Geçtiğimiz Ağustos ayında Buğday Derneği gönüllüsü olarak Kaz Dağları’ndaki Çamtepe Ekolojik Yaşam Kültürü Merkezi’ne gittim. Bu tarihten sonra şehre ve kırsala olan bakış açım değişti. Kendimi tamamen şehre kapattığımın üzülerek farkına vardım. Buğday’da tanıştığım yeni arkadaşların da cesaretlendirmesiyle Türkiye’deki ekolojik çiftlikleri dolaşmaya karar verdim. Amacım, sürdürülebilir yaşam üzerine bilgi toplamak, bu konuda araştırmalar yapan çiftliklerde çalışıp deneyimlerimi paylaşmak…
Dün okumaya başladığım kitapta “Eğer yeterli zamanınız varsa, her yer yürüme mesafesindedir” diyordu. Benim yolculuğum ise çok öncesinden başladı. Geçtiğimiz Ocak ayında ekolojik çiftlik ve sosyal çalışma kamplarında gönüllü olmak üzere iki buçuk aylık bir seyahate çıktım. Bu süreçte üç şehir ve yedi farklı merkezde bulundum. Benim gibi şehirden uzaklaşmak isteyenler -süresi mühim değilve “Doğaya gidelim ama nasıl?” diye merak edenler için ilham verici olur diye yazmaya karar verdim. Gönüllü olduğum merkezlerden ilki, Burdur’daki Lisinia Doğal Hayatı Koruma Rehabilitasyon Merkezi. Lisinia’yı ilk önce bir arkadaşımdan duymuş, orada sosyal projelerin yapıldığını öğrenmiştim. Araştırmaya başlayınca da gönüllüye ihtiyaçları olduğunu gördüm. Lisinia, Burdurlu olan veteriner hekim Öztürk Sarıca tarafından 2005 yılında kurulmuş. Burada avcılar tarafından vurulan ya da birbirlerini yaralayan hayvanlar tedavi ediliyor ve pek çoğu doğaya kazandırılıyor. Ancak ismi sizi yanıltmasın, burası sadece bir rehabilitasyon merkezi değil, aynı zamanda pek çok projenin yapıldığı bir yer. “Yaşamak İçin Burdur Gölü’nü Yaşat”, “Kansersiz Gelecek Elimizde”, “Göller Yöresi Kültürünü ve Gölün Ömrünü Gülle Uzatma”, “Yenilenebilir Enerji Yöntemleri” bu projelerden birkaçı. Önümüzdeki 25 yıl içinde Burdur Gölü’nün sularının büyük ölçüde azalma tehlikesi var. Küresel ısınma, su tüketiminin artması, mısır, yonca gibi su tüketen bitkilerin üretimindeki artış bu duruma yol açan en büyük etkenler. Ben oradayken gül dikim çalışmalarına yardım ettim. Açıkçası bir traktöre atlayıp Burdur’un soğuğunu içime çeke çeke göl manzaralı bir ortamda çalışmak keyifliydi. Büyük tarlalar önce traktörle sürülüyor ve daha sonra dikim yapılıyor. Toprağı çok özlediğimi ve toprağa dokunmanın bana çok iyi geldiğini fark ettim. Gönüllü olduğum süre içinde kıl çadırda kaldık ama çok fazla üşümedik, çünkü içerde sobamız vardı; soba yakma becerilerim gelişti. Şimdi bahar geldi ve çok merak ediyorum bizim güllerin durumunu. Gitsem ve görsem büyüdüklerini, “O fideleri ben dikmiştim, ne güzel büyümüşler, gördünüz mü yaşam dönüşümdür” desem… Evet böyle bir hayalim var, sizinle de paylaşmış oldum.
“Doğal Arıcılığı Öğrenmek Bisiklet Sürmeye Benzer”
İkinci durağım ise Bodrum’da Belediye Binası’nda yapılan “Doğal Arıcılığa Giriş Semineri”. Bu seminere katılmak rotam üzerinde değildi, bir arkadaşımın duyurusu üzerine gitmeye karar verdim. Eğitimci Debra Roberts, Amerika’daki bir arıcılık enstitüsünde tasarımcı ve koordinatör. Gerek Amerika’da gerekse başka ülkelerde doğal arıcılığın gelişmesi için eğitimler düzenliyor. Eğitimde beni etkileyen ilk şey, Debra’nın arılardan bahsederken sanki insanları anlatıyor olmasıydı. Kovanın içinde hiyerarşik bir yapı var ve küçük bir devlet sanki…J Biliyor musunuz, her kovanda bir kraliçe, birkaç yüz erkek ve binlerce işçi arı var. İşçi arılar, ilk üç hafta kovanın içinde yaşıyor, kendilerini hazırlıyor, vakti gelince de uçuyorlar. Kraliçenin üç-dört yıllık ömrü olduğunu duyunca üzülmüştüm ama kendilerinin zalim olduğunu öğrendim. Çünkü ilk doğan kraliçe, henüz doğmayanları iğne ile sokarak öldürüyor! Ayrıca her kraliçenin kendine has kokusu var, hasta olduklarında kokuları değişiyor ve diğer arılar böylece yeni bir kraliçe seçmenin vakti geldiğini anlıyorlar.
