CHP Bursa Milletvekili Prof. Dr. Kayıhan Pala, GSYH’den sağlık alanına aktarılan payın %4’ler civarında olduğunu söylerken, “Bu, OECD ülkelerinin ortalamasında %9 civarında. Biz ilk aşamada bunun hemen %6’ya çıkarılması gerektiğini, birkaç yıl içerisinde de %8’in hedeflenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü sağlığa kaynak aktarmazsanız, sağlıkta istenilen sonucun elde edilmesi mümkün değil” diyor.
Bulut BAGATIR
Dünyanın bir salgın çağına girdiği konusunda neredeyse bir fikir birliği oluştu. Burada tabii insan faaliyetleriyle beraber ekolojik bozulmanın ve daha çok insan-hayvan temasının bir etkisi de var. Peki, Türkiye sağlık sistemi pandemi çağına hazır mı?
Değil. Birincisi sağlıkta dönüşüm programı karşı karşıya kalabileceği tehditler konusunda bir çaba içerisinde değil. Örneğin, influenza diye bilinen grip hastalığıyla ilgili Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2000’li yılların ortalarından itibaren, özellikle 1918’deki İspanyol gribinden de yola çıkarak ve bunun yaratacağı salgın tehdidi karşısında ülkeler ne yapsın sorusuna yanıt verecek eylem planları hazırlanmasına önayak oldu. Türkiye de 2019’un Kasım ayında bu planını güncelledi ve eğer Covid-19 değil de böylesine bir grip hastalığı karşımıza çıkacak olsa buna yanıt verecek bir eylem planı elinde vardı. Fakat öylesine dar bir bakış açısıyla olaya yaklaşmışlardı ki o hastalık dışında herhangi bir hastalık gelirse ne yapacağız sorusu askıda kalmıştı. Bir bulaşıcı hastalık epidemi haline gelirse ona nasıl yanıt verileceğine ilişkin uluslararası düzeyde kabul görmüş eylem planları var. Türkiye kendi eylem planını Covid-19’a uyarlayarak salgına cevap vermeyi ne yazık ki beceremedi. Birçok yayında ortaya koyduğumuz üzere, Türkiye uluslararası düzeyde salgına iyi yanıt veremeyen ülkeler arasında yer aldı. Bazı göstergelerde de oldukça geride kaldı.
Benzer bir durum, M-Çiçeği hastalığıyla karşımızda. Bu hastalık 1950’li yılların sonundan itibaren biliniyor. Afrika’da çok ciddi şekilde salgın yapmasına ve yine üniversitelerin açılmasıyla birlikte o bölgeden çok fazla sayıda öğrencinin ülkemize gelme ihtimaline rağmen şu ana kadar ciddi adımların atılmadığını görüyoruz. Önümüzdeki günlerde bu hastalığa dair bir tanı konduğunda ne yapılacağı sorusunun cevabı yanıtsız. Batı Nil Virüsü de bir başka örnek. Çok bilinmiyor ama son bir ay içerisinde birkaç kişinin hayatını kaybetmesine neden olan bir hastalık. 2010’dan beri Türkiye’de görülüyor. Adından da anlaşılacağı gibi Afrika’da, Nil bölgesinin bir hastalığı. Yıllar önce New York’ta da bir salgın yapmıştı.Türkiye bu tip sorunlara karşı anında yanıt verecek bir potansiyeli sağlık sistemine koyamadı. Koyabilmesi için riski azaltması, iyi bir hazırlık yapması ve zamanında yanıt verebilmesi gerekirdi. Sağlıkta dönüşüm programı bu tip hastalıklara yanıt vermek için, birinci basamağın zayıflatılmış olması nedeniyle, yetersiz.
Pandemide de gördük; örneğin sahaya çıkıp hastalığın kimde ve kimlere bulaştırma riski olduğunu ortaya koyabilecek ekiplerin oluşturulması bile çok uzun zaman aldı. Sağlık çalışanı olmayan, farklı mesleklerden insanlar o ekiplerde yer aldı. Bu da hastalığın yaygınlaşmasının önüne geçilmesine engel oldu. O dönemde dünyada 1 kişi ortalama olarak 6,5 kişiyi hastalandırırken, Türkiye’de bu rakamlar 10’a kadar çıktı. Hem Covid-19 pandemisinde hem de halihazırdaki tehditlerde gördük ki salgınlara karşı bir hazırlığımız maalesef yok. Böyle bir hazırlıktan kastımız, örneğin bölgesel laboratuvarların anında devreye girebilmesidir. Bakanlık M-Çiçeğine karşı bir rehber yayımladı. Orada bir tek Ankara’daki laboratuvarı tanımlıyor. Oysa Afrika’dan gelecek öğrencilerin yurt çapında pek çok ilde bulunacağını biliyoruz. Covid-19 halen bir tehdit olmasına rağmen buna bile yanıt verebilecek potansiyelin olmadığını gözlemleyebiliyoruz.
