#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Pestisitler Biyolojik Çeşitlilik için Büyük Bir Tehdit”

Greenpeace Akdeniz yeni yılın ilk ayında “Soframızdaki Tehlike: Pestisit” adlı yeni raporunu kamuoyu ile paylaştı. Gıda mühendisi Bülent Şık ile birlikte hazırlanan çalışma kapsamında 90 adet domates, yeşil biber ve salatalık örnekleri incelendi ve bu 90 örneğin 14’ünde kullanılması yasak pestisit, 46’sında ise hormonal sistem üzerinde etkili pestisit veya pestisitler tespit edildi. Dahası, 90 örneğin yarısında sucul canlılar, arılar, algler ve faydalı böcekler açısından çok zararlı olan pestisitlerin kalıntısı bulundu. Bülent Şık da araştırmada, 620 farklı çeşit pestisitin kalıntısına bakıldığını ve tespit edilen pestisit kalıntılarının biyolojik çeşitliliğe verdiği zararın ortaya konmasının çok değerli olduğunu belirtiyor.

YAZI: Bulut BAGATI

Öncelikle raporun genel bir profilini çizerek başlayalım isterseniz. Rapor temelde neler söylüyor?

Greenpeace’in yapmış olduğu bir çalışma bu. Sahadaki çalışmayı onlarla birlikte yürüttük. Araştırma projesini Greenpeace finanse etti, Berkan Özyer ve Nilay Vardar araştırmada Greenpeace adına görev aldı. Ben çalışmanın akademik danışmanlığını yaptım ve saha çalışmasından elde edilen verileri yorumlayarak raporu yazdım. Çalışma kapsamında Ağustos, Ekim ve Kasım ayı gibi üç farklı dönemde, Türkiye’deki beş büyük marketten ve bir semt pazarından domates, hıyar ya da daha halk dilindeki adıyla salatalık ve yeşil biber örnekleri aldık. Ürünlerdeki pestisit kalıntılarını olabildiği kadar geniş bir çerçeveden değerlendirmek istedik. Mevzuatta kullanımına izin verilen veya geçmişte yasaklanmış pestisitlerin büyük bir çoğunluğunu çalıştığımızı söyleyebilirim. 620 farklı çeşit pestisit kalıntısı incelendi. Bu önemli, çünkü bir analizde ne kadar çok farklı çeşit pestisitin kalıntısı araştırılabiliyorsa sahadaki durum hakkında o kadar net bilginiz oluyor. Pestisit dediğimizde tarımda kullanılan zehirli kimyasal maddeleri anlamalıyız. Ama bunların çeşitleri var. Bir kısmı böcekleri öldürürken, bir kısmı ürün dışında kalan otları öldürmek için kullanılıyor. Her biri farklı bir kimyasal madde. Dolayısıyla bir saha çalışması yaparken pestisitlerin tamamına veya büyük çoğunluğuna bakmak size daha iyi bir fikir verecektir. Sadece belli bir kısmına baktığınızda elde ettiğiniz veri gerçek durumu yansıtmaz. Çalışma bu açıdan değerli.

Burada birkaç nokta dikkate alındı. Öncelikle bu tip saha çalışmalarında ürünlerdeki pestisit kalıntısının insan sağlığı açısından bir sorun oluşturup oluşturmadığı dikkate alınır. Bu çok doğal. En çok merak edilen konu da bu. Bir çalışma sonucunda “Biz ne yiyoruz, bize ne oluyor?” sorularına yanıt vermek gerekir. Bizse bir saha çalışmasında sadece insan sağlığına odaklanmak istemedik. Mesela kullanılan pestisitler doğal hayat için bir tehdit oluşturuyor mu? Örneğin arılara, kuşlara veya su canlılarına zarar veriyor mu? Toprakta çok uzun süre zehirli etkisini koruyacak şekilde kalıyor mu? Bu soruların cevaplarını arayan, pestisitlerin doğal hayata verdiği zararı da dikkate alan bir inceleme yaptık.

