Küresel kent, dünya kenti ya da megakent söylemi, küresel ekonomiye uyum için şart olarak ileri sürülmüştü. Küreselleşme ne kadar kaçınılmaz bir süreçse, dünya piyasasına dahil olmak isteyen bütün ülkelerin megakent söylemini hayata geçirmesi de o derece kaçınılmaz olarak vazedildi. Ancak gerçekler çok başka. Yeni rotamızı bulmamız için bu cangılı yaratan megakentleri yeniden yeniden masaya yatırmamız gerekiyor.
YAZI: Cemil AKSU
“Rotasını yitirmiş demografik ivme” diye yazıyor Mike Davis: “Önümüzdeki 40 yılda dünyanın kentli nüfusuna 3 milyar insan ekleyecek (bu insanların %90’ı yoksul şehirlerde yaşayacak) ve hiç kimsenin -kesin olarak hiç kimsenin- artan gıda ve enerji krizleriyle birlikte bu insanların biyolojik varlığının, bunun ardından da temel mutluluk ve haysiyet için kaçınılmaz arzularının gecekondularla dolu bu gezegen tarafından nasıl tatmin edileceğine dair en ufak bir fikri yok.”1
İnsanlık için olduğu kadar, yeryüzündeki canlı yaşamı için de karşı karşıya olduğumuz sorunu tam olarak böyle ortaya koyabiliriz. Çünkü eğer jeologların antroposen çağı tespitlerine hak vereceksek, insan türü olarak yeryüzündeki yaşamın sürdürülebilirliğine karar verecek erke sahip durumdayız. İnsanın bu yeni misyonundan hoşnut olanlar var mı, bilmiyorum ama bu durumda öyle bir şekilde davranmalıyız ki, bu hem kendimiz, hem türümüz hem de yeryüzündeki diğer canlılar için de iyi bir sonuç üretsin. Gerçekten zor bir misyon ya da vazife.
Yine Davis’in “gecekondu gezegeni” adını verdiği, Mumbai, Kahire, İstanbul, Sao Paulo ve Seul gibi onlarca megakentin yaratılması en fazla yarım asırlık bir konudur. 1970’lerden itibaren büyük sitayişlerle parlatılan küreselleşme sürecinde IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü devletlere benimsetilen küresel kent söyleminin pratik sonucu ile karşı karşıyayız. Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF gibi örgütler eliyle uluslararası işbölümünün nasıl sağlandığını anlamak açısından 1992’de Dünya Bankası’nın başekonomisti olan Lawrence Summers’in gizli bir yazışmasındaki görüşlerini örnek verebiliriz. Daha sonra Clinton ve Obama dönemlerinde ekonomi yönetiminde kilit roller üstlenen, bir dönem Harvard Üniversitesi rektörü olan Summers, çevreye zararlı üretim etkinliklerinin en az gelişmiş ülkelere kaydırılması konusunda Dünya Bankası’nın neden daha “teşvik edici” olması gerektiğini konu alıyordu.
Summers, insan sağlığına zararlı faaliyetlerin maliyetinin ölümlerden kaynaklanan gelir ve üretim kaybıyla ölçüldüğünü; dolayısıyla ölümlerin maliyetinin, ücret ve üretkenliğin en düşük olduğu ülkelerde en az olacağını ileri sürüyor, insan hayatını riske atan faaliyetlerin bu ülkelere kaydırılması gerektiğini belirtiyordu. Çünkü ona göre, yalnızca yüksek gelirliler sağlıkla ilgili ya da estetik kaygılar duyar, temiz bir çevre talep ederdi. Bu nedenle riskli üretim faaliyetlerini çevre ülkelere kaydırmakta bir sakınca yoktu. Ve 2008’den beri küresel olarak yaşadığımız krizin bir veçhesi de tam da bu küresel kent söylemi ve politikaları. Küresel kent, dünya kenti ya da megakent söylemi, küresel ekonomiye uyum için şart olarak ileri sürülmüştü.
