#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
şehirleşme

Şehirleşme ve İklim: Hatalarımızdan Çıkarılacak Çok Ders Var

açık radyo açık kalmalı

Orta Doğu Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama bölümünden Prof. Dr. Osman Balaban; bir kentin sağlıklı, nitelikli, sürdürülebilir ve yaşanabilir olması için toplumun ortak yararının gözetilmesi gerektiğini ve bunun da kimseyi geride bırakmayan, en savunmasız olanın çıkarını ilk sıraya koyan bir şehircilik anlayışı ile mümkün olduğunu ifade ediyor. Depremlerle yerle bir olan kentlerimizi yeniden kurarken gereken tam da bu bakış açısı değil mi?

YAZI: Erhan ARCA

Depremlerin etkilediği büyük bölgede kentleri adeta yeniden kurgulamak ve ardından yeniden kurmak gerekiyor. Şehirler yeniden kurulurken iklim dostu kentsel gelişimin de önceliklendirilmesi sosyokültürel ve iklimsel olarak ne gibi faydalar sağlar?

Haklısınız, 6 Şubat 2023 Maraş Depremleri çok büyük bir bölgeyi etkiledi; ciddi düzeylerde yıkıma neden oldu ve bu da karşımıza, bazı kentlerin adeta yeniden kurulması anlamına gelecek türden bir yenileme ve yeniden inşa gereksinimini çıkardı. Depremden yoğun şekilde etkilenen 10 ilin sınırları içindeki irili ufaklı çok sayıda yerleşmede, yenileme ve yeniden inşa çalışmaları yapılmak durumunda.

Öncelikle karşı karşıya olduğumuz durumun çok da normal olmadığının altını çizmemiz gerekiyor. Afet yönetim süreci sadece afet sonrasından oluşmaz, afet öncesi ve sonrası bir bütündür. Afet öncesinde yapılacak “risk azaltım ve sakınım” çalışmaları, olası bir afet durumunda yaşanacak can ve mal kayıplarını en aza indirmeyi amaçlar. Bu da afet sonrasındaki iki temel aşama olan “acil müdahale” ile “yenileme ve toparlanma” aşamalarındaki yükü olabildiğince azaltır. Deprem kaynaklı yıkımlar ne kadar az olursa arama ve kurtarma, geçici barınma ve iskan, kentsel yenileme ve yeniden inşa çalışmaları da o kadar az olacaktır. Ne yazık ki biz bu konuda sınıfta kaldık. Afet öncesinde işi sıkı tutmadığımız için çok büyük boyutlu bir yıkım yaşadık ve şimdi de altından kalkılması pek de kolay olmayacak bir yenileme ve toparlanma gündemi ile karşı karşıyayız. Ancak karamsarlığa da gerek yok, depremden etkilenen bölgedeki kentleri eskisinden daha güçlü ve dayanıklı bir şekilde yenileyecek gücümüz var. Yeter ki hatalarımızdan gerekli dersleri çıkaralım ve önümüzdeki süreçte yeni hatalar yapmayalım. Bu ders-lerden biri, sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi bölgede kentler yeniden kurulurken iklim dostu kentsel gelişmenin önceliklendirilmesiyle ilgili. Bunu biraz açmayı isterim…

Türkiye, Paris İklim Anlaşması’nı 2021 yılı Ekim ayında kabul etti ve 2053 yılı için net sıfır hedefi koyduğunu ilan etti. Bu ne demektir? Bu; Türkiye’de merkezden yerele tüm politika yapıcı ve karar vericiler, hemen her türlü eylem ve kararlarında fosil yakıtlardan uzaklaşmaya, enerji verimliliği elde etmeye ve iklim değişikliği etkilerine karşı uyumu sağlamaya önem ve öncelik verecekler demektir. Aksi takdirde 2053 yılı için konulan net sıfır hedefinin pratikte hiçbir anlamı kalmaz. Sözünü ettiğim üç konu da kentlerle, yani kentlerin planlanması, üretilmesi ve yenilenmesi ile yakından ilişkili. Fosil yakıt kullanımını en aza indirmek, enerji verimliliğini en çoğa çıkarmak ve iklim değişikliğine karşı rezilyansa sahip olmak için yapılacak çalışmaları bir mücadeleye benzetirsek, bu mücadelenin öncelikli cephelerinden biri kentler. Bu tespitin nedenleri artık herkesin malumu; ağırlıklı olarak fosil yakıtlardan elde ettiğimiz enerjinin yaklaşık %80’ini kentlerde tüketiyoruz ve iklim değişikliği etkilerine karşı risklerimizin ve kırılganlıklarımızın merkezinde de kentler var. Ne yazık ki bir örneğini geçtiğimiz günlerde, deprem bölgesindeki bazı kentleri etkileyen taşkın olayında gördük. Depremin yaralarını sarmaya çalıştığımız bir dönemde, Adıyaman ve Şanlıurfa’da çok sayıda insanımız taşkın nedeniyle yaşamını yitirdi.