Çiftçilerin kendileri için ürettikleri ürünlerde pestisit kullanmadıklarına yönelik sıklıkla farklı mecralarda dile getirilen bir inanış var. Bu doğru değil, çünkü pestisitlerden ilk etkilenenler genelde kendileri ve onların çocukları. Yani zararlı etkilere ilk maruz kalanlar onlar. Bir takım koruyucu önlemler almalarına rağmen yine de maruz kalmaları söz konusu olabiliyor. Örneğin bir arazide pestisit kullandığınızda, akademik çalışmalara göre atılan pestisitin %95’ten fazlası, hatta bazı yayınlara göre %98’den fazlası, atıldığı alanın dışına doğru taşınıyor. O zaman bunun doğaya verdiği zararı ve o alana yakın yerlerde yaşayanları, yani çiftçileri, köylüleri veya tarım işçilerini dikkate almalıyız. Dolayısıyla bu açıdan da bir değerlendirme yapıldı. Ürünlerde tespit edilen pestisitler için, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Pestisit Eylem Ağı (PAN), Greenpeace, ABD Çevre Koruma Ajansı (EPA) vb gibi kurumların oluşturduğu normlar dikkate alınarak çiftçi sağlığı açısından bir problem ya da tehdit olup olmadığı araştırıldı. Özetlersem, çalışma sonucunda elde ettiğimiz verileri hem tüketici sağlığı, hem doğal hayata zarar verme durumu, hem de çiftçilere yönelik tehdit oluşturuyor mu noktasından değerlendirdim. Tüketici sağlığının yanı sıra, doğal hayat ve çiftçi sağlığı açısından yapılan değerlendirmeyi çok önemsiyorum. Raporun bence en kıymetli noktası da burası çünkü. Gıdalardaki pestisit kalıntıları konusunda Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yürüttüğü çalışmalar veya akademik araştırmalarda odak noktası hep tüketici sağlığıdır. Tüketici sağlığı ile birlikte üreticileri de yani çiftçileri de denkleme dahil etmeliyiz. Dahası, pestisitler gibi yaygın kullanımı olan ve doğal hayata da karışan toksik kimyasallar söz konusu olduğunda doğal hayattaki durumu da dikkate almak, doğal hayata ne ölçüde zarar veriyoruz sorusuna da yanıt aramak zorundayız. Sonuçta insan doğada yaşamını sürdüren pek çok canlıdan biri. Kendi yaşamı da doğal hayatın devamlılığına bağlı. İkisini birbirinden ayırt edemeyiz.

İklim Haber’i Telegram’da Takip Edin!İklim Haber’i Linkedin’de Takip Edin!

Özellikle tarımın sektör olarak görülmesi nedeniyle tüm Türkiye’de olduğu gibi amansız bir büyüme odaklı strateji yürütülüyor. Bu strateji de pestisit gibi maddelerin kullanımını artıyor gibi görünüyor. Bu görüşe katılır mısınız?

Söylediğinizde haklısınız. Ben Antalya’da yaşıyorum. Türkiye’de en fazla pestisit kullanımı olan kentlerden biri. Çiftçi ürününden olabildiği kadar fazla para kazanmak için her yöntemi deniyor. Sahada bu konu üzerine çalışanlar iyi bilir, ortada pestisit kullanımı gerektirmeyen bir durumda dahi çiftçi ürününü güvenceye almak için pestisitleri kullanabiliyor. Hatta son yıllarda ürünlere tehdit oluşturacak etkenlere karşı çok sayıda pestisitin, yaygın ismiyle tarım ilacının bir arada kullanıldığını biliyoruz. Oysa ilaç dediğimiz toksik kimyasal madde. Bunun özellikle altını çiziyorum. Kullanım gereği yokken çok sayıda pestisiti bir araya getirip, kokteyl gibi kullanma eğilimi çok fazla. Çiftçilerle konuştuğumda ihracat olmadan para kazanamadıklarını söylüyorlar. Yapılan iş, ihtiyaca yönelik bir üretim yapma noktasından çıkmış durumda. Üretim tekniğinin doğaya ve insan sağlığına zarar vermemesi geri plana atılmış. Bu sadece tarımla ilgili bir şey de değil. Metalaşma, para kazanmak ve kârlılık hayatın her alanına sirayet etmiş durumda. Oysa her şeyden maksimum düzeyde kâr etmek isterken doğal hayat ve sağlık gibi konuları göz ardı etmek bizi bugün bir topyekûn felaket durumuyla karşı karşıya getirdi. Felaket derken iklim krizini kastediyorum. Pestisit kullanımı yaygın metalaşmanın, piyasa ilişkilerinin hayatın her alanına sirayet etmesinin bir yansıması. Çiftçileri piyasa baskısından kurtarmak için yapılabilecek en makul ve kanımca yapılması da gereken şey tarımda toksik kimyasal kullanımını azaltacak, ekolojik tarımın önünü açacak politik bir yol çizilmesi. Bunu yapmak mümkündür. Tarım ve Orman Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı bu konuda programlar oluşturabilir. Sağlıklı ürün yetiştirmek, salt piyasa fiyatına koşullanarak başarılabilecek bir iş değil. Doğal hayatı, biyoçeşitliliği, insan sağlığını odağa yerleştiren kamusal bir programla ekolojik tarım yapmak mümkündür. Ancak böyle yaptığımızda sağlıklı ürünler elde edilebilir.

