En ucuz yakıt olarak tanımlanan kömür, bu tanımı piyasa fiyatından ve ekonomik verilerden alıyor. Oysa basit kâr-zarar dengelerinin ötesinde hayatın her alanına nüfuz eden ciddi etkileri hesaba katılmıyor. Ancak ekonomi literatüründe “negatif dışsallıklar” olarak adlandırılan bu maliyetler kendisini yerinden olma, ciddi hak ihlalleri, sosyal yapının bozulması, asit yağmurları, kaynakların kirlenmesi, sağlık sorunları ve iklim değişikliği dahil pek çok şekilde gösteriyor. Tam olarak hesaplanması son derece zor olan bu maliyetler aslında her canlılar tüm bir ekosistem tarafından ödeniyor. Sonuç olarak, burada dört ayrı alt başlıkla ele aldığımız bu maliyetler göz ardı edilerek gerçekleştirilen politika ve yatırım planlarının, herhangi bir şekilde sürdürülebilir bir gelecek vaat etmesi mümkün görünmüyor…
SOSYAL ETKİLER
Yapılan tüm araştırmalar ve çalışmalar, kömür madenleri ya da genel olarak madenlerin ciddi sosyal değişimlere neden olduğunu gösteriyor. Çoğunlukla merkezden uzak yerlere konumlanan madenler, istihdam artışı, yol ve okul yatırımları, ürün ve hizmetlere daha kolay erişim imkanı sunabilir. Ancak öte yandan, fayda ve maliyetlerin adil dağıtılmamasıyla ciddi sosyal sorunlar da ortaya çıkabiliyor. Yerel nüfusun kendisine adil davranılmadığını hissetmesi sosyal gerilimleri tetikleyebiliyor; ekonomik gelir olarak alternatif bulunmuyorsa madenlerin çevresel etkilerinden ötürü geçim kaynaklarına yönelik tehdit oluşabiliyor. Kırılgan bir konumda bulunan nüfus, karar alma sürecine dahil edilmezse çaresiz hissedebiliyor.
Dünya Çevre Mevzuatı İttifakı (ELAW) madencilik projeleri ÇED’lerinin değerlendirilmesine yönelik 2010’da hazırladığı rehberde madenlerin sosyal değerlere etkilerini şöyle sıralıyor:
Yerinden olma ve yeniden yerleşim: Toplulukların yerinden edilmesinin ciddi bir çatışma kaynağı olabileceğinin belirtildiği rehberde maden için büyük bir topluluğun yerinden edilip kendi tercih etmedikleri yerlere yerleştiklerine dair örnekler veriliyor. Evlerinin yanında topraklarını ve böylece geçim kaynaklarını kaybedebilen bu kişilerin yerleştikleri yerlerin de, çoğunlukla yeterli kaynağın olmadığı ya da madenin yakınlarında ve kaynakların kirlendiği bölgeler olduğu belirtiliyor. Ayrıca yaşadığı toprakla derin bir kültürel ve tarihsel ilişkiye sahip yerli nüfusun, yerlerinden olmasıyla ciddi bir boşluğa düşebileceği kaydediliyor.
Göç: Madenler çoğunlukla merkezden uzak yerlerde kurulurlar ve özellikle gelişmekte olan ülkeler için o bölgenin tek önemli gelir kaynağını oluşturur. Bu nedenle de farklı bölgelerden yoğun göç alıyor. ELAW rehberinde Endonezya’daki Grasberg madeninin nüfusunun 1973’te 1000’den azken, 1999’da yaklaşık 110 bine çıktığı hatırlatılıyor ve bu göçün bölgede daha önce yaşayanlar ile sonradan gelenler arasında toprak, su gibi kaynakların veya faydaların paylaşımı konusunda sorun oluşturabileceği belirtiliyor.
Temiz suya erişimin kesilmesi: Raporda su niteliği ve niceliğinin maden projelerinin en sorunlu sonucu olduğu belirtiliyor. Şirketlerin modern teknolojilerin çevre dostu maden uygulamaları sunacağı garantisi vermelerine rağmen geçmişteki madencilik aktivitelerinin çevre üzerindeki olumsuz etkilerinden ötürü yerel nüfusun yeni maden aktivitelerinden de kaygı duyduğu kaydediliyor.
Kültürel kaynaklar üzerindeki etkisi: Madencilik faaliyetlerinin kültürel kaynaklar üzerindeki doğrudan etkileri, özellikle inşaat çalışmalarından kaynaklanırken, dolaylı etkileri toprak erozyonu ve maden sahası ile bölgeye artan ulaşımından kaynaklanıyor. Rehberde ayrıca madenlerin kutsal alanları, tarihi altyapıları ve doğal değerleri etkileyebileceğinin de altı çiziliyor.
Halk sağlığı üzerindeki etkisi: Özellikle su, hava ve toprakta maden faaliyetlerinin etkileri ciddi biçimde görülebilir ve tüberküloz, astım, kronik bronşit ve mide bağırsak hastalıklarında artış yaşanabiliyor. Madencilik yerel nüfusun hayat kalitesini, fiziksel, mental ve sosyal durumunu doğrudan ve kısa süre içinde etkileyebiliyor. Madencilerin varlığından ötürü bölgedeki kaynakların daha yoğun kullanımıyla ortaya çıkabilecek gıda güvenliği sorunu da sağlıksız beslemeye neden olabiliyor.
