2 milyar m3 su çekilmişti). Kömürü “yıkamak” için ihtiyaç duyulan bu büyük su mikta­rı sonucunda termik santralların bu­lunduğu bölgelerde çoğunlukla su sıkıntısının yaşandığı da biliniyor.
Yine Karapınar örneğinde, iklim de­ğişikliği, sulu tarım gibi sebeplerle su varlığının hızla azaldığı ve artık baraj yapılabilecek akarsu ve göl kalmadığı ya da denize uzaklık gibi nedenler göz önüne alınırsa; kuru­lacak bir termik santral işletmesinin soğutmada kullanabileceği tek su kaynağı olarak elde yeraltı suyu kalabiliyor. TEMA, bu tüketimin de bölgede kurulacak santrallar için Karaman-Ereğli-Karapınar bölgesin­deki bütün yeraltı suyunun çekilme­si anlamına geldiğini belirtiyor.

SAĞLIK ETKİLERİ
Madencilerin maden içindeki ko­şullardan ötürü yaşadıkları sağlık sorunlarının yanında esas yaygın etkiler kömürle çalışan termik sant­ralların neden olduğu hava kirliliği sonucu oluşuyor. Santrallar havaya büyük miktarlarda parçacıklı madde (PM), kükürtdioksit (SO2) ve dolaylı olarak ozon oluşumuna neden olan azotoksit (NOx) salıyor. Bunlardan özellikle PM ve ozon, sağlık açısın­dan en endişe verenler.
Avrupa merkezli bir sivil toplum ku­ruluşu olan Sağlık ve Çevre Birliği (HEAL) tarafından kömürle çalışan termik santralların etkilerini de­ğerlendirmek amacıyla hazırlanan “Ödenmeyen Sağlık Faturası”, konuyu bütün ayrıntılarıyla değer­lendiriyor. Buna göre söz konusu kirleticilere uzun süreli maruz kal­mak; bronşit, amfizem ve akciğer kanseri gibi kronik solunum has­talıklarına ve kalp krizi, konjestif kalp yetmezliği ve kardiyak arit­mileri gibi kalp-damar hastalıkları­na yol açıyor. Çocuklar, yaşlılar ve önceden hastalığı olanlar bu sağlık etkilerine karşı daha hassaslar. Yine rapora göre kömürlü termik sant­rallardan salınan baca gazı içinde kalıcı organik kirleticiler (POP’lar) ve cıva gibi ağır metaller de bulu­nuyor. Bunlar ya solunum yoluyla doğrudan ya da besin ve su yoluyla dolayı olarak insan bedenine geçe­biliyor. Rapora göre, cıvaya yoğun miktarda maruz kalındığında çocuk­larda bilişsel gelişim olumsuz etki­lenebiliyor; fetüsün hayati organla­rında geri dönüşü olmayan zararlar meydana gelebiliyor.
Yakma işlemi sonucunda oluşan kül­lerin, doğrudan olumsuz etkileri de saptanmış durumda. Ege Üniversi­tesi Nükleer Bilimler Enstitüsü’nün daha 1992 yılında ortaya koyduğu araştırmalar sonucunda, Yatağan’ın 50 köyünden 34’ünde radyasyon miktarının insan sağlığının kabul edebileceği sınırların çok üzerinde olduğu belirlenmişti. Küllerin uçuş­masını engellemek adına kül dağla­rının sulanması ciddi fayda sağlasa da, bu yöntemin de küllerin içinde bulunan çeşitli maddelerin yeraltı sularına karışmasını, böylece besin zinciri üzerinden hayvan ve insanla­rın zarar görebileceği de belirtiliyor.
Greenpeace’in “Kömürün Gerçek Maliyeti” (2008) raporu ayrıca ya­kılan kömür atıklarının, zehirli ve çoğunlukla kurşun, arsenik ve kad­miyum ihtiva etmeleri nedeniyle ze­hirlenmelere, böbrek hastalıklarına ve kansere neden olduğunu kayde­diyor. Rapora göre asidik maden drenajı (AMD) toprağa zarar veriyor ve içme suyunu tehlikeli bir hale ge­tirerek insan sağlığı üzerinde uzun vadeli olumsuz sonuçlar oluşturu­yor.
