Çok kısa bir süre önce, tarihin en büyük nükleer felaketi Çernobil 27. yıldönümünde anıldı. Bu büyük trajediden en çok etkilenen coğrafyalardan biri de Türkiye ve kanser vakalarının inanılmaz artışıyla Karadeniz Bölgesi’ydi. Dolayısıyla bu konuda hayli kötü anılara sahibiz ama nükleer santral konusunda, her siyasi iktidarın ciddi bir ısrarı var. Bu alandaki güncel bilgi ve haberleri online ortamda paylaşmak üzere Ocak ayından beri faaliyet gösteren nukleersiz.org sitesinin kurucularından Korol Diker, “Zaten dünyanın her yanında nükleer santralları siyasi iradeler dayatıyor. Kâr garantisi olmadan parmağını kıpırdatmayan tek sektör, nükleer” diyor.
TUBA ÇAKIR
1986 Nisan’ının 26. gününde başka bir “bahar”a uyandı dünya. Tarihin en büyük nükleer felaketi kayıtlara geçti o gün. Dönemin bilim insanları, bu büyük felaketin yarattığı gerçek hasarın ancak 15-20 yıl sonra anlaşılacağını söylerken; dönemin siyaset insanları görevini yaptı ve pek oralı olmadı: Kameralar önünde afiyetle çayını içti, “Dinine, imanına inanan radyasyon var demez” dedi… Tüm bu tantana yağmur oldu, kapkara bulutlardan üzerimize; tenimize, toprağımıza, ekinimize yağdı, suyumuza karıştı: Silindi gitti, ya da öyle sandık…
2000’li yıllara gelindiğinde, Türkiye’de, bu trajediden en çok etkilenen bölge olarak adı geçen Karadeniz’de hızla artan kanser vakaları, 2005’te kendisini de kanserden kaybettiğimiz “şair ceketli çocuk” Kazım Koyuncu’nun bu konuda farkındalık yaratmaya yönelik çalışmaları olmasaydı, bugün olduğu kadar dikkat çekebilir miydi, asla bilemeyeceğiz. O yıllarda da geleneksel bir yaklaşım olarak “bugünü kurtarmak” düsturuyla üretilen politikalar sebebiyle, Çernobil’in nelere kadir olduğuna ilişkin tutulmayan hesapların boyutu; bugün özellikle Doğu Karadeniz’de, her evden en az bir kişinin kanserle mücadelesi üzerinden anlaşılabilir mi?
Sinsi bir yılan gibi dünyayı -büyükdedenizden torununuzun torununa- “geridönüşsüz” olarak zehirleyen nükleer kaynaklı sorunların/risklerin rakamlarla ifade edilebilen boyutu, sizce gerçeğin ne kadarı?
2023, 2050 ve hatta bu da yetmez 2071 vizyonunu açıklayan Türkiye’de planlanan enerji yatırımlarının arasında hatırı sayılır bir paya sahip Akkuyu Nükleer Enerji Santralı’yla ilgili tartışmalar devam ededursun, söz konusu şehrin yerel yönetimde söz sahibi yetkililerinden biri kameraların karşısına geçip “İnternetten baktım, nükleer santrallar temiz” diyerek “büyüklerine” parmak ısırtan bir demece imza attı. Fukuşima henüz soğumamıştı bile. Bu açıklamaya, yaklaşık 10 yıldır iklim değişikliği ve enerji konularında çalışan ve yakın bir geçmişe kadar Greenpeace bünyesinde iklim değişikliği ve iklim-enerji kampanyaları sorumlusu olarak görev alan Korol Diker, bu alanda Türkiye’nin en büyük açığını kapatmaya yönelik bir projeyi üstlenerek “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” minvalinde bir yanıt verdi: www.nukleersiz.org