Ek olarak Fransız Jeoloji ve Maden Araştırma Bürosu’nun (BRGM) madenlerin çevresel etkilerini değerlendirmek amacıyla yürüttüğü MINEO projesi kapsamında hazırladığı rapor da, varılan sonuçları dolaylı ve doğrudan etkiler olarak sınıflandırıyor. Buna göre dolaylı etkiler arasında maden sahasındaki patlamalar sonucunda oluşan şok ve titreşimlerin, ses ve toz kirliliğine, etraftaki meskun alanda bulunan yapıların çökmesine neden olabilmesi öne çıkıyor. Yerel nüfusun hayli bağımlı olabileceği hayvan hayatı da bundan etkilenebiliyor. Atık mineraller, maden sahasının ve barınma alanlarının inşası, yollar, enerji hatları, bölgeden karşılanan odun ve su ihtiyacı, geleneksel toprak sahipleriyle çıkar çatışmasına neden olabiliyor. Tarımsal alan, su, balık gibi yerel nüfusun için hayati olan kaynaklar tükenebiliyor. Bu da sağlık ve beslenme koşullarında kötüleşmeye ve dolayısıyla daha düşük çalışma ve öğrenme kapasitesine neden olabilir.
Doğrudan etkilerin ise madenin işgücünün niteliğine, dışarıdan ya da bölgeden karşılanmasına ve etraftaki nüfusun ekonomik yapısı ile devlet bürokrasisiyle geçmiş ilişkilerine göre değişebileceği kaydediliyor. Maden, yerel nüfusun belli bir kısmı için ekonomik olarak çekici olabilir. Bu da onlara ve ailelerine ciddi bir gelir sağlayabiliyor. Ancak işgücünün madenlere kanalize olması, hasat zamanı komşular arasındaki işbirliği gibi yerel toplumlarda önem taşıyan geleneksel sorumlulukların aksamasına yol açabiliyor. Ya da madene yol yapımı, civardaki nüfus için olumlu ya da olumsuz etkilere neden olabilir. Ürün ve hizmetler alana daha kolay taşınabiliyor. Ancak bu, nüfusun bu ürünlere erişimi olacağı anlamına gelmeyebiliyor.
Bu olumsuz etkilerin sağlamasını, vakalarla ve saha röportajları ile gerçekleştirmek mümkün. Yeryüzü Derneği’nin Seyitömer, İskenderun, Aliağa ve Çanakkale’de termik santrallar çevresinde bulunan toplam 22 yerleşim yerinde (köy ve ilçede) gerçekleştirdiği saha araştırmaları ciddi bir kaynak sunuyor. Haziran 2016’da yayımlanan “Türkiye’de Kömür Yatırımlarında İnsan Hakları İhlalleri” raporunda öne çıkan ihlallerse şöyle:
Mülkiyet Hakkı: Raporda yapılan mülakatlarla istimlakların çok düşük bedellerle yapıldığı, toplu pazarlıklarla istimlak durumuna göre istihdam sözü alındığı ancak ilerleyen yıllarda özelleştirmelerle işten çıkarmalar yaşandığı aktarılıyor. Kömür yatırımlarında önceliğin insanların mülkiyet hakkına değil daima kömür yatırımlarına verildiği vurgulanırken “İstimlak süreci bölgedeki bireylerin yaşamını olumsuz etkilemekte ve bu süreç ister istemez insanların topraklarını satmalarına neden oluyor. Sosyal yaşantının kömür yatırımlarından dolayı olumsuz etkilenmesi bölgedeki yaşayan insanların istimlakı tek kurtuluş yolu olarak görmelerine neden olmaktadır” deniyor.
Çalışma Hakkı: Yapılan saha araştırmalarının, uygulamaların anayasal bir hak olan çalışma hakkı ile çeliştiği ve “kömür yatırımı ile birlikte bölgede geçimini tarımla sağlayan bireylerin çalışma olanaklarının ellerinden alındığı” vurgulanıyor. Bir katılımcı, tarlası için gerekli suyun kaynağının işletmenin içinde bulunduğunu ve oradan gelen yağlı su ile ürünlerinin öldüğünü belirtiyor. Özelleştirme sonrası toplu işten çıkarmalarla tarımın yerine istihdam olarak görülen termik santrallarda da çalışma şansının ortadan kalktığı hatırlatılıyor.
Sağlıklı Çevrede Yaşama Hakkı: Santralların çevreye etkilerinin sağlık açısından incelendiği bu maddede ise özelikle yakılan kömürden arta kalan küllerin havaya karıştığında yaşamı zorlaştırdığı belirtilirken bir katılımcı tarladan akşam eve “kül kedisi” gibi döndüğünü, evlerinin önüne bastıklarında iz çıktığını kaydediyor. Dahası termik santralın atık suyunun tarımsal amaçla kullanılmasından ötürü sağlık sorunlarının yaşandığı da dile getiriliyor.
ÇEVRESEL ETKİLER
Kömürün çıkarılmasından santralda yakılma sonrası oluşan atığın boşaltılması noktasına kadar her aşamada çevreye, tarım alanlarına ve su kaynaklarına ciddi zararları oluşabilir. Greenpeace’in “Kömürün Gerçek Maliyeti” (2008) raporunda, madencilik safhasının doğaya verdiği zararlar şu şekilde özetleniyor: “Madencilik geniş ölçekte orman tahribatına, toprak erozyonuna, su sıkıntısına, kirliliğe, için için tüten kömür yangınlarına ve seragazlarının açığa çıkmasına neden olur. Devasa kazı çalışmaları toprağı çıplak bırakır, su seviyelerini düşürür, büyük atık dağları ortaya çıkarır ve çevrede bulunan köy ve kentleri toz parçacıkları ve döküntülerle kaplar. Madencilik bereketli toprakların erozyon yoluyla kaybına neden olur. Kaybedilen toprak, yakındaki su akıntılarına karışarak nehirleri tıkar ve su yaşamını baskılayarak zapt eder.” Kömürün yakılıp elektriğe dönüştürüldüğü termik santrallarda, özetle yakılma aşamasında ise baca emisyonları, soğutma suyu kullanımı ve kül çıkışı temel zararı oluşturan etmenler. Atık külün ancak bir kısmı oluşturulan barajlarda tutulurken, bunlar rüzgarın etkisiyle çevredeki kaynaklara zarar verebilirler.