Daha somut bir örnek vereceğim söylediklerime: Türkiye’de kısa bir süre önce “Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı” oluşturuldu. Ağın bir internet sayfası da var. “https://zehirsizsofralar. org/” isimli internet sitesinde çeşitli akademik bilgilerin yanı sıra, pestisitler konusunda çok kapsamlı bir belgesel serisi de yayımlanıyor. Pestisit kullanımını gerektirmeyen alternatif yöntemlerin ne olduğu açıklanıyor. Ayrıca ağ tarafından üreticilere ve tüketicilere yönelik iki rehber hazırlandı. Tüketici rehberi çıktı ve rehberde tüketicilerin pestisit kalıntılı ürünlere mahkum olmamak için neler yapabileceğini anlatan çeşitli öneriler var. Çok yakında üreticilere yönelik de bir rehber yayımlanacak. O rehber pestisitlerin çiftçiler ve tarım işçilerinin sağlığı açısından zararlarını ve alternatiflerin ne olduğunu açıklayacak.

Toksik kimyasal kullanımını azaltmamız, sonlandırmamız bir zorunluluk. İklim krizini yaşıyoruz, artık içindeyiz. Burada mutlaka belirtmem gereken önemli bir problem biyolojik çeşitlilik kaybıdır. İklim kriziyle beraber seyreden ancak bu krizden ayrı bir şekilde düşünmemiz gereken bir problem bu. İklim krizi biyolojik çeşitlilik kaybını hızlandıran etmenlerden biri. Ancak biz iklim krizinin ana nedeni olan seragazı emisyonlarını bugün itibariyle sıfırlayabilsek dahi biyolojik çeşitlilik kaybı hız kesmeden devam edecek. İki ayrı sorun var ortada aslında. İklim krizini çok konuşuyoruz. Ancak biyolojik çeşitlilik kaybını nedense gözden kaçırıyoruz. İnsanların ulaşabildiği her yeri “istila etmiş” olması ya da daha düzgün bir ifade ile yol açtıkları habitat kaybı, muazzam miktarda toksik kimyasalın veya tehlikeli atığın doğal hayata karışması biyolojik çeşitlilik kaybının en başta gelen nedenlerini oluşturuyor. Dolayısıyla biyolojik çeşitlilik kaybını iklim krizinden bağımsız, ondan ayrışık bir sorun olarak da değerlendirmeli ve toksik kimyasal kullanımını azaltmaya yönelik politikalar üzerine de mutlak suretle daha fazla düşünmeliyiz. Kontrolsüz bir şekilde doğaya saçılan sayısı yüz bine yakın toksik kimyasal madde var aslında ve pestisitler bunların bir kısmı sadece.