HEAL tarafından hazırlanan rapor aynı zamanda, söz konusu etkile­rin ekonomik sonuçlarını inceleyen ilk kapsamlı araştırma olarak öne çıkıyor. 27 AB ülkesinde bir yılda 18 bin 200’den fazla erken ölüm ve dört milyonun üzerine çalışma günü kaybı yaşandığını gösteren rapor sağlık, etkilerinin maliyetinin yılda 42,8 milyar euroya ulaşabile­ceğini gösteriyor. Rapor ayrıca bu verilere Sırbistan, Hırvatistan ve Türkiye’deki kömür santrallarında oluşan emisyonları da katınca er­ken ölümün 23 bin 300’e, toplam maliyetin yıllık 54,7 milyar euroya çıktığını kaydediyor.
Kömür temelli hava kirliliğinin en ağır bedelini ise gelişmekte olan veya gelişmemiş ülkeler ödüyor. Örneğin Greenpeace’in kömürün Endonezya’daki insani maliyetine odaklandığı 2015 tarihli raporu ülkedeki mevcut kömür yakılan termik santralların her yıl yaklaşık 6500 erken ölüme neden olduğunu 1000 MW üzeri yapılacak her yeni santralın her yıl 600 erken ölüme daha neden olacağının öngörüldü­ğünü belirtiyor.
Dahası HEAL, WWF-Avrupa Politi­kalar Ofisi ve Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN-Avrupa) tarafından hazır­lanan “Avrupa’nın Kara Bulutu” raporu da konunun farklı bir açısı­nı, yani kömürlü termik santralların AB çapında neden olduğu uzun me­safeli etkileri de ilk defa ele alıyor. “Atmosfer CO2’nin nerede salındı­ğını önemsemez ve bütün dünyaya adil olarak dağıtır. Kömür yakıtlı termik santralların saldığı hava kir­leticiler ise küresel olarak yayılmasa bile yüzlerce kilometre seyahat ede­bilirler” cümleleriyle başlayan rapor sadece Almanya ve Polonya’daki kö­mür santrallarının diğer ülkelerde 7000’den fazla erken ölüme neden olduğunu belirtiyor. Hollanda 200, Romanya 1600, Birleşik Krallık 1300, Çek Cumhuriyeti ise diğer ül­kelerde gerçekleşen 1300 ölümden sorumlu. En büyük zararı gören ülke olarak da Fransa öne çıkıyor. Almanya, Birleşik Krallık, Polonya, İspanya ve Çek Cumhuriyeti’nde­ki kömür santralları Fransa’da 1200 erken ölüme neden oluyor. Polonya’nın etkileri bu ulus ötesi sonuçları çok iyi anlatıyor. AB’deki en büyük zararı veren ülke olan Po­lonya’daki santrallar 2013’te 5800 erken ölüme neden oldu. Bunun sadece %20’si (1100) ülke içindey­di. Geri kalan 4700 ölüm başta Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Maca­ristan gibi ülkelerde yaşandı. Hatta İtalya, Yunanistan ve Fransa kendi ülkelerindeki santralların neden olduğu ölümlerden daha fazlasını Polonya’nın santrallarından ötü­rü yaşadı. Raporda ayrıca Birleşik Krallık’ın planlanan kömürü devre­den çıkarma girişimi sayesinde ülke içi ve dışında yaklaşık 2900 insanın hayatının kurtarılabileceği ve 4 ila 7,7 milyar euro arasında yıllık sağ­lık masrafından tasarruf edilebilece­ği belirtiliyor.

Akıl Sağlığımıza da Zararlı
Sözkonusu rapora göre, fiziksel sağlık sorunlarının yanı sıra belir­tildiği gibi madencilik sektöründeki­ler ciddi akıl sağlığı sorunlarıyla da boğuşmakta. Uluslararası denetle­me şirketi PwC’nin Avustralya için işyerlerindeki akıl sağlığının maliye­tini incelediği rapora göre; maden endüstrisinde çalışanların %22,7’si­nin akli hastalığı var, %12,1’i madde kullanıyor, %16,7’sinin anksiyete durumu var ve %3’ünün depresyon gibi afektif durumu söz konusu. NSW Mineral Council’ın “Akıl Sağ­lığı ve NSW Mineral Endüstrisi” yazısına göre de 5777 çalışan 12 ay­lık süreç içerisinde en çok görülen akıl hastalığı olan anksiyete bozuk­luğunu, yaklaşık 2500 çalışan dep­resyonu ve 2000’den fazla çalışan ise madde kullanımı bozukluğunu yaşamış.