Söz konusu etkiler, bir taraftan santraldan çıkan baca emisyonları ve küller ile maden çıkarma aşamasında oluşan kömür tozları; diğer taraftan özellikle su kullanımı ve tarımsal alanlar bağlamında kaynak çatışması şeklinde iki başlık şeklinde incelenebilir:
Baca Emisyonları, Küller ve Kömür Tozları
Öncelikle madencilik aşamasında ortaya çıkan kömür tozu hem sağlık hem de güvenlik açısından madenciler için ciddi riskler barındırıyor. İş sağlığı ve güvenliği uzmanı Ali Rıza Ergun’un uzmanlık tezine göre (2007) kömür tozu, kömürün kendisi ortamdan uzaklaştırılsa dahi madenin tavan, taban ve yan duvarlarda birikiyor. Biriken bu tozlar grizu patlaması sonucu havalanıp toz bulutu oluşturarak patlayabilir ve grizu patlamalarının sonuçlarını çok daha ağır hale getiriyor. Tarihteki en büyük maden kazalarının çoğunun sebebi olarak kömür tozu patlamaları gösteriliyor. Öte yandan sağlık açısında da kalp ve solunum yetmezliği sonucu ölüme neden olan silikozis ve görece seyri daha hafif olan ve akciğer fonksiyonunda az bir bozulmaya neden olan pnömokonyoz hastalıkları yaşanma olasılığı bulunuyor.
Kömürün yakılması aşamasında ise çevreye verilen zararlı maddelerin başında havada asılı tanecik-parçacıklı madde (PM), kükürtdioksit (SO2), azotoksitler (NOx), karbondioksit (CO2) ve karbonmonoksit (CO) geliyor. Bunlara bacadan gaz halindeki atıklarla birlikte çıkan kül ve az miktarda da olsa ağır metaller (arsenik krom, kadmiyum kurşun, cıva, bakır, vanadyum, nikel, çinko, selenyum, antimon) ekleniyor. SO2 ve NOx havadaki suyla birleşerek asit yağmurlarına neden olur. Asit yağmuru ise çevredeki yaşama dair ciddi zararlar oluşturuyor. Ege Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ali Osman Karababa, “Kömür Raporu” başlıklı araştırmada yer alan “Kömürle Çalışan Termik Santrallar ve Sağlık Etkileri” başlıklı makalesinde bu zararlara dair önemli ayrıntılar veriyor. Buna göre asit yağmurları “bitkilerin yapraklarının ölümüne, toprağın pH dengesini bozarak yetişen bitkilerin zarar görmesine, toprak ekosisteminin uzun vadede bozulmasına, tarımsal üretimin azalmasına hatta tamamen sonlanmasına, insan yaşamının da hem sosyal hem de ekonomik olarak etkilenmesine neden olur.” Karababa ayrıca asit yağmurlarının binaların dış cephelerinde tahribat oluşturarak ömürlerini kısalttığını ve sık sık yenilenmeye ihtiyaç oluşturduğunu belirtiyor.
SO2 ve NOx gibi gazların kirletici etkileri daha çok yerel ölçekte görülürken C02 gazı atmosfere yayılır ve iklim değişikliğinin ana nedeni olarak görülüyor. Yine Kömür Raporu’nda yer alan makalesinde Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Levent Kurnaz, 1970’lerden bu yana belirlenen standartlar sonucunda SO2 ve NOx gibi gazların çevreye yayılmasını engelleyen temiz kömür teknolojilerinin performanslarının arttığını ve fiyatlarının ucuzladığını belirtiyor. Ancak ülkemizde bu teknolojilerin Batı standartlarındakine benzer bir yaygınlığa ulaşamayarak ciddi bir negatif dışsal etki kaynağı oluşturduğunu kaydediyor.
Yakma işleminde oluşan ve bacadan gaz halindeki atıklarla birlikte çıkan küllerin önemli bir kısmı ise elektrostatik filtrelerle tutulur, kalanı atmosfere veriliyor. Tutulan küller suyla karıştırılarak taşınır ve kül barajı adı verilen depolarda tutuluyor. Ancak Türkiye’de bu depolarda tutulan kül miktarı da, filtre ünitelerinin yaygın olmamasından ötürü ciddi bir sorun kaynağı. Örneğin TÜİK’in yıllık yayımladığı “Termik Santral Su, Atıksu ve Atık İstatistikleri”ne göre termik santrallarda oluşan atığın 2003-2006 arası %79’u, 2010’da %65’i, 2012’de %67,4’ü ve en güncel veri olan 2014’te sadece %48,3’ü kül barajlarında depolanmıştı. Türkiye Erozyonla Mücadele ve Ağaçlandırma Vakfı’nın (TEMA) Konya-Karapınar’da yapılması planlanan kömür santrallarının oluşturacağı etkilere yönelik hazırladığı raporda, küllerin geri kalan kısmının büyük oranda rüzgar ile uçuşarak toprağa, suya ve gıda zinciri ile birlikte insan vücuduna karıştığının bilindiği belirtiliyor. Bu küllerin tarıma etkisi konusunda en kapsamlı örnek olarak Soma’daki zeytinliklere dair yerel ve ulusal basında çıkan haberler incelenebilir. Dahası küller ciddi sağlık sorunlarına da neden oluyor. TEMA’nın raporu Konya-Karapınar’da yapılması planlanan termik santralların ölçeğine ve oluşacak küllere dair ciddi uyarılarda bulunuyor. Buna göre Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün raporları (2012), Karapınar’da bulunduğu açıklanan 1,83 milyar tonluk linyit rezervinin 30 yıllık ömrü boyunca, yıllık 5250 MW’lık bir güç ortaya çıkaracağını belirtiyor. Türkiye’nin yerli ve ithal kömüre bağlı kurulu gücünün Ağustos 2016 itibarıyla 16.622 MW olduğu düşünüldüğünde bu gücün büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir.
