#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
dirençli

Şehirler Afetlere Karşı Nasıl Daha Dirençli Hale Getirilebilir? 

İşbirliği, katılım, şeffaflık, hukukun üstünlüğü ve hesap verebilirlik gibi iyi yönetişim ilkelerinin hayata geçmediği hiçbir şehirde afetlere tam olarak hazırlık yapmak ve şehri afetlere karşı dirençli hale getirmek mümkün değildir.

Yazı: Dr. Öğr. Üyesi İhsan İkizer, Nişantaşı Üniversitesi, Sosyal Hizmet (İng.) Bölümü, [email protected]

Türkiye deprem gerçeği ile bir kez daha karşı karşıya. Dünyada yaşanan doğal afetlerin yaklaşık olarak %10’unu oluşturmasına karşın en fazla can kaybına yol açan doğal afet depremler. 1960’lardan sonra iklim değişikliğine bağlı olarak sel ve kasırga gibi doğal afetlerin sayısının bir hayli artmasına rağmen doğal afetlerden hayatlarını kaybedenlerin sayısı alınan tedbirlerle azaldı. 1900-1960 yılları arasında doğal afetlerden hayatını kaybedenlerin sayısı yaklaşık olarak 16 milyonken 1960-2020 yılları arasında bu sayı, dünya nüfusundaki artışa rağmen 4 milyon civarında. Artan afet sayısı ve dünya nüfusuna karşın azalan can kaybı yerleşim alanlarının dirençliliğinin artmasıyla açıklanabilir. Diğer afetlerde olduğu gibi depremde de en fazla can ve mal kaybının yaşandığı yerler şehirler. Peki, şehirler doğal afetlere karşı nasıl daha dirençli hale getirilebilir?

İlk Altın İlke: İşbirliği

Öncelikle dirençlilik kavramıyla başlayalım. Türkçeye “kentsel dirençlilik” olarak çevrilen “urban resilience” kavramı aslında sosyal bilimlere mühendislik alanından geçmiştir. Kentsel dirençlilik, bir şehrin, çeşitli çevresel, sosyal, ekonomik zorluklar ve afetler karşısında hazırlıklı olma, değişime uyum sağlama ve işlevlerini sürdürebilme kapasitesi olarak tanımlanır. Şehri dirençli hale getirmenin ilk adımı şehri tehdit eden risklerin tespit edilmesidir. Peki, bu tespiti kim yapacak? Tek başına bilim insanları riskler üzerine çalışıp bir rapor halinde kamu kurumlarına ve yerel yönetimlere sunsa yeterli olur mu?

Bir şehirde, yerel yönetimler, kamu kurumları, STK’lar, akademi ve iş dünyası arasında kurumsal nitelik kazanmış güçlü bir işbirliği yoksa tek bir paydaşın hazırladığı risk raporları yetersiz kalır. O risk raporunun dikkate alınması ve değer kazanması için diğer paydaşların da raporu sahiplenmeleri ve desteklemeleri gerekir. Elbette bunun için de yukarıda sıraladığımız, bir şehri oluşturan aktörlerin birbirine güvenmeleri, iletişim halinde olmaları ve belediye öncülüğünde zaman zaman bir araya gelerek bu konuları görüşmeleri gerekir. İşte karşımıza afetlere karşı dirençli olmak için gerekli olan ilk altın ilke çıkıyor: İşbirliği. Ancak işbirliğinin dostlar alışverişte görsün misali bir nitelikte olmayıp, daimi bir kurul çatısı olması önemli. Aksi takdirde belediye yönetimine bol alkış aldıran bir halkla ilişkiler çalışmasının ötesine geçilemez.

İkinci İlke: Katılım

Diyelim ki şehirde paydaşlar arasında güçlü bir işbirliği var ve bu paydaşlar şehrin karşı karşıya olduğu riskleri birlikte belirlediler. Ancak, bu risklerden o şehirde yaşayan halk haberdar değil. O zaman yine hazırlanan bilimsel raporlar pek bir işe yaramayabilir. Zira hangi doğal afet olursa olsun şehir halkının desteği ve eylemleri olmadan başarılı bir hazırlık süreci mümkün değil. Şayet bir şey gerçekten insanların hayatlarını ve mallarını tehdit eden bir risk olarak görülür ve kabul edilirse ancak o zaman harekete geçilebilir. O halde şehirlerimizi daha dirençli hale getirecek ikinci ilkemizin katılım olduğu söylenebilir. İsmi ister işbirliği isterse danışma kurulu olsun, bir şehri şehir yapan aktörlerin düzenli aralıklarla toplanıp, riskleri tespit edip, bunları her türlü iletişim kanallarını kullanarak halka aktarması, halkın da bunu benimsemesi afetlere karşı dirençli olmada en önemli ve en büyük aşamadır.