Türkiye’deki sağlık etkilerinin de­ğerlendirilmesi konusunda HEAL, AB için kullandığı yöntemle Türkiye özelinde yine aynı başlıklı bir rapor yayımladı. Buna göre Türkiye’de ha­len çalışan termik santralların sağ­lık maliyeti, en az 2876 erken ölüm, 637 bin 643 yitirilen işgünü ve 3,6 milyar euro olarak hesaplandı. Da­hası Greenpeace’in “Sessiz Katil” raporu da Türkiye’de sadece 2010 yılında kömürlü termik santralların yarattığı kirlilik nedeniyle hava kir­liliğine maruz kalan kişilerin ömrü­nün yaklaşık 79 bin saat (kabaca 10 yıl) kısaldığını vurguluyor.

İşitme Kaybından Leptospiroz’a Madencilik Hastalıkları
Avrupa Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından finanse edilen Türkiye’de İşyerlerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Koşullarının İyileştirilmesi Projesi (İSGİP) kapsamında hazırlanan rehbere göre madencilik sektöründe en sık karşılaşılan meslek hastalıkları şöyle sıralanıyor:
– Gürültü kaynaklı işitme kaybı
– Titreşim kaynaklı beyaz parmak sendromu, karpal tünel sendromu, tüm vücut vibrasyonunun neden olduğu hastalıklar dahil bel rahatsızlıkları, epikonilit ve bursiti de içeren kas iskelet sistemi rahatsızlıkları
– Asbestin neden olduğu hastalıklar dahil tozdan kaynaklanan meslek hastalıkları
– Mesleki cilt hastalıkları
– Mesleki astım
– Mesleki kanser
– Tetanoz
– Madenci nistagmusu
– Leptospiroz (Weil hastalığı)

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ: KÖMÜR, OLAĞAN ŞÜPHELİ
Günümüzün en ciddi varoluşsal teh­didi iklim değişikliğini oluşturan ne­denlerin arkasında karbon salımları başat rol oynuyor. Karbondioksit salımlarının en büyük kaynağı ola­raksa kömür öne çıkıyor. Uluslara­rası Enerji Ajansı’nın (IEA) 2015 istatistiklerine göre kömür 2013 yılında toplam birincil enerji arzın­da %29’luk bir paya sahip olmasına rağmen enerji birim başına sahip olduğu yüksek karbonlu içerik­ten ötürü küresel CO2 salımlarının %46’sından sorumlu. (Kömür, birin­cil enerji arzında %31 ile en büyük paya sahip doğalgaza göre, emisyon yoğunluğu bakımından ortalama iki katı etkiye sahip.)
Başta Hindistan ve Çin gibi geliş­mekte olan ülkelerin enerji tercihle­ri kömürün bu etkisinde 2000’lerin başından bu yana ciddi bir rol oyna­dı. Zira IEA’in istatistiklerine göre 1980’lerin sonundan 2000’lerin ba­şına kadar petrol ve kömür %40 ci­varında benzer oranda CO2 salımla­rından sorumluyken (kömür birkaç puanla petrolün üstünde olmakla birlikte), bu tablo 2002’den sonra ciddi biçimde değişti. Gelişmekte olan ülkelerin artan enerji tüketimi sonucunda kömürün de CO2 emis­yonunda 2002’de %40 olan payı 2013’te %46’ya yükseldi. Petrolünki ise %39’dan %33’e inerken doğal­gaz %20 civarında sabit kaldı.
CO2 salımlarına sektör bazında ba­kıldığında elektrik ve ısı üretiminin %42 ile (%23’lük paya sahip taşıma­nın ardından) açık ara en büyük paya sahip olduğunu ve bu üretimin de %72 oranında kömürden kar­şılandığını görüyoruz. Avustralya, Çin, Hindistan, Polonya ve Güney Afrika gibi elektrik ve ısı üretiminin üçte ikisinden fazlasını kömürden karşılayan ülkeler bu ciddi kömür tüketiminden büyük oranda sorum­lu durumda.