Türkiye’nin gündemi gereği, nükleerin sürekli ön planda olması sebebiyle bu alanda bir şeyler yapmanın -yılların verdiği birikimden hareketle- sorumluluğunu taşıyan Diker’le, 2013 Ocak ayında yayına geçen nukleersiz.org’u konuştuk. Nükleer konusunda, Türkçe okuruna yönelik halihazırda bulunan online kaynakların ya devlet siteleri ya da nükleer yanlısı ve nükleer enerjinin “iyi bir şey” olduğunu söyleyen mecralar olduğunu söyleyen Diker’e göre, “Evet, Greenpeace, Küresel Eylem Grubu, Nükleer Karşıtı Platform gibi nükleer karşıtı kampanya yapan bir sürü oluşum ve web sitesi var ama sadece habere odaklanan ve güncel bilgi sağlayan online bir kaynak yok maalesef. Bu proje özellikle bu alanı doldurmak istedi ve bu nedenle de kampanya yapmaktan özellikle kaçındı.” Projenin amacını şöyle özetliyor Diker: “Nükleer konusundaki haberler ve raporlardan oluşan güncel verileri yayınlayarak bu alanda nitelikli bir bilgi havuzu oluşturmak önceliğimiz. Arşivimiz de var ama asıl hedefimiz; çok da slogan olmayan ya da kampanyaya bulaşmamış haberleri ve raporları orada yayınlayabilmek.” Çok az sayıda kişiyle, gönüllülük esasına dayanarak hayata tutunan projenin ilk adımı başarıyla gerçekleşti. İkinci adım, siteyi tekdüze bir kaynakçadan öteye götürüp bir platforma dönüştürmek.
Projenin hazırlık aşamasında ilk desteği sağlayan IPPNW–International Physicians for the Prevention of Nuclear War (Uluslararası Nükleere Savaşa Karşı Hekimler Birliği) olmuş. Daha sonra, bu işin içinde daha aktif olan akademisyenlerle görüşüp bilimsel danışma kurulu oluşturulmuş. Peki, görüşüp destek istediğiniz şirket, sivil toplum kuruluşu veya belediyeler var mı sorusu; projenin manipülatif hale gelebileceği düşüncesiyle şirketlerle görüşmedikleri, STK’larla görüştükleri ancak Türkiye’de -belki alışkanlıklardan, belki de bu toplumun ihtiyaçlarına bağlı- yaygın bir tutum olarak daha çok kampanya yapan ve işin daha “sıkıcı” tarafına yönelen STK veya örgüt olmadığı gerçeğiyle bir kere daha yüzleştikleri şeklinde buluyor yanıtını. Belediyelerle de henüz görüşmemişler ama “belki önümüzdeki dönemde” diyerek açık bırakıyorlar kapıları. Peki, projenin resmi paydaşları kimler sorumuzu Diker; “Proje, Yeşil Düşünce Derneği’nindir. Bu derneğe de IPPNW–Almanya ve Heinrich Böll Vakfı destek oluyor. Önümüzdeki dönemde, yurtdışından örnek bir platform olarak WISE–The World Institute for Social Enterprise’ın Türkiye ofisi olabiliriz. Çünkü çıkış noktasında bu proje aynı zamanda, Türkiye’deki nükleer karşıtı hareketi uluslararası harekete açmak, onlarla bir bağ oluşturmak amacında” diye yanıtlıyor.