Türkiye’de son yıllarda birçok alanda özelleştirmenin yayıldığını görüyoruz. Sağlık sistemi de bundan nasibini alıyor. Şehir hastaneleri de bunun bir örneği. Böyle bir yöntem salgınlara cevap vermede etkili olabilir mi?
Şehir hastanelerinin salgınlara yanıt vermede etkili olabilecek tek özelliği yoğun bakım üniteleri olabilir. Bunu pandemide gördük. Yoğun bakım ünitelerine duyulan ihtiyaçta bir katkıları oldu. Ancak şehir hastaneleri açılırken kapatılan hastaneler kapatılmamış olsaydı, çok daha güçlü yanıtlar verecektik. Örneğin, Ankara’daki şehir hastanesi açılırken altı hastane kapatıldı. Şehir hastanesi de pandemi hastanesi olarak ilan edildi. Dolayısıyla salgın dışında bir hastalığı olanlar, Covid kaparım endişesiyle hastaneye gitmekten çekindiler. Bu da Türkiye’de, bizim en başta uyardığımız gibi, kronik hastalıklar ve kalp hastalıkları gibi sorunların daha büyük bir yük oluşturmasına yol açtı. Altı hastane kapatılmamış olsa, yarısı pandemi hastanesi olarak tanımlanırken, geriye kalan üçü rutin hizmetler vermeye devam edebilseydi, o zaman pandemiye karşı verilebilecek yanıt daha güçlü olabilecekti.
Şehir hastanelerinin birçok problemi var. En büyük problemi korkunç bir kaynağın aktarılıyor olması. O ekonomik kaynak oraya aktarıldığı için, Sağlık Bakanlığı mevcut birinci basamak sağlık kuruluşlarını bile doğru düzgün işler hale getiremiyor. Devlet hastanelerinin onarımını yapmakta ciddi şekilde zorlanıyor. Bakanlık dışında, Cumhurbaşkanlığı hükümeti diğer kamu hastaneleri olan üniversite hastanelerini de neredeyse öksüz bırakmış durumda. Şehir hastanelerinin pandemi ya da bu tip olaylarda güçlü bir yanıt verme imkanı pek yok. Çok yüksek yatak sayısıyla herkesi aynı kurumda topladığınız için, bulaşıcı hastalığın çıkma durumunda bulaşıcı hastalık dışındaki hastalıklara oralardan müdahale etme şansınız da azalacak.
Türkiye’nin nüfusunun yaşlandığını görüyoruz. Bu da haliyle sağlık sisteminin daha dayanıklı ve güçlü olmasını gerektiriyor. Ancak kamu yatırımlarının daha çok askeriye gibi alanlara ayrıldığına şahit oluyoruz. Bütçenin yaşlı bakım ihtiyaçlarını karşılamak için sağlık sektörünün ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak dağıtıldığını düşünüyor musunuz?
Kesinlikle hayır. Bütçe görüşmelerinde de bunu sıklıkla dile getirmiştik. Sağlık sisteminin finansmanında iki makro sorun var: Birincisi sağlığa genel olarak aktarılan pay düşük. GSYH’den sağlık alanına aktarılan paya baktığınızda %4’ler civarında. Bu, OECD ülkelerinin ortalamasında %9 civarında. Biz ilk aşamada bunun hemen %6’ya çıkarılması gerektiğini, birkaç yıl içerisinde de %8’in hedeflenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü sağlığa kaynak aktarmazsanız, sağlıkta istenilen sonucun elde edilmesi mümkün değil. Hem emekçilerin emeklerinin karşılığını alması hem sağlık kuruluşlarının donanımlarının sağlanabilmesi hem de yüksek teknoloji ürünlerin ihtiyaca dayalı olarak kullanılabilmesinin sağlanması açısından bütçenin artırılması gerek.
İkinci makro sorun ise genel bütçeden Sağlık Bakanlığı’na aktarılan payın çok düşük olması; %6 civarında. Bunun ivedi olarak %10’un üzerine çıkarılması lazım. DSÖ de ülkelere kamu bütçesinden aktarılan payın en az %10 olmasını tavsiye ediyor. Bir yandan kamu bütçesinden ayırdığınız pay düşük bir yandan da genel olarak aktarılan pay düşük. Öte yandan Sağlık Bakanlığı’na aktarılan %6’lık payın %11’ini de 14 şehir hastanesi alıyor. Bu koşullarda sağlık çalışanları özveriyle hizmet sunmaya çalışıyorlar. Bir yandan da ekonomik güçlükler, değersizleştirme ve ne yazık ki sağlıkta şiddet ile mücadele ediyorlar.
Bu yazı, ekoIQ’nun 114. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.