Uygulama Aşaması ve Şeffaflık

Şehirde yaşayan halk ve paydaşlar riskleri belirlediklerine göre bu risklere karşı ne tür önleyici ve koruyucu tedbirler alınacağı aşamasına geçilebilir. Yine işbirliği ve katılımla tedbirler belirlendikten sonra uygulama aşamasına geçilebilir. İşte burada karşımıza bir başka altın ilke çıkıyor: Şeffaflık. İşbirliğini ve katılımı sağladınız; ancak kararlaştırılan tedbirleri uygularken şeffaflığı sağlamadınız. Elinizde tuttuğunuz sır niteliği bulunmayan bilgileri ve verileri paydaşlarınızla paylaşmadınız. Aldığınız ya da almadığınız kararların, onayladığınız ya da onaylamadığınız başvuruların gerekçelerini açıklamadınız. Kısaca, kamu otoritesi olarak açıklıktan ve şeffaflıktan uzak bir şekilde icraatlarınızıyapmaya başladınız. Yine bu şehrin afetlere karşı dirençli olması mümkün görünmez. Zira şehirde yaşayan halk ve paydaşlar kamu otoritesinin yaptığı muhtemel hataların farkına varamayacak ve yönetimi ikaz edemeyecektir. Görüş, öneri ve ikaz ancak bilgilerin ve verilerin paylaşıldığı bir ortamda dile getirilir. Kendinden emin olan, herhangi bir usulsüzlük ya da yolsuzluk yapmayan kısaca alnı açık olan bir yönetim elindeki bilgi ve verileri kamuoyu ile paylaşmaktan çekinmez. O şehirde yaşayan halk ve paydaşlar da, risklere karşı kararlaştırılan tedbirlerin ne ölçüde uygulandığını, ne kadarının hayata geçirildiğini görüp denetim görevini yerine getirirler.

Hukukun Üstünlüğünün Önemi

İşbirliği, katılım ve şeffaflık ilkelerine göre tedbirler almak ve uygulamak afetlere karşı dirençli olmak için yeterli mi? Tam olarak değil. Şöyle düşünelim: Kamu otoritesinin ya da başka bir aktörün yaptığı iş ve işlemlerin yaşadığınız şehirdeki riskleri artırdığını gördünüz ve bu duruma karşı çıktınız. Ancak, muhalif duruşunuzun bir yararı olmadı ve son çare olarak yargıya başvurdunuz. Yargı erki bağımsız ve tarafsız olarak hukuka uygun kararlar vermezse diğer üç ilkenin uygulanmasının da bir anlamı kalmaz. O halde şehirleri dirençli kılan bir başka ilke de hukukun üstünlüğüdür. Ekmek kadar, su kadar önemli olan hukukun üstünlüğü ilkesi bir şehri dirençli hale getirmek için elzemdir. Bunun için de Anayasamızın 10. maddesinin hayata geçirilmesi yeterlidir: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”

Afetler Seçimleri Beklemez

Son olarak hesap verebilirliği de unutmamak gerekir. Hukukun üstünlüğünün olduğu bir şehirde zaten yasal olarak hesap sorma ve hesap verme olacaktır. Bunun haricinde halkın ve işbirliği platformunda bulunan paydaşların da yerel yönetimden yapılanlar ve yapılmayanlar hakkında hesap sorabilmesi; yönetimin de hesap verebilmesi gerekir. Beş yılda bir yapılan seçimler de bir tür hesap vermedir ancak afetler seçimleri beklemez. O halde, şehirdeki halk ve paydaşlar; afetleri de, seçimleri de beklemeden, zaten tespit edilmiş olan risklere karşı zaten kararlaştırılmış olan tedbirlerin eyleme dönüşmesini talep edebilmeli ve gerçekleşmeyen eylemlerin hesabını her an sorabilmelidir.

Bu uzun yazıyı kısa bir sonuç paragrafıyla bitireyim. “Üniversiteler, bilim insanları bu kadar rapor hazırladı da neden tedbir alınmadı?” sorusuna itirazım yok. Son derece yerinde ve gerekli bir soru. Ancak işbirliği, katılım, şeffaflık, hukukun üstünlüğü ve hesap verebilirlik gibi iyi yönetişim ilkelerinin hayata geçmediği hiçbir şehirde afetlere tam olarak hazırlık yapmak ve şehri afetlere karşı dirençli hale getirmek mümkün değildir. Şayet bundan sonra şehirlerimizi dirençli hale getirmek istiyorsak demokrasinin de özünü oluşturan bu ilkeleri şehirlerimizde egemen kılmak için gayret edelim.

Depremde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılara şifalar diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun.

EkoIQ Editör