YAZI: Arif ERGİN, Sürdürülebilir Ekonomi ve İklim Değişikliği Uzmanı, [email protected]
Müsilaj sorunu ana akım medyanın baş gündem maddelerinden biri olmuş durumda. Son birkaç haftadır hemen hemen her gün ya ilk haber veya ilk üç dört haber içinde muhakkak rastlıyoruz bu konuya. Sanki bu sorun birkaç gün önce başlamış veya bir anda ortaya çıkıp sahillerimizi işgal eden “akut” bir gelişmeymiş gibi. Oysa bilim insanları yıllardır Marmara Denizi etrafındaki sanayi tesislerinden denize bırakılan tehlikeli atıklara ve bu kirlenmenin yol açabileceği çevresel felaketlere dikkat çekmelerine rağmen bu bilimsel çağrılar sadece iklim ve çevreyle ilgili mecralarda kendine yer bulabiliyor, ana akım medyada doğru düzgün haber bile olamıyordu. Müsilaj felaketinin ana akım diye kabul edilen medyada yer bulabilmesi, hatta magazin haberlerini bile geçmeyi başararak ana gündem haline gelebilmesi için bütün Marmara sahillerinin kahverengi bir salyayla kaplanması gerekti.
Böylece ana akım medya, çevresel konularda bilgi ve ilgi eksikliği diye tanımlayabileceğimiz “çevre okuryazarlığı” konusunda bir kez daha sınıfta kalırken, ana akımın diğer bir ucundaysa Marmara Denizi’ndeki müsilajın yanlış çevre ve sanayi politikalarından kaynaklandığını ele alan muhalif bir ses yükselerek Marmara’ya kendince “sahip çıktı”. Sahip çıkmak tabirini özellikle kullanıyorum, çünkü gazetenin manşeti aynen şöyleydi: “Marmara hepimizin ortak malı! Ona sahip çıkalım!” Nedense Marmara’yı sahip çıkılması gereken ortak bir mal olarak nitelendiren bu başlığın bende yaptığı çağrışım, her kadın cinayetinden sonra kadınları ana-bacı-eş ekseninde görüp, güya onlara sahip çıkan yaygın eril hadsizlik oldu. Bir denizi “mal” olarak görmek, üstelik bunu manşetlere “ortak mal” diye çıkararak bir çevre savunması yapmak kadar yanlış bir iletişim yöntemi göremiyorum. Her şeyden önce hatırlatmak gerekir ki, Marmara kimsenin ortak malı değildir, zira Marmara, mal değildir. Aslında o yazının devamını okuyunca, manşeti atanların iyi niyetli olduklarını görüyordunuz. Ovaların “arsa”, dağların “taş ocağı”, ormanların “altın madeni” olarak görülmesini yeren ve Marmara Denizi’ne de bu gözlükle bakılmasını eleştiren, iyi niyetli, ilgili, fakat bilgisiz bir itiraza sahiptiler. Ancak artık iyi niyetli olmak, bizleri kurtarmıyor. Maalesef yaşadığımız çevre felaketleri dünyayı artık öylesine yaşamsal bir dönemece getirdi ki, gelinen bu noktada “iyi niyet” yetersiz kalıyor, hatta çoğu kez kötü niyetle aynı sonucu veriyor. Marmara’nın bir mal/meta olarak görülmesi, bir aşama sonra onun bir rant/getiri kaynağı olarak görülmesine neden olan, nihai aşamada da kirlilik ve salyanın kapısını açan problemin kendisi zaten.
Kelimeler önemlidir çünkü dünya vizyonumuzun ipuçlarını ele veren şifreler gibidir. Yaşamı ve tüm evreni kelimelerle anlatır, medeniyeti kelimelerle kurarız. İşte bu yüzden, yeni bir vizyon inşa etmek ve değişmek için önce dili ve kelimeleri düzeltmek ve değiştirmek gerekir. Şöyle başlayabiliriz belki; Marmara mal değildir, denizdir. İçinde binlerce canlı türü yaşar, bazıları endemiktir, yani dünyada (ve muhtemelen koca kâinatta) sadece bu denizde yaşarlar. Bu denizin kıyılarındaki deltalar binlerce canlı türüne ev sahipliği yapar. İçinde sayısız bitki ve hayvanın olduğu, iki anakara ve iki büyük deniz arasında sağladığı geçişle, belki de dünyanın en ilginç ve özel denizlerinden biridir. Bir denize mal gibi değil, bir deniz gibi muamele edebilmek, belki de bu olayda öğrenilmesi gereken birinci başlıktır. Belki de böylece medyanın çevre okuryazarlığı edinmesinde bir milat olur ve en azından hayırlı bir işe vesile olmuş olur, kim bilir.