Dolayısıyla deprem bölgesindeki yenileme ve yeniden inşa amaçlı yapılacak çalışmaların öncelikli konularından biri de iklim değişikliği olmalı. Kentler yeniden kurulurken hem enerji ve kaynak verimliliği hem de iklimsel etkilere uyum mutlaka dikkate alınmalı. Bunun yalnızca deprem bölgesi ile sınırlı olmadığının, tüm kentlerimizin gelişim ve dönüşümleriyle de yakından ilişkili olduğunun altını çizmeyi isterim. “İklim değişikliğini de gözeten bir yenileme ve toparlanma sürecinin öncelikli konuları neler olmalı?” derseniz, onları da kısaca şu şekilde açıklamayı isterim: Depremden etkilenen kentlerin yenilenmesi sürecinde, bu kentlerin mevcut yerleşik alanlarına uzak bölgelerde, sırf zemin yapısı daha sağlam gerekçesiyle konut alanları oluşturulmasının yangına körükle gitmekten farkı yok. Birbirinden ve mevcut kentten kopuk çok sayıda konut bölgesi demek, öncelikle çok yaygın bir alana altyapı götürmek ve işletmek demektir. Bunun ciddi bir enerji maliyeti ve karbon ayakizi olacağı açık. Kentsel altyapı sistemleri ne kadar yaygın bir alanda kurulur ve işletilirse enerji açısından oluşturacağı yük de o kadar yüksek olacaktır. Dahası bu tür bir kentleşme modeli, kentsel ulaşım açısından da sorunludur. Birbirinden ve mevcut kentten kopuk çok sayıda konut alanını toplu taşıma ile birbirine ve kente bağlamak kolay olmaz. Olsa dahi özel araç kullanıcılarını cezbedecek düzeyde bir toplu taşıma konforu sağlanamaz. Bu da kentsel ulaşımda otomobile bağımlılığı ve enerji tüketimini artırır. Ayrıca bu bölgeler ağırlıklı olarak homojen konut bölgeleri olacaklarından, buralarda yaşayanlar gündelik yaşamda ihtiyaç duydukları pek çok hizmet için başka alanlara gitmek durumunda kalacaklar ki bu da motorize ulaşıma olan talebi ve bundan kaynaklanan enerji tüketimini artıracak.

Konut bölgelerinin ormanlar ve mera alanları başta olmak üzere doğal niteliği haiz ve korunması gereken alanlar işgal edilerek yapılması tehlikesinden henüz söz etmedim. 24 Şubat 2023 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde ormanlar ve mera alanlarının geçici veya kesin iskan amaçlı kullanımından söz ediliyor. Ormanların ve mera alanlarının da içinde yer aldığı doğal alanlar, iklim değişikliğine uyum açısından yaşamsal önemdedir. Biyoçeşitliliğin korunmasından içme suyu havzalarının beslenmesine, hava kalitesinin iyileşmesinden gıda üretimine, aşırı yağışlarda taşkın riskinin azaltılmasından sıcak dalgası döneminde kaçış ortamı olmasına varana kadar pek çok ekosistem hizmeti için bahsettiğim alanlara muhtacız. Bu ekosistem hizmetleri, iklim değişikliğine uyum kapasitemizin artması bakımından çok ama çok önemli. Hal böyle iken “Depremden etkilenen kentleri, kısmen ya da tümüyle zemini sağlam dağlık bölgelere taşıyalım” demek, yağmurdan kaçarken doluya tutulmayı istemekten farksız.