Sabancı Üniversitesi İstanbul Poli­tikalar Merkezi tarafından hazırla­nan “Kömür Raporu”nda, Dr. Ümit Şahin tarafından kaleme alınan “Türkiye’nin Enerji ve İklim Poli­tikalarında Kömürün Yeri” maka­lesinde sunulan veriler, kömürün diğer enerji kaynaklarına göre ne denli yüksek seragazı emisyonuna neden olduğunu gösteriyor. Buna göre, “Kömür yakılması sonucun­da, ortalama bir termik santralda, üretilen her bir kWh elektrik başına yaşam döngüsü boyunca yaklaşık 1000 gram CO2 eşdeğeri seragazı atmosfere salınır. Bu miktar yük­sek emisyonlu sistemlerde 1500 gramı aşmakta, en verimli termik santrallarda ise 750 gram seviyele­rine düşebilmektedir. Doğalgazdan elektrik üretilmesinde bu miktar ortalama olarak yaklaşık 500 gram olup, en verimli santrallarda 350 gram kadardır. Yenilenebilir ener­ji santrallarında ise seragazı salım düzeyleri yaşam döngüsü boyunca her bir kWh elektrik başına 5 ile 50 gram arasında değişir (rüzgar için 10-20 gram, fotovoltaik güneş panelleri için 35-50 gram). Yani en verimli kömür santralının neden olduğu seragazı emisyonları, tüm yaşam döngüsünde bir doğalgaz santralının yaklaşık iki katı, rüzgar santralının ise yaklaşık 75 katı daha fazladır.”
Kömürün CO2 salımlarındaki bu ciddi rolü iklim değişikliğinde bu­gün gelinen vahim noktayı ve artan küresel sıcaklık seviyesini açıklı­yor. Öncelikle insan faaliyetlerin­den kaynaklanan seragazı salımı­nın başlangıcı kabul edilen Sanayi Devrimi’nden bu yana küresel sıcak­lığın arttığını hatırlatmak gerekiyor. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), 2013 yılındaki yayım­ladığı 5. Değerlendirme Raporu’nda 1880-2012 yılları arasında yeryüzü­nün ortalama sıcaklığının 0,85°C derece arttığını ilan etmişti. Ameri­kan Ulusal Havacılık ve Uzay Dai­resi (NASA) Goddard Uzay Çalışma­ları Enstitüsü (GISS) ise sıcaklığın 1880’den bu yana 0,8°C arttığını, bu sıcaklık artışının üçte ikisinin 1975’ten bu yana yaşandığın belirt­mişti. Enstitü ayrıca geçen Mayıs ayında 2016’nın 1880’den bu yana en sıcak yıl olacağını ilan etmiş­ti. ABD Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) ise, geçen Temmuz ayının dünya tarihinde ölçülen en sıcak ay olduğunu açıkladı.

Kömür Rezervlerinin %88’i Yerin Altında Kalmalı
Etkisi dünyanın pek çok bölgesinde doğrudan hissedilen iklim değişikli­ği ve artan küresel ısınma uluslara­rası alanda politika değişikliğine yö­nelik yeni bir ihtiyaç doğurmuştu. 2010’da Meksika-Cancun’daki BM İklim Değişikliği Konferansı’nda (COP16) küresel sıcaklık artışı için azami 2°C limiti belirlenmiş ve bu hedef doğrultusunda devletlerin acil adım atması gerektiği belirtil­mişti. Takip eden yıllardaki İklim Konferanslarında bu vurgu hatırla­tılırken 2015 Paris İklim Zirvesi’nde bu hedef tarafların sıcaklık artışını 1,5°C’de tutmak üzere çaba harca­ması gerektiği şeklinde metne gir­mişti.