İki taraflı bir “istiladan” bahsediyoruz o zaman. Bunun yanı sıra sorunların sayısı o derece fazla ki bir ümitsizlik de oluşuyor…

Bu konuştuğumuz her sorunun bir çözümü var. Çözümsüz, çok dehşet bir felaket durumunun içerisindeyiz gibi düşünmeyelim. Toksik kimyasal kullanımını azaltabiliriz. Bütünüyle ortadan kaldırmak olanaksız olabilir. Ancak azaltmak mümkün. Bu kadar devasa miktarda bir toksik atığı doğaya saçmanın bir bedeli var ama o bedeli kirleten, doğaya saçan ödemiyor. Kirletilen çevrede yaşamanın yol açtığı hastalıklar, toksik kimyasallarla bulaşık ürünleri yeme sonucu sağlığımızın bozulması, özellikle de çocuk gelişiminin zarar görmesi ya da doğal hayattaki canlı türlerinin yok olması kirliliğe yol açan şahıs ya da şirketlerin umurunda bile değil. Dolayısıyla bu yıkımdan kârlı çıkan sadece kirliliğin faili olan şirketlerdir. Ama konuyu çok dağıtmadan tekrar pestisitlere dönelim isterseniz. Pestisitlerin hem doğal hayatta yarattığı yıkım, hem de insan sağlığında yarattığı çeşitli sorunların hepsinin bir çözümü var.
Bir güven sorunu yaşadığımızı görebiliyorum. Güven oluşturmamız lazım. Dünya Sağlık Örgütü, Avrupa Gıda Güvenliği Ajansı gibi uluslararası norm oluşturan kurumların ya da ulusal ölçekte devletin çeşitli kurumlarının insan ve çevre sağlığını ve uzun vadeli toplumsal, kamusal çıkarları korumak konusunda çok ciddi zaafları var. Bu zaaflar özellikle son 40 yılda inanılmaz ölçüde büyüdü ve dikkate alınması gereken bir sorun haline dönüştü. Hep şirketleri, piyasayı veya kârlılığı konuşuyoruz ancak devlet dediğimiz o büyük kurumun bütün bileşenleriyle düzenleyici, onarıcı, piyasaya müdahale edici yapısının ne kadar aşındığını ve yıprandığını da görüyoruz. Devlet piyasadaki şirketlerden biri gibi davranıyor artık. Düzenleyici, onarıcı veya müdahil olma rolü kendilerine verilmiş olan kurumlar görevlerini yerine getirmiyor. Bunun farkında olmamız önemli. Böyle bir durumda biz ne yapabiliriz sorusu ortaya çıkıyor. Gelecek nesiller için mücadele etme gereği aşikar. Kendi bulunduğum noktadan bir köşeye çekilip, olan biteni seyretmek istemiyorum. Dolayısıyla bu olumsuz gidişatı tersine çevirmek için bilgimiz dahilinde ne varsa yapmak gerekiyor.

Üzerine konuştuğumuz bu öneriler tarım kaynaklı seragazı emisyonlarını düşürmekte yardımcı olabilir mi?

Büyük bir kamu politikası olursa bu dediğiniz gerçekleşir. Türkiye’de faaliyet gösteren çiftçileri bir politik düzen çerçevesinde bir araya getirip, bu politikayı da seragazı emisyonlarını ve toksik kimyasal kullanımını azaltmak çerçevesinde düzenlerseniz, ekolojiye duyarlı, ekolojik yöntemleri içeren bir yaklaşım geliştirirseniz mümkün. Bu konuda çeşitli parametreler olduğunu da ifade etmeliyim. Peki, devlet, kamu kurumları böyle bir yol izlemezse ne olacak? Bu şimdiden içinde olduğumuz durumu tarif ediyor aslında. Yanıtı zor bir soru. En azından tüketici tarafı üretime eğilmeli. Bunu öneriyorum ve kendim de yapmaya çalışıyorum. Olabildiği kadar tüketici olmaktan çıkıp, üretim faaliyetlerine dahil olan, birlikte hareket eden insanlara dönüşmemiz gerekiyor. Gıda konusunda çok sayıda kurum, örgüt ve inisiyatif oluşmaya başladı. Bundan 10-15 yıl önce, Türkiye’de 3000 civarı ekolojik tarım çiftçisi varken bu sayı bugün 85 bine yaklaşmış durumda. Bu sadece insanların ekolojik üretim yapma duyarlılığından kaynaklanmıyor. Tüketicilerin de böyle bir talebi var. Üretimden tüketime ekolojik temele yaslanan ağları oluşturmak lazım. Örneğin yerel yönetimlere, ekolojik pazarların kurulması, kooperatiflere ve gıda topluluklarına destek verilmesi gibi çok önemli görevler düşüyor. İçerisinde bulunduğumuz kriz hali, sorunların çözümünün yerelden çıkmasını zorunlu kılıyor. Dolayısıyla yerel yönetimler mecburen bu işin içerisinde olmak zorunda. Bu Tarım ve Orman Bakanlığı’nın işi deyip oraya havale edemezler. Yanlış bir yaklaşım olur.