Bu potansiyelin karşılığında raporda, “30 yıl boyunca sürecek faaliyetin sonunda 5220 futbol sahasını 10 metre yükseklikte dolduracak kadar kül çıkacağı, uçuşan küllerin 3727 hektar (37,3 km2) tarım veya yaşam alanını doğrudan etkileyeceği ve böylece Türkiye’nin buğday ambarı olarak tanımlanan bölgede ciddi bir risk oluşturulacağı” belirtiliyor.
Kaynaklar Çatışması
Özellikle açık maden ocakları, ilk aşamadan itibaren ekosisteme ciddi zararlar veriyor. Bu süreç boyunca önce toprağın üzerindeki yeşil örtü tamamen yok edilir, ardından cevher içermeyen toprak kazınıyor ve nihayet cevher çıkartılıyor. Prof. Dr. Karababa, bu işlemlerin sonucunda oluşan devasa çukurlar ve ekosistemdeki çöküşten ötürü sel, toprak kayması, kuraklık gibi felaketlerin; uzun vadede göçler ve çevre kirliliği (özellikle su ve toprak dolayısıyla da gıda) gibi insan sağlığını ciddi boyutta etkileyecek sorunların oluşabileceğini belirtiyor. Türkiye’deki linyit kömürü işletmelerinin bahsedilen süreci uygulayan açık maden ocağı biçiminde olduğu hesaba katıldığı oluşan zararın büyüklüğü daha net anlaşılabilir.
Yine TEMA’nın raporu maden ocaklarının tarım alanlarına etkisine yönelik risklerine dair net veriler ortaya koyuyor. Kömür yatırımı ile 20 bin hektardan oluşan bir mera ve tarım alanının kömür ocağına dönüştürülmesi planlanıyor. Dolayısıyla bu alan içinde yaşayan, üretimini ve geçimini buradan sağlayan 5000’den fazla insanın yerinden olma ve geçim kaynağını kaybetme ihtimali öne çıkıyor. Dahası, raporda altı çizildiği üzere bu geniş alanın kazılmasıyla ortaya çıkacak yaklaşık 11,5 milyar m3 hacimde ve 22 milyar ton ağırlıktaki toprak, başka bir tarım arazisinin üstüne dökülecek. Kömürlü, kükürtlü, asidik ve ağır metalli bir halde kazı alanlarında, dekapaj yığma sahalarına yeniden doldurulduğunda ve rüzgarlar ile diğer verimli tarım arazilerine doğru dağıldığında, sadece kömür rezervi üzerindeki değil etrafındaki tarım arazileri de büyük zarar görecek.
Konuya bir de su kaynakları üzerinden bakalım. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2015 tarihli “Küresel Riskler” raporu su krizini dünyanın karşılaştığı en büyük risk olarak değerlendirmişti. Kömür faaliyetleri ise üretim sürecinin her aşamasında su kaynaklarına verebileceği zararlarla bu “riskin” artmasına neden olabiliyor. Örneğin Karapınar’da olduğu gibi eğer kömür, yeraltı suyu seviyesinin altında olursa güvenlik açısından su kaynaklarının tamamen çekilmesi yani bölgenin susuzlaştırılması gerekir; aksi durumda ocaklara su basması kaynaklı felaketler yaşanabiliyor. Santrallarda kömürün soğutulması için kullanılan su miktarı da tek başına ciddi bir kaynak tüketimi oluşturuyor. TÜİK verilerine göre 2014 yılında termik santrallar tarafından %98’i denizden olmak üzere 6,5 milyar m3 su çekildi ve toplam suyun %98’i (6,4 milyar m3) soğutma suyu olarak kullanıldı (2010’da 4,2 milyar m3 su çekilmişti). Kömürü “yıkamak” için ihtiyaç duyulan bu büyük su miktarı sonucunda termik santralların bulunduğu bölgelerde çoğunlukla su sıkıntısının yaşandığı da biliniyor.
Yine Karapınar örneğinde, iklim değişikliği, sulu tarım gibi sebeplerle su varlığının hızla azaldığı ve artık baraj yapılabilecek akarsu ve göl kalmadığı ya da denize uzaklık gibi nedenler göz önüne alınırsa; kurulacak bir termik santral işletmesinin soğutmada kullanabileceği tek su kaynağı olarak elde yeraltı suyu kalabiliyor. TEMA, bu tüketimin de bölgede kurulacak santrallar için Karaman-Ereğli-Karapınar bölgesindeki bütün yeraltı suyunun çekilmesi anlamına geldiğini belirtiyor.
SAĞLIK ETKİLERİ
Madencilerin maden içindeki koşullardan ötürü yaşadıkları sağlık sorunlarının yanında esas yaygın etkiler kömürle çalışan termik santralların neden olduğu hava kirliliği sonucu oluşuyor. Santrallar havaya büyük miktarlarda parçacıklı madde (PM), kükürtdioksit (SO2) ve dolaylı olarak ozon oluşumuna neden olan azotoksit (NOx) salıyor. Bunlardan özellikle PM ve ozon, sağlık açısından en endişe verenler.