Türkiye’de ilgi çekmemiş olsa da uluslararası ajanslarda her gün muhakkak bir haber olduğunu ve nukleersiz.org’un da günlük en az bir yeni yayın yapmaya özen gösterdiğini belirten Diker, temel prensiplerini şöyle açıklıyor: “Deneyimden gelen bir duyarlılıkla, her iki taraf için de geçerli, seçici bir yaklaşım söz konusu haberleri yayına hazırlarken. Aşırı derecede nükleer karşıtı bir algı varsa ortada, onu da kesiyoruz; diğer yandan nükleer enerji reklamı yapan bir makale varsa – çünkü bazen haberin içine yediriliyor- onları da eliyoruz.” Böylesi güçlü bir hassasiyete sahip projenin hedefinde her şeyden önce İstanbul, Ankara ve İzmir, hatta Mersin ve Sinop’un dışındaki yerler var. Diker bunu şöyle bir özeleştiriyle açıklıyor: “Çünkü kısa bir süre önce yapılan iki ayrı araştırmanın sonucuna göre, Türkiye toplumunun yüzde 65’le 70 arasında bir bölümü nükleer enerjiye hayır diyor. Ama yine de nükleer karşıtı hareket bu 4-5 şehre sıkışmış durumda ve toplasanız herhalde 500-600 kişiyi geçmeyiz. Oldukça da yaşlı bir hareketiz artık. Aramıza gençlerin, hatta yeni insanların giremediği kapalı bir harekete dönüştük. Asıl hedef kitle olarak bu şehirlerin dışında kalan, nükleer enerjiyle ilgili kafasında soru işaretleri olan ya da hayır diyen ama bir veri kaynağı olmayan insanlara ulaşabilmeyi önemsiyoruz.” Bu açıdan web sitesi haricinde; kaynaklar ölçüsünde eğitimler düzenlemek, yerel örgütlerin farklı yerlerdeki aktiviteleri öğrenebilmeleri için bir yapı oluşturmak ve Türkiye’nin özel koşullarına göre raporlar hazırlamak gibi maddeleri olan bir yapılacaklar listesinden de bahsediyor.
“Sadece Nükleerciler Kâr Garantisi İstiyor”
Halihazırdaki hâkim enerji politikalarına baktığımızda durum hiç iç açıcı değil maalesef. Peki, riskleri bu kadar açıkça ortadayken bu “akıl tutulması” nerede yaşanıyor diye soruyoruz. Diker’e göre, “Birinci neden, elbette para. Kalkınmacı modellerin en temel dinamiklerinden biri büyük projeler. Burada 6-7 ve hatta 20 milyar dolarlık projelerden bahsediliyor. İkinci nedense bürokrasinin çok geriden geliyor olması. Evet, herkes risklerin farkında ama bürokrasi hâlâ sanıyor ki, yenilenebilir enerjiler yumuşak ve küçük kaynaklar; nükleer enerji çok iyi ve bir gelişmişlik göstergesi. Bunların dışında da, bugün her şey biraz daha fazla iç içe durumda. Uluslararası politika da bu işte bir taraf oluyor maalesef. Türkiye Rusya’ya bu kadar bağımlı olmasaydı, büyük ihtimalle böyle bir anlaşmayı imzalamak durumunda kalmayacaktı.” Bu bağlamda, 21. yüzyılın temel tartışmalarının popüler kavramlarından karmaşıklık (complexity) bir kere daha, ama bu kez yüzünde acı bir tebessümle çıkıyor karşımıza. Enerji politikalarını belirleyen tüm ilişkilerin arasında, arsız bir çocuk aklının ısrarına dönüşen ve idrak sınırlarının zorlandığı nükleer konusunu gündemimizden tamamen çıkarma gücü kimin elinde; şirketler, siyasi irade, akademi ya da sivil toplum? Kim ikna edebilir herkesi? Korol Diker; “Ben burada siyasi irade demek zorundayım, çünkü zaten nükleer endüstrinin hâlâ hayatta olabilmesinin tek sebebi de siyasi irade. 1980’lerde çok büyük düşüş yaşadı bu endüstri. Çernobil yaşandıktan sonra özellikle. Hakikaten, belki siyasi irade olmasaydı, biz 2000 yılından sonra nükleer enerji üzerine konuşmuyorduk bile. Baktığınız zaman zaten hemen hemen bütün nükleer şirketler de devlet şirketi. Bu durumda anlıyoruz ki, bu işi asıl belirleyen şey siyasi irade” diyor ve ekliyor; “Bu şirketler de, örneğin Électricité de France, İngiltere’deki nükleer santral projesi için, kârımız garanti edilmezse biz bu projeden çekilebiliriz diyebilme rahatlığında. Bunu başka hiçbir endüstride, başka hiçbir iş alanında diyemezsiniz. Adam bunun garantisini almak istiyor. Yani bu kesinlikle siyasi iradenin işidir ve aslında çıkan para da bizim ceplerimizden çıkan paradır.” Bu açıdan, siyasi iradeyi dönüştürecek ideal lokomotif olarak sivil toplumun gücü aşikâr Türkiye’de. Bu lokomotife ilişkin bir durum değerlendirmesi yapmasını istediğimiz Diker’e göreyse, “Süreç çok yavaş ilerliyor. Bu nedenle genel olarak belli bir STK’yı ya da örgütü çalışmıyorlar diye eleştiremeyiz. Çok çalışıyorlar ama aktivizm ve mobilizasyon konusunda hepimiz eksik hatta çok kötüyüz. Çünkü Türkiye’de insanlar sokağa çıkınca bir şeyler değişebiliyor. 2007’de Sinop’ta 20 bin kişi toplandığında, enerji bakanı çıkıp açıklama yapma ihtiyacı hissetmişti. Hiç sokağa çıkmazsak, bir aktivizm yaratmadığımız sürece, bu koşullarda hiç kolay değil işimiz.”