200 yıllık endüstriyel üretim sonucunda bir felaket noktasına geldik ve dişe dokunur bir çözüme ulaşmak kolay değil. Bu yüzyılın içerisinde çok fazla canlının yok olacağını, insanlığın da belli bir yıkımla karşı karşıya gelebileceğini dile getiren çok sayıda yayın ve rapor var. Bu yıkım belirli bölgelerde daha fazla olacak belki ama dünyada yıkımdan etkilenmeyecek herhangi bir bölge veya ülke de yok. Yıkım dediğimizde, doğal olarak ve sözcüğün kendisi de onu ima ediyor zaten, ortada olan bir yapının yok olmasını anlıyoruz. Ancak insanın karşı karşıya olduğu yıkım hali yüzyıllar sürecek. Dolayısıyla bir anda her şey altüst olacak diye düşünülmemeli. Bulunduğumuz şartlar içerisinde krize karşı düşünme, eyleme geçme, organize olma ve bir araya gelme çabalarımızı, ekolojik tarım gibi alternatif yöntemleri yaygınlaştırma çabalarımızı, özetle, bu yıkım dönemine cevaben üretilen her türlü çabamızı, çözümlerimizi bir tür mayalama faaliyeti gibi düşünmeli. Öyle olmamasını diliyorum elbette ama olur da yıkım daha da belirginleşirse, işte o zaman, şimdi yaptığımız o mayalama faaliyetleri daha güçlü uç verecek, bizi bir arada tutacaktır. Baktığım yerden umut biraz da o mayada…

Raporun Bulguları Neler Söylüyor?

– 90 adet domates, yeşil biber ve salatalık örneklerinin %15,6’sında (14’ünde) ürünlerde kullanılması yasak pestisit kalıntısı tespit edildi.

– Ağustos ayında alınarak incelenen domates, yeşil biber ve hıyar örneklerinde tespit edilen pestisit sayısı toplamda 56 iken, bu sayının sebzelerin yetiştikleri mevsim dışında alınıp incelenen örneklerde arttığı görüldü. Ekim ayında sayının neredeyse iki katına (96) ve Kasım ayında ise yaklaşık üç katına (139) çıktığı tespit edildi.

– 90 örneğin yarısında (%52) hormonal sistem üzerinde etkili bir ya da birden fazla sayıda pestisit kalıntısı tespit edildi.

– 90 örneğin yarısında (%49) sucul canlılar, arılar, algler ve faydalı böcekler açısından çok zararlı olan pestisitlerin kalıntısı tespit edildi.

– Marketlerden alınan örneklerin pestisit kalıntıları açısından pazarlardan alınan örneklere kıyasla %14 farkla daha fazla risk içerdiği görüldü.

– 90 adet gıda ürününün yaklaşık yarısının (%42) doğal hayatta biyolojik birikime neden olan, toksik etkisiçok uzun süre kalıcı pestisit kalıntısı içerdiği belirlendi.

– 90 örneğin üçte birinde (%33,3) pestisit uygulayıcıları açısından sorun teşkil eden pestisit kalıntıları tespit edildi.

– Ağustos ayında alınan örneklerin hiçbirinde beş ve beşten fazla pestisit kalıntısı içeren örnek tespit edilmedi. Ekim ayında alınan 30 örneğin dörtte birinde; Kasım ayında alınan 30 adet örneğin ise yaklaşık yarısında beş ve beşten fazla pestisit kalıntısına rastlandı.

– Kasım ayında sadece bir yeşil biber örneğinde tam 14 adet farklı pestisit kalıntısı bulundu. Bir pestisitin tek başına sahip olduğu toksik etki diğer pestisitlerle bir arada olduğunda “kokteyl etkisi” denen daha fazla olumsuz etkiye sahip olabiliyor.

EkoIQ Editör