İklim Değişikliği Medyada Görünür Değil
Hemen hemen her çevresel olayda karşılaştığımız, ana akım medyadaki iklim ve çevre okuryazarlığı problemine daha önce de pek çok yazımda ve konuşmamda değinmiştim. Hatta değinmekle kalmayıp TEDx’in İklim Değişikliği davetlisi olarak katıldığım etkinliğinde yaptığım konuşmanın önemli bir kısmını medyadaki çevre ve iklim krizi okuryazarlığı eksikliğine ayırmıştım. 2019 yılında yaptığım bu TEDx konuşmasına hazırlanmak için bir medya takip ajansına son iki yıla ait “Medyada İklim Değişikliği” araştırması yaptırınca durumun vahameti daha da açığa çıkmıştı. Araştırmamıza göre, 2017 yılında ana akım medyada yer alan trend başlıklar arasında ilk 100 haber içinde İklim Değişikliği yer almıyordu. 2018 yılı açısından da durum önceki yıldan pek farklı değildi. Aynı araştırmayı bugün yaptığımızda, COVID-19 küresel salgınının yarattığı etkiyle İklim Değişikliği kavramının ana akım medyanın ilgilendiği başlıklar arasında ilk 100’e girmeye başladığını, hatta biraz daha üst sıralara doğru tırmanmaya başladığını görüyoruz. Çevre okuryazarlığının ilk unsuru olan “ilgi” yavaş da olsa böylece gerçekleşmeye başlıyor. Peki ya diğer unsuru olan “bilgi”?
Örneğin, Google’a girip “Konya’da obruk felaketi” gibi bir arama yaptığınızda bu konuyla ilgili yerel medya ve ana akım medyada yüzlerce haber yapılmış olduğunu görüyorsunuz. Bununla birlikte, bu haberlerin pek azında sorunun yeraltı sularının bilinçsizce tüketilmesi nedeniyle olduğu yazarken, hemen hemen hiçbirinde İklim Değişikliği veya İklim Krizi gibi bir ibare halen yer almıyor. Ancak ve ancak, haberin içinde bir uzman görüşü alındığı zaman bu ibarelerin metne yansıdığını görüyoruz. Yani konu medyanın ilgisini çekiyor ama halen konuyla ilgili yeterli bilgi düzeyi yok.
Antalya’da sel olduğunda veya İzmir’i hortum vurduğunda ana akım medyamız bunları tam sayfa yayınlıyor. Kadıköy’de elma büyüklüğünde dolu yağdığında da, Şanlıurfa’da 58 derece sıcaklık yaşandığında da bu, ana akım medya için haber değeri taşıyor ve haliyle manşetleri dolduruyor. Fakat böylesi binlerce haber içinden sadece birkaç tanesinde konunun makro açıdan ele alındığını ve yaşanan iklim krizinin bir sonucu veya göstergesi olduğu gerçeğine pek değinilmediğini görüyoruz. Çoğu kez yaşanan bu anormalliklerle iklim krizi arasındaki bağ es geçiliyor. Oysa Konya’daki obruk da, Antalya’yı vuran sel ve İzmir’i karıştıran hortum da ortak bir makro nedene dayanıyor: İklim Krizi. Fakat bu bağlantıyı kuracak iklim okuryazarlığı maalesef medyada henüz oluşmamış durumda. Ana akım medyanın içinde kuşkusuz çok değerli uzmanlar ve çevre yazarları var, ancak kurumlarının yayın politikalarına, haber içeriklerine ve manşetlerine karar veren makamlarda olmadıkları için, bu durum çevre okuryazarlığı olmayan bir ana akım medya ile sonuçlanıyor.