Bu seminerde ayrıca uzun süredir arıcılık yapan kişilerle tanışma, sohbet etme ve onların deneyimlerinden faydalanma şansımız da oldu. Beraber körük yaktık; bize peteklerde dikkat edilmesi gereken noktaları anlattılar ve hastalıklara karşı nasıl önlemler alınabileceğinden konuştuk.
İkinci gün daha çok soru-cevap şeklinde geçti; günümüzde arıcılığa ticari yaklaşımlardan dolayı arıcılıkta ilaç kullanımının artması ve bu sorunun nasıl çözülebileceği, bir arıcının sahip olması gereken prensipler, arıcılık kıyafetleri üzerine tartıştık. İki günlük bir seminerde bu bilgi bombardımanını nasıl aklımda tutabileceğimi düşünüyordum ki, Debra’nın cevabı geldi: “Endişelenmeyin, doğal arıcılığı öğrenmek bisiklet sürmeye benzer, zaman içinde bilgiler bir araya gelir ve bir bütün oluşturur, zamanla arılar en iyi öğretmeniniz olur.”
“İnek Kesinlikle Kutsaldır”
Ve Bodrum Mumcular köyündeki Varvil Çiftliği… Levent Erseven’in kurduğu çiftlikte güzel inek kızlar, tavuklar, ayrı yazılması gereken sürüden ayrı dolaşan iki anarşist tavuk -ki ara sıra kâseden süt içme gibi özellikleri var- yavru bekledikleri için çoğunlukla hırçın kazlar, üşengeç köpek Doktor, asil duruşuyla dikkat çeken aynı zamanda iyi bir avcı olan kedi kızımız Beyaz, Beyaz’ın kardeşi yakışıklı İbo, annesinin sütünü götürdüğüm zamanlarda karnı doyduktan sonra benimle oynayan Efe var. Levent Abi, yıllar önce İstanbul’dan göç etmiş, Bodrum’un köylerinden birinde hayvancılık yapmaya karar vermiş. Yıllardır kendi ineklerinden süt üretiyor ve peynir yapıyorlar. Doğal sütün sırrı, hayvanların yeminden geçtiği için buna çok dikkat ediliyor ve Varvil Çiftliği’nde doğal yemler kullanılıyor. Orada bulunduğum süre içinde mandırada peynir yapımını görme şansım oldu. Peynir için gerekli malzemeler; inek sütü, sodyum klorür, biraz yoğurt ve maya… Bu kadar doğal ve basit. Basit dediğime bakmayın, peynir yapımı birkaç günü alıyor. Basitlikten kastettiğim, içine başka bir malzeme koymadan çok lezzetli peynirlerin ortaya çıkması. Biz şehir insanları bazı şeyleri gözümüzde büyütüyor olabilir miyiz? Bir inek çiftliğinde olunca, tabii ki bol bol inekleri gözlemledim ve dedim ki, “Evet kesinlikle inek kutsaldır.”
İnekler oldukça şefkatli hayvanlar, sabah akşam sağılıyor ve sütlerini paylaşıyorlar. Bu sağımın düzenli bir şekilde sabah akşam yapılması gerekiyormuş. İneklerin huyları da insanların huyları gibi değişiklik gösteriyor, bir anneanne var mesela (Levent Abi’ler kızını ve torununu gördükleri için ona anneanne diyorlar) çok serinkanlı ve dengeli. Panik yaptığım zamanlarda anneanneyi örnek almalıyım diyorum kendime. Ayrıca Varvil Çiftliği’nde sebze de yetişiyor; karnabahar, soğan, sarımsak, ıspanak ve daha pek çoğu… Benim orada olduğum zamanda domates fidelerini indirdik ve bundan çok büyük keyif aldım, o köklerde gerçekten hayatın kendisini gördüm. Buradan, başta inek kızların dünyası ile tanışmamı sağlayan Levent Abi’ye, peynir yapmayı gösteren Vehbi Abi’ye, domates fidelerini ekerken yardım eden Çağatay’a, ileride eko köylerin gelişeceğine dair bana umut aşılayan Mehmet Abi’ye çok teşekkür ediyorum. Gezgin Işıl’ın gördüğü başka diyarlar da var elbet ve yol devam ediyor. Bugünlerde İstanbul’da olsam da, yazıyı şimdilik burada bırakıyorum. Görülecek ne çok yer var, dilerim ki zihinlerimiz bizi gönlümüzden geçen yollara götürsün…
Işıl KAYAGÜL / isilkayagul@hotmail.com