Avrupa merkezli bir sivil toplum kuruluşu olan Sağlık ve Çevre Birliği (HEAL) tarafından kömürle çalışan termik santralların etkilerini değerlendirmek amacıyla hazırlanan “Ödenmeyen Sağlık Faturası”, konuyu bütün ayrıntılarıyla değerlendiriyor. Buna göre söz konusu kirleticilere uzun süreli maruz kalmak; bronşit, amfizem ve akciğer kanseri gibi kronik solunum hastalıklarına ve kalp krizi, konjestif kalp yetmezliği ve kardiyak aritmileri gibi kalp-damar hastalıklarına yol açıyor. Çocuklar, yaşlılar ve önceden hastalığı olanlar bu sağlık etkilerine karşı daha hassaslar. Yine rapora göre kömürlü termik santrallardan salınan baca gazı içinde kalıcı organik kirleticiler (POP’lar) ve cıva gibi ağır metaller de bulunuyor. Bunlar ya solunum yoluyla doğrudan ya da besin ve su yoluyla dolayı olarak insan bedenine geçebiliyor. Rapora göre, cıvaya yoğun miktarda maruz kalındığında çocuklarda bilişsel gelişim olumsuz etkilenebiliyor; fetüsün hayati organlarında geri dönüşü olmayan zararlar meydana gelebiliyor.
Yakma işlemi sonucunda oluşan küllerin, doğrudan olumsuz etkileri de saptanmış durumda. Ege Üniversitesi Nükleer Bilimler Enstitüsü’nün daha 1992 yılında ortaya koyduğu araştırmalar sonucunda, Yatağan’ın 50 köyünden 34’ünde radyasyon miktarının insan sağlığının kabul edebileceği sınırların çok üzerinde olduğu belirlenmişti. Küllerin uçuşmasını engellemek adına kül dağlarının sulanması ciddi fayda sağlasa da, bu yöntemin de küllerin içinde bulunan çeşitli maddelerin yeraltı sularına karışmasını, böylece besin zinciri üzerinden hayvan ve insanların zarar görebileceği de belirtiliyor.
Greenpeace’in “Kömürün Gerçek Maliyeti” (2008) raporu ayrıca yakılan kömür atıklarının, zehirli ve çoğunlukla kurşun, arsenik ve kadmiyum ihtiva etmeleri nedeniyle zehirlenmelere, böbrek hastalıklarına ve kansere neden olduğunu kaydediyor. Rapora göre asidik maden drenajı (AMD) toprağa zarar veriyor ve içme suyunu tehlikeli bir hale getirerek insan sağlığı üzerinde uzun vadeli olumsuz sonuçlar oluşturuyor.
HEAL tarafından hazırlanan rapor aynı zamanda, söz konusu etkilerin ekonomik sonuçlarını inceleyen ilk kapsamlı araştırma olarak öne çıkıyor. 27 AB ülkesinde bir yılda 18 bin 200’den fazla erken ölüm ve dört milyonun üzerine çalışma günü kaybı yaşandığını gösteren rapor sağlık, etkilerinin maliyetinin yılda 42,8 milyar euroya ulaşabileceğini gösteriyor. Rapor ayrıca bu verilere Sırbistan, Hırvatistan ve Türkiye’deki kömür santrallarında oluşan emisyonları da katınca erken ölümün 23 bin 300’e, toplam maliyetin yıllık 54,7 milyar euroya çıktığını kaydediyor.
Kömür temelli hava kirliliğinin en ağır bedelini ise gelişmekte olan veya gelişmemiş ülkeler ödüyor. Örneğin Greenpeace’in kömürün Endonezya’daki insani maliyetine odaklandığı 2015 tarihli raporu ülkedeki mevcut kömür yakılan termik santralların her yıl yaklaşık 6500 erken ölüme neden olduğunu 1000 MW üzeri yapılacak her yeni santralın her yıl 600 erken ölüme daha neden olacağının öngörüldüğünü belirtiyor.
Dahası HEAL, WWF-Avrupa Politikalar Ofisi ve Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN-Avrupa) tarafından hazırlanan “Avrupa’nın Kara Bulutu” raporu da konunun farklı bir açısını, yani kömürlü termik santralların AB çapında neden olduğu uzun mesafeli etkileri de ilk defa ele alıyor. “Atmosfer CO2’nin nerede salındığını önemsemez ve bütün dünyaya adil olarak dağıtır. Kömür yakıtlı termik santralların saldığı hava kirleticiler ise küresel olarak yayılmasa bile yüzlerce kilometre seyahat edebilirler” cümleleriyle başlayan rapor sadece Almanya ve Polonya’daki kömür santrallarının diğer ülkelerde 7000’den fazla erken ölüme neden olduğunu belirtiyor. Hollanda 200, Romanya 1600, Birleşik Krallık 1300, Çek Cumhuriyeti ise diğer ülkelerde gerçekleşen 1300 ölümden sorumlu. En büyük zararı gören ülke olarak da Fransa öne çıkıyor. Almanya, Birleşik Krallık, Polonya, İspanya ve Çek Cumhuriyeti’ndeki kömür santralları Fransa’da 1200 erken ölüme neden oluyor. Polonya’nın etkileri bu ulus ötesi sonuçları çok iyi anlatıyor. AB’deki en büyük zararı veren ülke olan Polonya’daki santrallar 2013’te 5800 erken ölüme neden oldu. Bunun sadece %20’si (1100) ülke içindeydi. Geri kalan 4700 ölüm başta Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan gibi ülkelerde yaşandı. Hatta İtalya, Yunanistan ve Fransa kendi ülkelerindeki santralların neden olduğu ölümlerden daha fazlasını Polonya’nın santrallarından ötürü yaşadı. Raporda ayrıca Birleşik Krallık’ın planlanan kömürü devreden çıkarma girişimi sayesinde ülke içi ve dışında yaklaşık 2900 insanın hayatının kurtarılabileceği ve 4 ila 7,7 milyar euro arasında yıllık sağlık masrafından tasarruf edilebileceği belirtiliyor.