Ancak bu hedefin tutturulabilmesi iklim değişikliğinin en önemli kay­nağı kömür politikalarında ciddi bir değişim gerektiriyor. Bilimsel veriler bu değişim ihtiyacını çok net kanıtlıyor. IPCC tarafından yapı­lan ve “Kömür Raporu”nda Şahin tarafından aktarılan hesaplamaya göre, küresel ısınmayı 2°C’nin altın­da tutmak için insanlar tarafından atmosfere salınabilecek CO2 mik­tarı, yani toplam “karbon bütçesi” Sanayi Devrimi’nden (1750’den) itibaren 2900 gigaton CO2 (GtCO2) yani 2,9 trilyon ton olarak belirlen­di. Bu bütçenin 1900 GtCO2’si yani %65’i ise 2011 yılına kadar çoktan tüketildi. Şahin, 2012’de yıllık kü­resel toplam emisyon düzeyinin 54 GtCO2 olduğunu, dolayısıyla karbon emisyonları mevcut düzeyde devam ederse kalan yaklaşık 1000 GtCO2 eşdeğerinin 2030’larda salınmış ola­cağı hesabını aktarıyor. Halihazırda kalan 1000 GtCO2 eşdeğeri miktarın karşısında ise 3863 GtCO2’lik küre­sel fosil yakıt rezervi bulunuyor. Bu rezervin ise 2191 GtCO2’sini tek başına kömür rezervi oluşturuyor. Dolayısıyla mevcut toplam rezervin en az dörtte üçünün, kömürünse di­ğer rezervlere göre daha da büyük kısmının yerin altında kalması gere­kiyor. Christophe McGlade ve Paul Ekins’ın Nature dergisinde Ocak 2015’te yayımlanan makalesi kö­mür için bu oranı %88 olarak belir­tiyor (Doğalgaz rezervleri için %52, petrol içinse %35 oranı belirlenmiş).
Ancak planlanan yeni santral ve maden faaliyetleri, bu tartışmala­rın Türkiye’deki karar alıcılarına henüz ulaşmadığını gösteriyor. Ge­nel bir tablo sunmak adına, IEA’in en güncel verilerine göre 2013’te Türkiye’nin birincil enerjisinin yak­laşık %88’ini fosil yakıtlar oluşturur­ken bu oranın %28’i kömür, %32’si gaz ve geri kalanı petroldü. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun raporuna göre ise 2015 yılında elektrik üretiminin %28’i kömür­den (%12,83 taş kömürü ve linyit, %15,22’si ithal kömür) karşılanmış­tı. Bu yüksek oranın arkasında ar­tan kömür arama çalışmalarının cid­di bir rolü var. Türkiye 1985’te ara verilen kömür arama çalışmalarına 2005 yılından itibaren tekrar baş­lamış, bilinen 8,3 milyar ton linyit rezervinin üzerine 2005-2014 yılları arasında 7,21 milyar ton yeni linyit rezervi tespit edilmişti. Bunun da doğal karşılığı seragazı salımlarına yansıdı.
Yine “Kömür Raporu”nda Ümit Şahin tarafından aktarılan verile­re göre Türkiye 2013 yılında 459 MtCO2e ile küresel seragazı emis­yonlarının %0,94’ünü üretti. Tarih­sel olarak birikmiş küresel emisyon­larının %0,4’ünden sorumlu olan Türkiye’de kişi başına düşen emis­yonlar ise 6,04 ton olarak hesaplanı­yor. Daha çarpıcı olan, Türkiye’nin toplam yıllık emisyonları 1990-2013 arasında %110,4 oranında, kişi ba­şına düşen emisyonları ise %53 oranında artırmasıydı. Bu artış Türkiye’yi dünya sıralamasında ilk 20 arasına, OECD ülkeleri arasında ise zirveye yerleştirdi.
Paris İklim Zirvesi için devletlerin karbon nötr ekonomi yolundaki he­deflerini açıkladığı Ulusal Katkı Ni­yet Beyanı (INDC) kapsamında Tür­kiye beklentilerin altında bir yol ilan etti. Şahin, Türkiye resmi beyanına göre mevcut politikalarla 2030’da toplam emisyonu 1175 MtCO2e’ye çıkacağını, yani 2013’e göre iki katın çok üzerinde (%155) artış göstereceğini kaydediyor. Şahin, INDC’de belirtilen referans senaryo­ya göre %21 azaltım hedefi (2030’da emisyonları 929 MtCO2e’de tutmak) başarılsa dahi, artış miktarının yine iki katından fazla olacağını belirti­yor.