“Nükleer Ekonomik Değil, Tamamen Siyasi Bir Tercih”
Bizim yüzümüzden mi nükleer oluyor diye sorarsak, siyasi iradeyi dönüştürmek konusunu dışarıda bırakırsak; hayır, bizim bu konuda hiçbir suçumuz yok. Bu tamamen devletlerin, çok büyük, çok kirli tekel şirketlerin suçu. Evet, çevreyle ilgili pek çok konuda kendi suçumu kabul ederim; ama nükleer endüstri –bu denli kirli olmasına rağmen– devletler tarafından öyle destekleniyor ki; suç bireyin boyunu aşıyor. Türkiye özelinde şunu söyleyebilirim, 2020’ye kadar planlanan tüm enerji yatırımlarının 3’te 2’sinin ayrıldığı Akkuyu, sadece yüzde 3-4 oranında enerji sağlayacak. Yani biz daha çok enerji tüketiyoruz diye değil, tamamen siyasi bir tercih ve devletlerin bazı şirketleri kollamasıyla ilgili bir durum ortadaki. Daha da ileri götürürsek, aslında Afrika’da, Nijer’de ve diğer benzer ülkelerde uranyum madenlerindeki sömürüyle ilgili bir sorun. Uranyumun çıkarıldığı noktadan atıkların depolanmasına kadar. Örneğin, Almanya atıklarını Sibirya’ya gönderiyor ve Sibirya’da atıklarla iç içe yaşayan birçok küçük şehir ve kasaba var.
“Yeşil İş Konusunu Tartışmalıyız”
Bu söylemin bir mantığı ve kendi içinde bir samimiyeti var. Rakamsal olarak da karşılaştırdığımız zaman, diğer o kirli işlere göre çok ciddi avantajları mevcut. Ama işi felsefi boyuta çekersek, o zaman tartışmamız gereken çok şey var. Umarım bir gün bu konuları tartışabilir duruma geliriz. Fakat şu anda gönül rahatlığıyla, yeşil işlerin ya da yeşil enerjilerin nükleer enerjiye ya da kömüre göre çok daha fazla ve çok daha nitelikli iş sağlayabildiğini söyleyebilirim. Elbette tartışmayı daha büyütürsek irdelenmesi gereken konu çok. Fakat şu anda değil bence. Çünkü çok daha ciddi sorunlarımız var. Mesela, Türkiye’de sürekli olarak kömür madenlerinde iş kazaları olurken; ya da -Türkiye’de henüz olmadı ama – nükleer santralların inşaatlarında, daha sonra işletmelerinde insanların ne denli kötü koşullarda çalıştıklarını bilirken, şu anda Yeşil İş önemli diyebilirim. The Green New Deal da önemli, özellikle ekonomik krizden sonra bunun tartışılması da olumlu bir şey.