Sanatın da diğer her şey gibi kapitalist bir döngüde alınıp satılan bir ürün haline getirildiği bir dönemde, tiyatro sanatçısı Şirvan Akan alışılagelen ticari kaygılardan uzaklaşma gayesiyle “armağan ekonomisi” üzerinden oyunlar sahneliyor. MAN-LA adını taşıyan son oyunu öncesinde söyleştiğimiz Akan, felsefe tarihine referanslar barındıran oyunun toplumsal cinsiyet eşitliğine de değinen bir tür “anlam krizine” odaklandığını ifade etti. Tiyatro sahnesinin özgürleşme arayışının da bir yansıması olan MAN-LA, süregiden entelektüel yozlaşma ve tüketim bağlılığına incelikli bir eleştiri olarak da izlenebilir.
Tiyatro topluluğu olarak Kara Kabare’nin ortaya çıkmasındaki temel fikir neydi? Kısaca onu anlatmak ister misin öncelikle?
Aslında şunu söyleyebilirim; Kara Kabare benim genelde vurgulamaktan hoşlandığım şey. Tepeden inme bir manifestoyla çıkmadı. Gerçek bir sanat yapma ihtiyacıyla yola çıktığımız için yolda şekillenen bir manifestoyla zaman içerisinde oluştu ve oluşmaya da devam ediyor. Daha tabandan geldiğini ve deneyimlerimizle şekillendiğini söyleyebilirim.
Fakat esas fikri yani Kara Kabare’yi Kara Kabare yapan, Kara Kabare’nin kimliğine ait ilkeleri belirleyen ana fikir, ana arzu, ana özlem şu: Sahnede söylediğim politik sözle hizada olan bir alış ve veriş biçimi araştırmak; yani sahnede eleştirdiğim şeyi, kendi oyunumu seyirciyle buluştururken yeniden üretmemek arayışı diyebiliriz. O sıralar henüz 2011- 2012 yıllarında “armağan ekonomisi”, “topluluk” gibi birtakım hippie laflar pek yoktu Türkiye’de ve hatta ben armağan ekonomisi kavramını bilmiyordum. Bu araştırmayı yaparken oldukça tuhaf duraklara geldik. “Organik pazarda mı tiyatro bileti versek?” Yani armağan lafını bile bulmak zor oldu. “Çıkışta aşure mi yapsak seyirciyle?” gibi gençken ve henüz şimdi bildiğim şeyleri bilmezken birtakım adı konmamış özlemlerin sezgisiyle yolda bir araştırmaya giriştik. Hakikaten de organik pazarda tiyatro bileti vermeye çalıştık ve bütün bu arayışların sonu bizi önce Zumbara’yla tanıştırdı. Zumbara, zaman kumbarasıydı. Armağan ekonomisiyle Charles Eisenstein sayesinde tanıştım ve böylece yapmak istediğim şeyin adını öğrenmiş oldum. O günden beri bu şekilde devam ediyoruz.
Evet, Zumbara’yı ben de hatırlıyorum ama dediğin gibi 12-13 yıl öncesinden hatırlıyorum. Zaman kumbarası diye kendini tanımlayan bir oluşumdu ve insanların belli bir zaman ekonomisi üzerinden takas yaptıkları, bilgilerini paylaştıkları bir modele dayanıyordu. Çok da etkiliydi ama çok da uzun soluklu olamadı ne yazık ki… Aslında senin tiyatrona bakınca benim aklıma Achero Manas’ın 2003 yapımı Noviembre (Kasım) adındaki filmi geliyor. Toplum için sanat yapmanın önemini, sanatı sahnelerden ve elitist ortamlardan çıkarıp sokağa, halka indirmenin gerekliliğini savunan bir tiyatro grubunun hikayesini anlatan bir film. Bende böyle bir özdeşlik kuruyordu, armağan ekonomisi de buna yönelik bir yatırım gibi görünüyor. Armağan ekonomisini ve tiyatronun toplumla olan ilişkisini nasıl değerlendirirsin?
Bu soruya benim verdiğim cevaplar zaman içerisinde çok değişti, öncelikle bunu söyleyebilirim. Bütün bu araştırmanın çıkış noktalarının birinden bahsederek başlamak istiyorum. O da “Tiyatronun işlevi ne? Neden bu zamanda burada tiyatro yapıyorum? Neye hizmet ediyor bu toplumda bu tiyatro? Neden?” soruları. Çünkü bir tiyatrocuya böyle sorulduğunda genelde çok sorgulanmayan bir ezber geçme eğilimi var: “Ama tiyatro lüks değil ihtiyaç, sanat ruhu besler”. Tamam, ama tam olarak nasıl? Ve neden? Ben neden sahneye çıkıyorum? Neye hizmet edecek toplumda? Bir de şunu söyleyebilirim: Bazı soruların yanıtlanmak için değil, yol göstermek için hayatımızda olduğunu deneyimlemeye başladım ve “Tiyatronun işlevi nedir, bir topluma nasıl hizmet eder?” soruları da ancak benim her oyunumla “Böyle bir şey mi?” diye önerme getirebileceğim ve asla tam olarak cevaplayamayacağım çok büyük bir soru halini aldı. Çok uzun süre tiyatroyu toplumsal barışa hizmet eden bir şey olarak gördüm. Tiyatronun işlevini araştırırken haliyle tiyatronun kökeniyle sürekli hesaplaşmak zorundayım ve tiyatronun kökeninde dini ritüel olduğunu görüyorum. Bununla birlikte ben modern bir endüstri toplumunda ve seküler bir toplumda yaşıyorum, peki şimdi tiyatro neden? Ritüelin tam olarak ne olduğunu anlamam yıllarımı aldı gerçekten, o teorik bilgiden tam olarak ne oluyor, toplumda ne işleve hizmet ediyor diye. Kartezyen devrim sonrası modern zihinde bir ritüel nasıl yapılır? Çünkü hiçbir inanç sistemi yok. Nasıl bir ortak anlatı bulunur? Bunu araştırmaya başladım. Bu da beni şöyle çok büyük bir cümle kurmaya getirdi: Bu benim yalnızca bu oyunda, MAN-LA’da verdiğim cevap, bir sonraki oyunda başka bir cevap verebilirim. Şu an benim için, bugün tiyatro seküler bir toplumda dinin yüklendiği işlevi yüklenen bir yapı. Yani eğlence sektörüne ait değil, insanları eğitmek için değil, insanları ajite edip politize etmek için de değil. Din ne yapıyorsa; komünyon, bir araya getirme, iç dünyasını düzenleme, umut verme, ferahlatma, katarsis gibi şeyler. Şu anda bunu deniyorum. Böyle algıladığım için de benim bu oyunu satmam çok tuhaf olmaz mı?!