Yapılacak en akılcı tercih; depremden etkilenen kentleri, mevcut yerleşik alanları ve yakın çevresini yenilemek ve geliştirmektir. Bu tercihin ilk adımı ise tüm kentlerde kapsamlı tehlike ve risk analizleri yapmak olmalı. Yalnızca deprem tehlikesini değil; taşkın, heyelan, aşırı hava olayları, teknolojik tehlikeler gibi ilgili tüm doğa ve insan kaynaklı tehlikeleri ve bunlara ilişkin riskleri esas alması gereken analiz çalışmaları sonucunda, yerleşime uygunluk durumu ve yerleşime uygun alanlarda eskisinden daha güçlü yapılaşma için alınması gereken önlemler belirlenmeli. Önlemler arasında yapıların tipleri ve kat yükseklikleri ile temel tasarımları gibi depremle ilgili olanların yanı sıra heyelan ve taşkın riski bulunan bölgelerde yapı yasaklı alanlar ya da yapılarda zemin kat tasarımı ve kullanımı gibi önlemler de yer almalı.

Yenileme ve yeniden inşa sürecinde, enerji ve kaynak verimliliği de önemli bir başka hedef olmalı. Yapıların konumları, güneşlenme durumları, aralarındaki mesafeler ve yalıtım özellikleri, yenilenebilir enerji ve su geri kazanım donanımlarına sahip olmaları bu önemli hedefe ilişkin operasyonel adımlar. Ayrıca yenilenecek yapıların ve yapı gruplarının, bölgesel ısıtma ve soğutma sistemlerine bağlanmaları, Binalarda Enerji Performansı Yönetmeliği’ndeki yüksek standartlara göre inşa edilmeleri de hedeflenmeli. Arazi kullanım ve yapılaşmaya ilişkin kararlarda açık-yapılı alan dengesinin iyi kurulması, afet risk yönetimi için eş faydalar sağlayan yeşil alanların hem sayı ve büyüklük olarak uygun düzeylerde hem de farklı ölçeklerde bir araya gelen bir sistem olarak kurgulanmasını sağlayacaktır. Böylelikle yağmur suyunu toprakla buluşturacak, aşırı sıcak dönemlerde doğal serinlik sağlayacak, afet ve benzeri olası acil durumlarda toplanma ve geçici barınma alanı olarak kullanılacak, dinlenme ve rekreasyon ortamları olacak farklı tür ve ölçeklerde yeşil alanlar, kentsel sistemin önemli bir parçası olacaktır. Ayrıca bu yeşil alanların bazılarının altında, kiminde acil durumlarda içme suyu temini sağlayacak kiminde yağmur suyu ve gri su hasadı ile kullanma suyu temin edecek büyük rezervuarlar da düşünülmeli. İmar mevzuatımız, imar planlarında kişi başı 10 metrekare yeşil alan sağlanmasını şart koşuyor ancak bu sadece nicel bir hedef ve yetersiz. Niteliği de nicelik kadar gözetecek bir yaklaşımın mevzuata eklenmesi gerektiğini de bu vesileyle belirtmiş olayım.

Deprem bölgesindeki kentlerin yenilenmesi sürecinin önemli bir diğer bileşeni ise toplu taşıma ve motorize olmayan ulaşım imkanlarının en geniş, yaygın ve sistematik bir şekilde kurulmasıdır. Kentlerimiz; plansız ve hızlı kentleşme dönemlerinde önce üstyapısı sonra altyapısı oluşturulacak şekilde geliştiklerinden, ne yaygın bir toplu taşıma ağına ne de yaya ve bisiklet dolaşımını da sağlayacak kadar geniş yol altyapısına sahip. Kentlerin yerleşik alanlarında ulaşım altyapısını sonradan kurmak, uygulama zorlukları ve kamulaştırma maliyetleri nedenleriyle pek kolay olmuyor. Oysa yeniden inşa ve yenileme sürecinde, doğru bir planlama yapılması halinde, önce doğru ulaşım ve yol altyapısını, ardından da bu altyapının kaldırabileceği üstyapıyı geliştirme şansımız var. Bu fırsat penceresinin kaybedilmemesini umuyorum. Burada son olarak belirtmeyi istediğim bir husus da şu: Depremden etkilenen kentler, mevcut yerleşik alanlarında yenilenmelerine rağmen yeni alanlarda da kentsel gelişme ihtiyacı olacak. Bu durumda yer seçiminin tek ölçütü zemin niteliği olmamalı. Yeni gelişme bölgelerinin mevcut yerleşik alan ile kolay entegre olabilecek yerlerde seçilmesi gerekir. Böylelikle bu alanları toplu taşıma ile kente entegre etmek ve altyapı sunumu ve işletiminden kaynaklanan enerji yüklerini makul seviyelerde tutma şansımız olabilir. 