Küreselleşme ne kadar kaçınılmaz bir süreçse, dünya piyasasına dahil olmak isteyen bütün ülkelerin megakent söylemini hayata geçirmesi de o derece kaçınılmaz olarak vazedilmiştir. Dünya ekonomisi piyasa güçleri tarafından regüle edilirken, başta belli ağır sanayilerin gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere kaydırılması, finansal operasyonların ve hizmet sektörünün küresel ölçekte genişlemesi sağlandı. Üretimin ve finansal piyasaların küresel ölçekte genişleyen ağının kontrol ve yönetim ihtiyacının karşılanması için küresel kentlerin yaratılması gerektiği savunuldu. Dünya kenti, küresel ekonominin kontrol, yönetim ve organizasyon merkezi olarak tanımlandı. Bölgesel, ulusal ve uluslararası ekonomiler bu kentlerde eklemlendiler. Bu dünya kentleri sadece kontrol ve yönetim merkezleri olarak değil, aynı zamanda ticaret ve hizmet sektörü ile finansal yeniliklerin üretiminin de gerçekleştiği kentlerdi. Dünya Bankası, küresel ekonomiye eklemlenmeleri ve küreselleşmenin faydalarından yararlanmaları için küresel ölçekte rekabet edebilecek megakentlerin yaratılmasını şart olarak öne sürmüştü. Küresel şirketleri cezbedecek bu küresel kentleri yaratmak için uluslararası iş merkezleri (Trump Towers gibi), AVM’ler, özel güvenlikli alışveriş merkezinden spor salonuna kadar her şeyin içinde olduğu kapalı özel siteler, lüks konut alanları, hızlı tren, uluslararası havaalanları, fuar alanları, yüksek teknolojili sanayi parkları, oteller gibi altyapıların geliştirilmesi gerekti. Sergiler, festivaller ve dünya çapında önemli aktivitelere, organizasyonlara ev sahipliği yapmak da bu küresel kent olmanın yeni boyutu oldu.2
Bir Küresel Kent Olarak Wuhan
2008’den beri ne yapacağımızı kara kara düşündüğümüz kriz gerçeği işte bu megakent ya da dünya kentleri söylemini de yeniden gözden geçirmek zorunda olduğumuzu ortaya koyuyor. Hele ki, kısa sürede bütün megakentleri birer toplama kampına çeviren Covid-19 pandemisi -hem pandeminin bu kadar kısa sürede yaşamı ve ekonomiyi esir almasının nedeni olarak hem de kısa bir süreliğine de olsa yavaşlayan bu küresel kentlerin ve bu kentler arasındaki hareketliliğin doğada yarattığı yenilenmeler bakımından- bu sorgulamayı derinleştiriyor. Çünkü pandeminin ortaya çıktığı Wuhan da bir küresel kent.
Wuhan eyaleti tam da Summers’in anlayışıyla üretim merkezi olmuş bir kenttir. Çin’in Şikago’su olarak anılıyor; 11 milyon nüfusu olan 9. büyük şehri. Ama 2000’e kadar bir tarım bölgesiydi. Bugün Orta Çin’in siyasi, ekonomik, finansal, ticari, kültürel ve eğitim merkezi olarak kabul ediliyor. Wuhan, üç ulusal kalkınma bölgesi, dört bilimsel ve teknolojik geliştirme parkı, 350’den fazla araştırma enstitüsü, 1656 yüksek teknoloji işletmesi, çok sayıda işletme inkübatörü ve 230 Fortune Global 500 firmasının yatırımlarının olduğu, başlıca sektörleri arasında optik-elektronik, otomobil imalatı, demir-çelik imalatı, yeni ilaç sektörü, biyoloji mühendisliği, yeni malzeme endüstrisi olan bir “serbest ticaret merkezi”. Wuhan, 2017 yılında tasarım alanında UNESCO tarafından Yaratıcı Şehir olarak ilan edildi.3
Şimdi madem içinden nasıl çıkacağımızı tam olarak kimsenin bilmediği bir felaketle karşı karşıyayız… Fransız filozof ve sosyolog Bruno Latour’un dediği gibi, “kıyamet” teması iki şeye imkân veriyor: “Birincisi, durumumuza ilişkin hükmün çoktan verildiğini anlamaya, yani başka bir dünyanın, başka bir ilerlemenin olmadığını anlamaya yarıyor. Ama ayrıca olumlu bir tarihi yeniden başlatmaya, yapılacak çok sayıda manevra ve inovasyon olduğunu idrak etmeye yarıyor. Kısacası şunu söyleyebiliyoruz: Hayır, yeryüzü yok olmayacak, insanlar da. İşe koyulalım! Kıyamet, boş umutlardan kurtulabileceğimiz heyecan verici, olumlu bir tema. İçinde yaşadığımız dönemi bu kadar ilginç ve bu kadar sansasyonel yapan da bu!”4
O zaman rotamızı bulmak için bu cangılı yaratan megakentleri yeniden yeniden masaya yatırmamız gerekiyor. Elbette kent-öncesi döneme dönemeyiz ama post-kente geçmenin yollarını aramalıyız. Küresel olarak yeniden yerelleşmeyi, küresel tedarik ağlarının kırılmasını, kendine yeten kentlerin ekolojik ilkeler temelinde yeniden dağılarak örgütlenen bir kentleşmeyi düşünmek zorundayız. Ve en önemlisi yeniden, geldiğimiz toprağa yakınlaşmayı, megakentlerin reklamlarda yeniden ürettiği doğadan gerçek doğa-kentlere geçişi düşlemeliyiz.
Kaynaklar
1 Mike Davis, Living on the Ice Shelf: Humanity’s Meltdown, https://www. commondreams.org/views/2008/06/26/living-ice-shelf-humanitys-meltdown
2 Binnur ÖKTEM, Neoliberal Küreselleşmenin Kentlerde İnşası, Planlama Dergisi, Sayı: 2006/2
3 Cemil Aksu-Onur Yılmaz, “ Pandemi: Post- Neoliberalizm ve İklim Krizi”, Demokratik Modernite, sayı 32
4