Akıl Sağlığımıza da Zararlı
Sözkonusu rapora göre, fiziksel sağlık sorunlarının yanı sıra belirtildiği gibi madencilik sektöründekiler ciddi akıl sağlığı sorunlarıyla da boğuşmakta. Uluslararası denetleme şirketi PwC’nin Avustralya için işyerlerindeki akıl sağlığının maliyetini incelediği rapora göre; maden endüstrisinde çalışanların %22,7’sinin akli hastalığı var, %12,1’i madde kullanıyor, %16,7’sinin anksiyete durumu var ve %3’ünün depresyon gibi afektif durumu söz konusu. NSW Mineral Council’ın “Akıl Sağlığı ve NSW Mineral Endüstrisi” yazısına göre de 5777 çalışan 12 aylık süreç içerisinde en çok görülen akıl hastalığı olan anksiyete bozukluğunu, yaklaşık 2500 çalışan depresyonu ve 2000’den fazla çalışan ise madde kullanımı bozukluğunu yaşamış.
Türkiye’deki sağlık etkilerinin değerlendirilmesi konusunda HEAL, AB için kullandığı yöntemle Türkiye özelinde yine aynı başlıklı bir rapor yayımladı. Buna göre Türkiye’de halen çalışan termik santralların sağlık maliyeti, en az 2876 erken ölüm, 637 bin 643 yitirilen işgünü ve 3,6 milyar euro olarak hesaplandı. Dahası Greenpeace’in “Sessiz Katil” raporu da Türkiye’de sadece 2010 yılında kömürlü termik santralların yarattığı kirlilik nedeniyle hava kirliliğine maruz kalan kişilerin ömrünün yaklaşık 79 bin saat (kabaca 10 yıl) kısaldığını vurguluyor.
İşitme Kaybından Leptospiroz’a Madencilik Hastalıkları
Avrupa Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından finanse edilen Türkiye’de İşyerlerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Koşullarının İyileştirilmesi Projesi (İSGİP) kapsamında hazırlanan rehbere göre madencilik sektöründe en sık karşılaşılan meslek hastalıkları şöyle sıralanıyor:
– Gürültü kaynaklı işitme kaybı
– Titreşim kaynaklı beyaz parmak sendromu, karpal tünel sendromu, tüm vücut vibrasyonunun neden olduğu hastalıklar dahil bel rahatsızlıkları, epikonilit ve bursiti de içeren kas iskelet sistemi rahatsızlıkları
– Asbestin neden olduğu hastalıklar dahil tozdan kaynaklanan meslek hastalıkları
– Mesleki cilt hastalıkları
– Mesleki astım
– Mesleki kanser
– Tetanoz
– Madenci nistagmusu
– Leptospiroz (Weil hastalığı)
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ: KÖMÜR, OLAĞAN ŞÜPHELİ
Günümüzün en ciddi varoluşsal tehdidi iklim değişikliğini oluşturan nedenlerin arkasında karbon salımları başat rol oynuyor. Karbondioksit salımlarının en büyük kaynağı olaraksa kömür öne çıkıyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) 2015 istatistiklerine göre kömür 2013 yılında toplam birincil enerji arzında %29’luk bir paya sahip olmasına rağmen enerji birim başına sahip olduğu yüksek karbonlu içerikten ötürü küresel CO2 salımlarının %46’sından sorumlu. (Kömür, birincil enerji arzında %31 ile en büyük paya sahip doğalgaza göre, emisyon yoğunluğu bakımından ortalama iki katı etkiye sahip.)
Başta Hindistan ve Çin gibi gelişmekte olan ülkelerin enerji tercihleri kömürün bu etkisinde 2000’lerin başından bu yana ciddi bir rol oynadı. Zira IEA’in istatistiklerine göre 1980’lerin sonundan 2000’lerin başına kadar petrol ve kömür %40 civarında benzer oranda CO2 salımlarından sorumluyken (kömür birkaç puanla petrolün üstünde olmakla birlikte), bu tablo 2002’den sonra ciddi biçimde değişti. Gelişmekte olan ülkelerin artan enerji tüketimi sonucunda kömürün de CO2 emisyonunda 2002’de %40 olan payı 2013’te %46’ya yükseldi. Petrolünki ise %39’dan %33’e inerken doğalgaz %20 civarında sabit kaldı.
CO2 salımlarına sektör bazında bakıldığında elektrik ve ısı üretiminin %42 ile (%23’lük paya sahip taşımanın ardından) açık ara en büyük paya sahip olduğunu ve bu üretimin de %72 oranında kömürden karşılandığını görüyoruz. Avustralya, Çin, Hindistan, Polonya ve Güney Afrika gibi elektrik ve ısı üretiminin üçte ikisinden fazlasını kömürden karşılayan ülkeler bu ciddi kömür tüketiminden büyük oranda sorumlu durumda.
Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi tarafından hazırlanan “Kömür Raporu”nda, Dr. Ümit Şahin tarafından kaleme alınan “Türkiye’nin Enerji ve İklim Politikalarında Kömürün Yeri” makalesinde sunulan veriler, kömürün diğer enerji kaynaklarına göre ne denli yüksek seragazı emisyonuna neden olduğunu gösteriyor. Buna göre, “Kömür yakılması sonucunda, ortalama bir termik santralda, üretilen her bir kWh elektrik başına yaşam döngüsü boyunca yaklaşık 1000 gram CO2 eşdeğeri seragazı atmosfere salınır. Bu miktar yüksek emisyonlu sistemlerde 1500 gramı aşmakta, en verimli termik santrallarda ise 750 gram seviyelerine düşebilmektedir. Doğalgazdan elektrik üretilmesinde bu miktar ortalama olarak yaklaşık 500 gram olup, en verimli santrallarda 350 gram kadardır. Yenilenebilir enerji santrallarında ise seragazı salım düzeyleri yaşam döngüsü boyunca her bir kWh elektrik başına 5 ile 50 gram arasında değişir (rüzgar için 10-20 gram, fotovoltaik güneş panelleri için 35-50 gram). Yani en verimli kömür santralının neden olduğu seragazı emisyonları, tüm yaşam döngüsünde bir doğalgaz santralının yaklaşık iki katı, rüzgar santralının ise yaklaşık 75 katı daha fazladır.”