İklim ve Çevre Okuryazarlığı
Sadece medya da değil, birçok farklı sektörün de iklim krizi ve çevre konusunda gerekli okuryazarlığı kazanması gerekiyor. Hem de acilen gerekiyor, çünkü büyük iklim felaketini yavaşlatabilmek ve etkilerini azaltabilmek için çok az bir zamanımız kalmış durumda. Ülke için acilen yapılması gereken ilk hamle, etkili bir iklim okuryazarlığı kampanyası başlatmak ve çevre bilincini daha küçük yaşlarda, ilkokullardan itibaren aşılamaya başlamak.
Bu konuda beni en çok etkileyen örnek, bir gün konuşmacı olarak davet edildiğim bir ilkokulun duvarında gördüğüm Enerji Haritası’ydı. Haritanın başlığı “Ülkemizin Enerji Kaynakları” idi, herkesin görebilmesi için okulun ana girişindeki duvara asılmıştı ve coğrafyamızdaki kömür ve linyit madenlerinin yerlerini gösteriyordu. Bu kadar büyük güneş ve rüzgar enerjisi potansiyeli olan bir ülkenin eğitim sisteminin 2020 yılında ilkokul çağındaki çocuklara verdiği mesajın kömür ve linyitten ibaret olması, çevre vizyonunun neden henüz istenen seviyede olmadığının da bir ipucu aslında.
Başta medyada, sonra da tüm toplumda dönüşümü sağlamanın yolu işte tam olarak buradan geçiyor. İlkokuldan itibaren çocuklara çevre bilincinin, temiz enerjinin, israfın ve geridönüşümün ne olduğu anlatılmalı, bu konular ders kitaplarına yerleştirilmeli, ödevlere konu olmalı, hatta müfredata çevre bilinci ile ilgili dersler konulmalı. İşte ancak bu yapıldığı zaman hem toplumun geniş katmanlarında hem de medyada çevre ve iklim okuryazarlığı yaygınlaşabilecektir. Bu adımı bir atabilsek, sihirli bir değnek değmiş gibi birkaç sene içinde bütün toplumun dönüştüğüne ve bilinçlendiğine tanık olabiliriz. Yaygın kanının aksine, eğitime yapılan yatırımlar sanıldığı gibi çok uzun vadede sonuç alınan yatırımlar değil artık. Çünkü ilkokullara iklim değişikliği ve çevre ile ilgili dersler koyarak sadece çocukları değil, onların anne babalarını da eğitmiş oluyorsunuz.
Bu yeni yeni fark etmeye başladığım bir durum. Artık çocuklar ailelerini eğitiyorlar. Örneğin okulunda İklim Değişikliği hakkında proje ödevi verilen bir çocuk, konuyu bilmediği için ilk önce anne babasına soruyor ve anne babası da çocuklara yardımcı olabilmek için konuyu araştırmaya başlıyor ve böylece öğreniyorlar. Son zamanlarda anne babaların bana e-posta atarak çocuklarının ödevleri hakkında fikrimi aldıklarına ve daha da ötesini öğrenebilmek için başka sorular sorduklarına tanık oluyorum. Öyle tahmin ediyorum ki son bir yıl içinde pek çok uzmana böylesine e-postalar ve bilgi edinme talepleri gelmeye başlamıştır, çünkü giderek artan bir talep olduğunu gözlemleyebiliyorum. Basit proje ödevleriyle bile bu değişimi sağlayabiliyorsak, yapılacak bir müfredat değişikliği ile tahmin ettiğimizden de hızlı sonuçlar alabilir, toplumdaki çevre algısını ve çevre okuryazarlığını kolaylıkla düzeltebiliriz. Yeter ki bu adımı atalım. İşte o zaman, çevreyi savunmak için yazı yazan gazeteci, tüm iyi niyetiyle “Marmara ortak malımız” demeyi bırakacaktır. Doğanın mal olmadığını, ovaların arsa olmadığını, ormanların maden olmadığını, dağların taş ocağı olmadığını toplum olarak o zaman fark edeceğiz. Dünyanın insanlara ait olmadığını, aksine, insanların dünyaya ait olduğunu ancak o zaman özümseyeceğiz.