#ekoIQ Kültür Pastoral Senfoni ya da Botaniksever Fransız’ın Dönüşü
Kültür

Pastoral Senfoni ya da Botaniksever Fransız’ın Dönüşü

Bundan neredeyse 300 yıl önce, “Belki de doğaya dönmeliyiz” dediği için Rousseau’nun taşa tutulduğunu biliyor musunuz? Peki ilk taş atanın Voltaire olduğunu?..

Yazı: Heyzen ATEŞ

Şehir-doğa çatışmasının ge­lişimi, kentleşme ve şehre göç süreciyle doğru orantılı. Edebiyata baktığımızda da bunun yansımalarını görürüz. Şehrin, me­deniyetle özdeşleştirildiği dönemde “kır”, yoksulluk sembolüne dönü­şür. Doğa eski, kent yenidir. Der­ken 18. yüzyıl gelir ve bir zamanlar yeni olan ‘şehir’ çürümeye başlar. Kokusu çıkar. İşler o kadar kötü­leşir ki yüzyılın sonlarına doğru şehir yozlaşmayla, taşra ise soylu duygularla bütünleştirilmeye baş­lar. Bu devridaim, sınıf çatışmaları ve insanların gözünü para hırsı bü­rümesi gibi olgular da Balzac’tan Mallarmé’ye kadar pek çok yazarın ve şairin eserlerine yansır. Balzac’ın taşralı kızı (Eugenie Grandet), ken­disini aşağıladığı halde zengin ka­dın peşindeki yakışıklı delikanlıya yardım eli uzatacaktır. Hatta başka­sıyla evlenmesine bile göz yumacak, kendi erdeminin bilincinde olmanın verdiği huzurla yoluna devam ede­cektir. Şehre gidecek, tutunamaya­cak, evine dönecektir.
Yine de bütün romanları kutulara hapseder gibi belirli mekânlara ve kavramlara hapsettiğimiz düşünül­mesin. Büyük akımlar istisnalarını da beraberlerinde getirir. Şehrin göklere çıkarıldığı dönemlerde bile pek çok romanın kırlara uğradığına şahit oluruz. Bronte Kardeşlerin ve Jane Austen’in asi kadınları –belki açık alan sevdiklerinden, belki er­kek egemen şehirlerde boğuldukla­rından- ya taşrada doğar ya da say­fiyelere kaçarlar; Oscar Wilde en popüler oyunlarından (Importance of Being Earnest) birinin kahra­manı olan Ernest’ı nefes alsın diye taşraya yollar. André Gide aşkın ve tutkunun sınırlarını kır manzarası eşliğinde tartışır. Pastoral senfonile­re dönüşür aşk romanları. Derken dengeler değişir, 19. yüzyılla bera­ber doğa, insanı insan yapan tutku ve cinsellik gibi özelliklerle özdeş­leştirilirken, şehir bu arzuları bas­tırma becerisini yücelten bir ikona dönüşür (Dekadans adlı dönemin, Baudelaire ve Verlaine gibi şairle­rin gelişine kadar da böyle devam edecektir süreç).