Özellikle 2000’li yıllardan itibaren Türkiye’de inşaat sektörünün ekonomik büyüme için bir motor olarak görülmeye başlanmasıyla kentleşme daha da hızlandı. Bu durumun şehir planlaması ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri düşünüldüğünde deprem bölgesine yapılacak olan yatırımların doğru değerlendirilmesi için ne gibi adımların atılması gerekiyor?

Son depremler de gösterdi ki ülkemiz kentleri doğal tehlikeler karşısında çok kırılgan. Bırakın yüksek şiddet ve yoğunluktaki olayları, tahminler çerçevesinde yaşanacak olaylar dahi büyük hasara ve çok sayıda can kaybına yol açabiliyor. Bu durum bir yönüyle, sizin de söz ettiğiniz inşaat ekonomisinin bir sonucu bence. 2001 krizinin ardından Türkiye ekonomisi, büyüme ve istihdam dinamikleri açısından inşaat yatırımlarına bağlı hale getirildi. Bu durumu etraflıca ele alan çok sayıda çalışma var, burada o detaylara girmeye gerek görmüyorum. Ancak şunu söylemek gerekiyor; ülkemizin son 20 yılına damgasını vuran inşaat ekonomisi, bireylerin ve kurumların kente, kentleşmeye ve planlamaya olan bakışını bozdu; bir anlamda dejenere etti.

Kent, farklı toplum kesimlerinin ortak yaşam alanıdır. Bir kentin sağlıklı, nitelikli, sürdürülebilir ve yaşanabilir olması, o kenti oluşturan tüm yapısal unsurların tasarımında ve kentin genel mekânsal organizasyonunun kurgulanmasında toplumun ortak yararının esas alınmasını gerektirir. Bu da hiç kimseyi ya da hiçbir kesimi geride bırakmayan, en savunmasız ve yoksun olanın çıkarını ilk sıraya koyan bir şehircilik anlayışı ile mümkün olabilir. Kente bu şekilde bakmak, kenti oluşturan yapısal unsurların kullanım değerini önceleyerek bakmak anlamına gelir. Oysa biz son 20 yılda kente ve şehirciliğe biraz farklı bir yerden bakmaya alıştık. Kenti ortak yaşam alanı olarak değil, üzerinden para kazanılan, birikim yapılan bir meta olarak görmeye başladık. Sermaye tarafından alternatif bir yatırım ortamı, yani reel yatırım ortamına kıyasla daha kolay bir şekilde yüksek kârlara ulaşılabilen bir proje ortamı olarak görülen kent, arsa sahipleri ile hali vakti yerinde olan kesimler açısından da kolay yoldan birikim elde etmenin ya da mevcut birikimleri büyütmenin aracı olarak görülmeye başlandı. Kente bu şekilde bakmak, kentin temel unsurlarının kullanım değerini değil, değişim değerini yani piyasadaki karşılığını önceleyerek bakmak anlamına gelir. Biz son yıllarda, daha açık bir deyişle inşaat ekonomisinin cazibesine kapıldığımız dönemde değişim değerini kullanım değerinin önüne koymak konusunda ipin ucunu biraz kaçırdık ne yazık ki.