Armağan ekonomisi nasıl gelişti? Bunun pratikteki yansıması nasıl? Pratikte beklediğiniz karşılığı alabiliyor musunuz?
Şu ana kadar genelde beklediğimiz karşılığı aldık çünkü temel prensiplerden biri şu: Para bir armağan, yani para denilen nesneyle ilişkimizi yeniden düşünmek üzerine de bir şey aynı zamanda. Birtakım kitap ve emek değişimi de dediğimiz aynı zamanda “Sen bana yoga dersi ver, ben sana oyun armağan edeyim”in yanı sıra armağan olarak parayı da kabul ediyoruz. Bununla birlikte biz bir yelpaze belirliyoruz: Bizim kendimizi dengede hissedeceğimiz bir para miktarı. Ve oyunumuzu izleyenleri, siz kendi ihtiyaçlarınıza bakın, kendi ekonomik güvence ihtiyacınıza bakın, kendi beslenme, ilham alma, manevi birlik ihtiyaçlarınızın ne kadar karşılandığına bakın bu oyunla ve bunun bir sembolü olarak –para da bir sembol- bize armağan vermeye davet ediyoruz. MAN-LA yeni çıktı ama bunun öncesindeki deneyimlerimizde sahne kirası da dahil 10 kişilik ekibe yevmiye kalacak kadar bereketli bir para armağanı aldığımız zamanlar oldu. Yani insanlara sabit bir fiyat belirlemediğimizde, kimin ne kadar verdiğini kontrol etmediğimizde – çünkü kontrol mekanizması hangi anlatıya ait? Hangi ekonomi politiğe ait bir mekanizma?- insanların gerçekten cömertliklerinin ortaya çıkması mümkün oldu. Tabii Türkiye güncel ekonomik durumunun malum olduğu parantezini ekleyelim.
Ekonomik açıdan çok da tatminkar bir dönemden geçmediğimiz çok açık. Bir de siz pek sisteme adapte olmuş bir tiyatro oluşumu değilsiniz. Zaten şu anda da Kumbaracı Yokuşu’ndaki Gri Sahne’de, bağımsız tiyatro sahnesinde oyununuz sergileniyor. Tophane bölgesi Beyoğlu’nun ruhunu anlatan, binaları ve yapılarıyla gerçekten İstanbul mimarisini yansıtan bir dokuya sahip. MAN-LA oyunu ile Beyoğlu’nun arka sokakları diyebileceğimiz alternatifleriyle ilgili ne düşünüyorsun?
Beyoğlu ile ilgili içimde büyük bir yas var. Benim çocukluğum burada geçti ve buranın alt kültürüne ait hissediyorum aslında kendimi. Ne olduğunu bilmiyorum ama burası artık benim bildiğim gibi bir yer değil. Kara Kabare de burada çıkmış bir tiyatro. Daha çok Taksim’de oynadı çok uzun süre. Sonra o bahsettiğimiz, benim alt kültür dediğim kitlenin Kadıköy’e taşınmasıyla biz de oraya gittik. Bu sezon buraya geri döndük. Hem nostaljik hissediyorum hem yaslı hissediyorum. Herhalde bizim kitlemiz de öyle hissediyor olsa gerek ki kendilerine ulaşmakta zorlanıyoruz…
Son olarak oyundan bahsetmeni isteyeceğim. Daha önceki oyunlarını da takip etmiştim. Hatta Kamamber en etkilendiğim oyunundu. Benim ilk izlediğim, senin de ikinci oyunundu diye hatırlıyorum. Kaba hatlarıyla ifade etmek gerekirse toplumsal cinsiyet rollerine de vurgu yapan bir ahenge sahipti. MAN-LA için ne söyleyebilirsin? Oyunun adı biraz korkutucu, hem yabancı hem tanıdık geliyor ama senin zihninde nasıl bir yer edindiğini öğrenmek isteriz?
Süreç içerisinde beni çok şaşırtan bir şey oldu ve çok daha politik ilkelerden hiza alırken birden daha çok sanattan hiza almaya başladım. Ve bu süreç içerisinde hâlâ kendimi feminist olarak tanımlıyor olsam da takip ettiğim şey “Tiyatro benden ne istiyor, sanat benden ne istiyor” olmaya başladı. Bununla birlikte bu oyunda da bir toplumsal cinsiyet konusu bulacaksınız. İdeolojik olarak taraf tutmaktan ziyade geleneksel anlatılardaki kaybolmuş sembolleri onarmak benim ilgimi çekiyor şu an. Bir transhümanizm kritiği olduğunu söyleyebilirim. Ama aslında daha basitçe: Bu oyun “anlam krizine” odaklanıyor.
Bu yazı ekoIQ’nun 115. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.