Dahası, yapımı planlanan 70’ten  fazla yeni kömürlü termik santral, Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadele kapsamında gerçekçi bir adım atmasının önünde engel teşkil ediyor. Bu engeli de veriler ortaya koyuyor. İklim ve enerji uzmanı Önder Algedik tarafından hazırla­nan “Kömür ve İklim Değişikliği 2016” raporu Türkiye’nin 2030 yılı için taahhüt ettiği salımların 2014 yılından 461 milyon ton daha fazla olduğunu ortaya koyuyor ve bu artı­şın neredeyse yarısının kömür sant­rallarından kaynaklanacağı öngö­rüsünde bulunuyor. Rapor, ayrıca Türkiye’nin ekonomisini karbon yo­ğun hale getirmek için sınırları zor­ladığını da kanıtlıyor. Zira TEİAŞ’ın 2026’ya kadar 24,9 GW toplam tra­fo kapasitesine rağmen sadece aday kömür santrallarının 29 GW üretim kapasitesine sahip. Yani trafolar planlanan termik santrallerin üre­timini bile karşılamazken, rüzgar, güneş ya da başka bir kaynağa hiç yer kalmıyor.
Oysa Türkiye iklim değişikliğine yol açan kömür yakıtlı elektrik üretimi­ni artırmayı planlarken Akdeniz böl­gesinin gelecekte iklim değişikliği­nin en yoğun yaşanacağı yerlerden birisi olacağı biliniyor. OCI ve 350.org’un açıkladığı “Türkiye’de Fosil Yakıt Üretimini Sübvanse Etmenin Maliyeti” raporu “Türkiye için yapı­lan hassasiyet değerlendirmelerinin iklim değişikliğinin sel ve heyelan riskinin yükselmesine, kuraklıkların ve sıcak hava dönemlerinin yoğun­luğunu ve süresini artırmak sure­tiyle su kıtlığına ve kıyı bölgelerini tehdit eden deniz seviyesi yükselme­lerine sebep olabileceğini gösterdi­ğini” aktarıyor.

Başka Bir Kalkınma Mümkün
Peki, artan kömür yatırımlarının dışında Türkiye’nin kalkınmasını sürdürürken enerji talebini ik­lim dostu projelerle karşılamanın bir yolu yok mu? Prof. Dr. Erinç Yeldan ve Doç. Dr. Ebru Voyvo­da tarafından İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) ve WWF-Türkiye işbirliğinde hazırlanan Ekim 2015 tarihli “Türkiye için Düşük Kar­bonlu Kalkınma Yolları ve Önce­likleri” raporu bu soruya farklı bir yanıt vermişti. Raporda öncelikle Türkiye’nin büyüme senaryosu hesaplanıyor ve Türkiye’nin res­mi programında büyüme oranı %5 iken, rapor için hazırlanan “baz patika senaryosu”na göre %3,45’lik büyüme öngörülüyor. Analizler de bu ikinci oran üzerinden yapılıyor ve üçüncü bir büyüme senaryosu olarak “iklim değişikliği paketi” hesaplanıyor. Bu pakette üç temel araç yer alıyor: Karbon vergisi, vergiden elde edilecek gelirin yeni­lebilir kaynaklardan enerji üretimi için kullanılmasını sağlayacak ye­nilenebilir enerji yatırım fonu ve enerji verimliliği projeleri. Karbon vergisinin 2030 yılına gelindiğinde GSYH’nin %1,2’si oranında toplan­ması öngörülüyor. Bu paket uy­gulanırsa, baz patika senaryosuna göre 2020’ye kadar büyüme %0,7 daha düşük bir oranda gerçekleşe­cek. Ancak bu fark 2025 yılından sonra azalacak, 2030’daysa tama­men ortadan kalkacak. Dolayısıyla uzun vadede Türkiye ekonomisi kayıpsız büyürken yenilenebilir enerji kaynaklarıyla dönüşmüş bir ekonomi kimliği kazanacak. Daha­sı bu paket uygulandığı takdirde yıllık karbondioksit emisyonları 2030’da baz patikanın %23, resmi politikaların %40 altında gerçekle­şecek. Ayrıca doğalgaz ve kömür­den güneş ve rüzgara doğru ciddi bir geçiş yaşanacak. Bu geçiş ile referans senaryoya göre kömür it­halatında %25, doğalgaz ithalatında ise %35 oranında düşüş sağlanaca­ğı öngörülüyor. Rüzgar ve güneşin elektrik üretimindeki payının %44’e ulaşacağı ve bu artış sonucunda, kömür, doğalgaz ve hidroelektriğin elektrik üretimindeki paylarında düşüş olacağı gözlemleniyor.

EkoIQ Editör