Emile: Doğadan Ders Alın

Arzu ve cinsellik, daha baştan, yu­karıda bahsettiğimiz çatışmanın temelindedir. Doğayı savunanların sayısının görece az olmasına şaş­mamalı. Erdem, iffetle denk tutul­maktadır ve yüzlerce yıllık eğitim geleneği, insanı tüm duygularını bastırmaya iterken aksini savun­mak kolay değildir elbette. Ama bir adam çıkar, Emile diye bir roman yazar ve bütün eğitim sistemini masaya yatırıp do­ğadan alınacak dersler oldu­ğunu hatırlatır. Eğitimin üç kulvardan alındığından bahseder: Doğa, insan­lar ve çevre. Eğitimin kalitesi, bu üç unsurun uyumluluğuyla doğru orantılıdır. Bu ateşli Fransız, sonuçta çok fena öder doğa sevgisinin bedelini (Ya­zının devamını okurken çok değil, beş on yıl önce çev­recilerle nasıl alay edildiğini hatırlayın lütfen. Sonra üç yüz­yıl önce nasıl olabile­ceğini hayal edin). Ga­rip bir çağdır 1700’ler: Bir tarafta Buffon, Doğa Tarihi’ni yayın­lar ilk kez, diğer tarafta Diderot Ansiklopedi’yi yazar, ama bu aydınlanma süreci bile “Belki de doğaya dönmeliyiz” dediği için Rousseau’nun taşa tutul­masına engel olamaz. İlk taşı atansa Voltaire’dir.
Şimdi söyleyeceklerim kimse için yeni bilgiler değil. Bazı kavramların ortaya atıldıkları dönemde yuha­landıklarını ve ancak zaman içinde hak ettikleri statüye kavuştuklarını hepimiz biliyoruz. “Çevrecilik” ve “doğa sevgisi” de ne yazık ki bun­lardan. Haliyle savunucuları ve o savunuculara atfedilen payeler de çağa göre değişiyor… Bugün bizim bildiklerimizi bilmeyenler, farklı kararlar verebiliyorlar. Sonuçta 18. yüzyıl, Voltaire’i Rousseau’ya yeğ tutuyor. Ya da şehirleşmeyi, doğaya dönüşe yeğ tutuyor deme­liydim. Voltaire’in saldırgan, köşeli tavrını, Rousseau’nun kırılganlığına yeğ tutuyor. Oysa herkesten önce, “bireyi doğadan koparmama­lıyız” diyen yine Rousseau.
Ama çağ “kentlilerin” çağı. Rousseau’nun doğa sevgisi ve doğayı benimseme ar­zusu, insanı, doğasına karşı çıkmaya davet etmek olarak görü­lüyor. “Siz insana, gelişmeye karşısı­nız” demeye getiriyor Voltaire. Sonra da Rousseau’nun kendisine “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli” konuşmasının metnini yol­lamasının ardından kaleme aldığı, 1755 tarihli alaycı teşekkür mek­tubunda şöyle yazarak yerin dibine batırıyor Botaniksever Fransızı: “Eserinizi okuyup bitirince insanın içinden dört ayak üzerinde yürü­mek geliyor.” Rousseau’yu birlikte “otlamak” üzere çiftliğine davet ettiğini söyleyenler bile var… (Oysa Rousseau’nun o metni yazmaktaki amacı, doğa içindeyken uyumlu ha­reket eden insanların kentleşme/modernleşmeyle beraber rekabetçi ve yoz yaratıklara dönüştüklerini göstermek.) Kimse gerçekten dinle­miyor onu ne yazık ki. O da bağı­ramıyor yeterince yüksek sesle. En çok gürültü koparan kişi, kazanıyor tartışmayı.
Neyse ki “verba volant scripta ma­nent”,  söz gider, yazı kalır. Başta da belirttiğim gibi, bazı değerler zama­nını bekler. Rousseau da 21. yüzyıl gelip insanoğlu doğayla uyum için­de yaşamanın önemini kavrandık­ça hak ettiği payeye kavuşacaktır. Yazıyı şimdiye kadar anlattığım her şeyi özetleyen güzel bir örnekle tamamlamak istiyorum: 1756 Liz­bon Depremi sonrasında Vatikan, felaketi Tanrı iradesine bağlayan bir bildiri yayınlar. Voltaire bu bildiriye olayın jeolojik olduğunu söyleye­rek karşılık verecektir. Rousseau ise depremin sosyolojik olduğunu savunur. Ona göre ne Tanrı’nın ne tabiatın suçudur, çünkü sağlam, lüks evlerde yaşayanlar sağ kalmış ama yoksul mahallelerinde, derme çatma evlerde yaşayanlar ölmüştür. “Kötülüğün kaynağı doğa değil, in­sanoğlunun kendisi” der Rousseau. Ve yine ciddiye alınmaz yaşadığı dönemde.
Şimdi onun değerlerin­den bahsederken ne demek istedi­ğimi anlıyorsunuzdur sanırım. Bir gün bu değerlerin herkesçe benim­senmesi umuduyla…

About Post Author