Kömürün CO2 salımlarındaki bu ciddi rolü iklim değişikliğinde bugün gelinen vahim noktayı ve artan küresel sıcaklık seviyesini açıklıyor. Öncelikle insan faaliyetlerinden kaynaklanan seragazı salımının başlangıcı kabul edilen Sanayi Devrimi’nden bu yana küresel sıcaklığın arttığını hatırlatmak gerekiyor. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), 2013 yılındaki yayımladığı 5. Değerlendirme Raporu’nda 1880-2012 yılları arasında yeryüzünün ortalama sıcaklığının 0,85°C derece arttığını ilan etmişti. Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) Goddard Uzay Çalışmaları Enstitüsü (GISS) ise sıcaklığın 1880’den bu yana 0,8°C arttığını, bu sıcaklık artışının üçte ikisinin 1975’ten bu yana yaşandığın belirtmişti. Enstitü ayrıca geçen Mayıs ayında 2016’nın 1880’den bu yana en sıcak yıl olacağını ilan etmişti. ABD Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) ise, geçen Temmuz ayının dünya tarihinde ölçülen en sıcak ay olduğunu açıkladı.
Kömür Rezervlerinin %88’i Yerin Altında Kalmalı
Etkisi dünyanın pek çok bölgesinde doğrudan hissedilen iklim değişikliği ve artan küresel ısınma uluslararası alanda politika değişikliğine yönelik yeni bir ihtiyaç doğurmuştu. 2010’da Meksika-Cancun’daki BM İklim Değişikliği Konferansı’nda (COP16) küresel sıcaklık artışı için azami 2°C limiti belirlenmiş ve bu hedef doğrultusunda devletlerin acil adım atması gerektiği belirtilmişti. Takip eden yıllardaki İklim Konferanslarında bu vurgu hatırlatılırken 2015 Paris İklim Zirvesi’nde bu hedef tarafların sıcaklık artışını 1,5°C’de tutmak üzere çaba harcaması gerektiği şeklinde metne girmişti.
Ancak bu hedefin tutturulabilmesi iklim değişikliğinin en önemli kaynağı kömür politikalarında ciddi bir değişim gerektiriyor. Bilimsel veriler bu değişim ihtiyacını çok net kanıtlıyor. IPCC tarafından yapılan ve “Kömür Raporu”nda Şahin tarafından aktarılan hesaplamaya göre, küresel ısınmayı 2°C’nin altında tutmak için insanlar tarafından atmosfere salınabilecek CO2 miktarı, yani toplam “karbon bütçesi” Sanayi Devrimi’nden (1750’den) itibaren 2900 gigaton CO2 (GtCO2) yani 2,9 trilyon ton olarak belirlendi. Bu bütçenin 1900 GtCO2’si yani %65’i ise 2011 yılına kadar çoktan tüketildi. Şahin, 2012’de yıllık küresel toplam emisyon düzeyinin 54 GtCO2 olduğunu, dolayısıyla karbon emisyonları mevcut düzeyde devam ederse kalan yaklaşık 1000 GtCO2 eşdeğerinin 2030’larda salınmış olacağı hesabını aktarıyor. Halihazırda kalan 1000 GtCO2 eşdeğeri miktarın karşısında ise 3863 GtCO2’lik küresel fosil yakıt rezervi bulunuyor. Bu rezervin ise 2191 GtCO2’sini tek başına kömür rezervi oluşturuyor. Dolayısıyla mevcut toplam rezervin en az dörtte üçünün, kömürünse diğer rezervlere göre daha da büyük kısmının yerin altında kalması gerekiyor. Christophe McGlade ve Paul Ekins’ın Nature dergisinde Ocak 2015’te yayımlanan makalesi kömür için bu oranı %88 olarak belirtiyor (Doğalgaz rezervleri için %52, petrol içinse %35 oranı belirlenmiş).
Ancak planlanan yeni santral ve maden faaliyetleri, bu tartışmaların Türkiye’deki karar alıcılarına henüz ulaşmadığını gösteriyor. Genel bir tablo sunmak adına, IEA’in en güncel verilerine göre 2013’te Türkiye’nin birincil enerjisinin yaklaşık %88’ini fosil yakıtlar oluştururken bu oranın %28’i kömür, %32’si gaz ve geri kalanı petroldü. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun raporuna göre ise 2015 yılında elektrik üretiminin %28’i kömürden (%12,83 taş kömürü ve linyit, %15,22’si ithal kömür) karşılanmıştı. Bu yüksek oranın arkasında artan kömür arama çalışmalarının ciddi bir rolü var. Türkiye 1985’te ara verilen kömür arama çalışmalarına 2005 yılından itibaren tekrar başlamış, bilinen 8,3 milyar ton linyit rezervinin üzerine 2005-2014 yılları arasında 7,21 milyar ton yeni linyit rezervi tespit edilmişti. Bunun da doğal karşılığı seragazı salımlarına yansıdı.
Yine “Kömür Raporu”nda Ümit Şahin tarafından aktarılan verilere göre Türkiye 2013 yılında 459 MtCO2e ile küresel seragazı emisyonlarının %0,94’ünü üretti. Tarihsel olarak birikmiş küresel emisyonlarının %0,4’ünden sorumlu olan Türkiye’de kişi başına düşen emisyonlar ise 6,04 ton olarak hesaplanıyor. Daha çarpıcı olan, Türkiye’nin toplam yıllık emisyonları 1990-2013 arasında %110,4 oranında, kişi başına düşen emisyonları ise %53 oranında artırmasıydı. Bu artış Türkiye’yi dünya sıralamasında ilk 20 arasına, OECD ülkeleri arasında ise zirveye yerleştirdi.
Paris İklim Zirvesi için devletlerin karbon nötr ekonomi yolundaki hedeflerini açıkladığı Ulusal Katkı Niyet Beyanı (INDC) kapsamında Türkiye beklentilerin altında bir yol ilan etti. Şahin, Türkiye resmi beyanına göre mevcut politikalarla 2030’da toplam emisyonu 1175 MtCO2e’ye çıkacağını, yani 2013’e göre iki katın çok üzerinde (%155) artış göstereceğini kaydediyor. Şahin, INDC’de belirtilen referans senaryoya göre %21 azaltım hedefi (2030’da emisyonları 929 MtCO2e’de tutmak) başarılsa dahi, artış miktarının yine iki katından fazla olacağını belirtiyor.
Dahası, yapımı planlanan 70’ten fazla yeni kömürlü termik santral, Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadele kapsamında gerçekçi bir adım atmasının önünde engel teşkil ediyor. Bu engeli de veriler ortaya koyuyor. İklim ve enerji uzmanı Önder Algedik tarafından hazırlanan “Kömür ve İklim Değişikliği 2016” raporu Türkiye’nin 2030 yılı için taahhüt ettiği salımların 2014 yılından 461 milyon ton daha fazla olduğunu ortaya koyuyor ve bu artışın neredeyse yarısının kömür santrallarından kaynaklanacağı öngörüsünde bulunuyor. Rapor, ayrıca Türkiye’nin ekonomisini karbon yoğun hale getirmek için sınırları zorladığını da kanıtlıyor. Zira TEİAŞ’ın 2026’ya kadar 24,9 GW toplam trafo kapasitesine rağmen sadece aday kömür santrallarının 29 GW üretim kapasitesine sahip. Yani trafolar planlanan termik santrallerin üretimini bile karşılamazken, rüzgar, güneş ya da başka bir kaynağa hiç yer kalmıyor.
Oysa Türkiye iklim değişikliğine yol açan kömür yakıtlı elektrik üretimini artırmayı planlarken Akdeniz bölgesinin gelecekte iklim değişikliğinin en yoğun yaşanacağı yerlerden birisi olacağı biliniyor. OCI ve 350.org’un açıkladığı “Türkiye’de Fosil Yakıt Üretimini Sübvanse Etmenin Maliyeti” raporu “Türkiye için yapılan hassasiyet değerlendirmelerinin iklim değişikliğinin sel ve heyelan riskinin yükselmesine, kuraklıkların ve sıcak hava dönemlerinin yoğunluğunu ve süresini artırmak suretiyle su kıtlığına ve kıyı bölgelerini tehdit eden deniz seviyesi yükselmelerine sebep olabileceğini gösterdiğini” aktarıyor.
Başka Bir Kalkınma Mümkün
Peki, artan kömür yatırımlarının dışında Türkiye’nin kalkınmasını sürdürürken enerji talebini iklim dostu projelerle karşılamanın bir yolu yok mu? Prof. Dr. Erinç Yeldan ve Doç. Dr. Ebru Voyvoda tarafından İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) ve WWF-Türkiye işbirliğinde hazırlanan Ekim 2015 tarihli “Türkiye için Düşük Karbonlu Kalkınma Yolları ve Öncelikleri” raporu bu soruya farklı bir yanıt vermişti. Raporda öncelikle Türkiye’nin büyüme senaryosu hesaplanıyor ve Türkiye’nin resmi programında büyüme oranı %5 iken, rapor için hazırlanan “baz patika senaryosu”na göre %3,45’lik büyüme öngörülüyor. Analizler de bu ikinci oran üzerinden yapılıyor ve üçüncü bir büyüme senaryosu olarak “iklim değişikliği paketi” hesaplanıyor. Bu pakette üç temel araç yer alıyor: Karbon vergisi, vergiden elde edilecek gelirin yenilebilir kaynaklardan enerji üretimi için kullanılmasını sağlayacak yenilenebilir enerji yatırım fonu ve enerji verimliliği projeleri. Karbon vergisinin 2030 yılına gelindiğinde GSYH’nin %1,2’si oranında toplanması öngörülüyor. Bu paket uygulanırsa, baz patika senaryosuna göre 2020’ye kadar büyüme %0,7 daha düşük bir oranda gerçekleşecek. Ancak bu fark 2025 yılından sonra azalacak, 2030’daysa tamamen ortadan kalkacak. Dolayısıyla uzun vadede Türkiye ekonomisi kayıpsız büyürken yenilenebilir enerji kaynaklarıyla dönüşmüş bir ekonomi kimliği kazanacak. Dahası bu paket uygulandığı takdirde yıllık karbondioksit emisyonları 2030’da baz patikanın %23, resmi politikaların %40 altında gerçekleşecek. Ayrıca doğalgaz ve kömürden güneş ve rüzgara doğru ciddi bir geçiş yaşanacak. Bu geçiş ile referans senaryoya göre kömür ithalatında %25, doğalgaz ithalatında ise %35 oranında düşüş sağlanacağı öngörülüyor. Rüzgar ve güneşin elektrik üretimindeki payının %44’e ulaşacağı ve bu artış sonucunda, kömür, doğalgaz ve hidroelektriğin elektrik üretimindeki paylarında düşüş olacağı gözlemleniyor.