İnşaat ekonomisi yalnızca kente bakışımızı olumsuz etkilemedi; kent planlama sistemimize de ciddi zararlar verdi, ülkemizdeki planlama kurumunu ciddi biçimde zaafa uğrattı. Değişim değeri merkezli kentleşme girişimleri, planlamayı yatırımların önünde bir engel gibi gördüğünden 2000’lerin ortalarından itibaren bir dizi esnekleştirme ve kuralsızlaştırma düzenlemesi ile planlamayı etkisizleştirdik. Parça parça plan değişiklikleri ile kentlerin planlarını yamalı bohçaya çevirdik, ayrıcalıklı kent parçaları ve parselleri yarattık. Özelleştirme İdaresi’nin son 20 yılda yaptığı plan değişikliklerine bakarsanız ne dediğimi anlarsınız. Planlarda; eğitim, sağlık, sosyokültürel tesisler yapılması için ilgili kamu kurumlarına tahsis edilmiş alanlar, özelleştirme kapsamına alındı. Özelleştirme İdaresi bu alanları kamusal hizmet alanları olmaktan çıkaran, ayrıcalıklı imar hakları ile donatılmış rant bölgelerine çeviren plan değişikliklerine imza attı. Buna benzer uygulamaların TOKİ eliyle de yapıldığını gördük. Bu uygulamalar sayıca o kadar arttı ve tüm ülke kentlerine öyle bir yayıldı ki, meslek odaları ve sivil toplum örgütleri dava açmaya yetişemez hale geldi. Yine son 20 yıllık dönemde, önemli kentleşme ve planlama araçlarını amacı dışında kullanarak anlamsızlaştırdık. Bunların başında kentsel dönüşüm geliyor. Biz kentsel dönüşümü, kentlerin mevcut yerleşik alanları içerisinde sosyal, ekonomik ve fiziksel sorunları olan bölgeleri, kamu ve toplum yararı doğrultusunda iyileştirmenin ve kentin genel yaşam kalitesini artırmanın aracı olarak görmedik. Ne yaptık? Kent içinde yüksek rant vadeden bölgeleri, çoğu durumda o bölgelerde yaşayan insanları yerinden ederek, kâr ve rant odaklı olarak dönüştürmenin aracı olarak kullandık.

Bu süreçte, o kadar çirkin ve yanlış kentsel dönüşüm uygulamaları ile karşılaştık ki kentsel dönüşümü neredeyse kategorik olarak reddedecek duruma geldik. Bence Bursa Doğanbey örneği, bu durumun şahikasıdır. Kentsel dönüşümü bir rant dönüşümü olarak uyguladığımız için kentlerimizde risk havuzu olan asıl sorunlu bölgelerin durumunu iyileştiremedik ama çok da öncelikli olmayan bölgelerde cazip ve lüks kentsel çevreler yarattık. Örneğin Ankara’da, dönüşümde öncelikli olması gereken alanların başında gelen Demetevler olduğu gibi du-rurken ülkemizin önemli mimarlarından Sayın Behruz

Çinici tarafından tasarlanan ve bence Ankara’nın önemli kimlik alanlarından biri olan TBMM Lojmanları’nı yıkarak o bölgeyi Ankara’nın en lüks AVM’si ile lüks konutlardan oluşan bir bölgeye dönüştürdük. Son olarak vurgulamak istediğim bir diğer şey de şu; geride bıraktığımız 20 yıl boyunca, sınırlı kaynaklarımızı inşaat ekonomisinin motorunu harlamak için pek de ihtiyacımız olmayan büyük ölçekli altyapı yatırımlarına tahsis ettik. Atatürk Havalimanı’nın yerine doğal niteliği haiz bir bölgede yeni bir havalimanı inşa etmek, kent içerisinde gayet iyi işleyen hastaneleri kapatıp kente uzak yerlerde şehir hastaneleri kurmak, futbol kulüpleri neredeyse amatör kümeye kadar gerilemiş şehirlerde bile yepyeni stadyumlar yapmak hatalı kaynak tahsislerinin aklıma ilk gelen örnekleri. Bu zincirin son halkasını ise Kanal İstanbul Projesi oluşturuyor. Bunu niye söylüyorum? Şu nedenle; Maraş Depremleri’nden sonra ülkemiz kentlerinin doğa kaynaklı tehlikelere karşı daha güçlü ve dayanıklı hale getirilebilmesi için ciddi düzeyde paraya ihtiyacımız olduğu tartışılıyor ki doğrudur ancak biz bu amaçla kullanabileceğimiz parayı çok da öncelikli ihtiyacımız olmayan yatırımlara harcadık. Buna da inşaat ekonomisinin neden olduğunu söylememiz yanlış olmaz.

Şimdi baştaki sorunuza dönecek olursam, inşaat ekonomisi dönemine referansla “Deprem bölgesine yapılacak olan yatırımların doğru değerlendirilmesi için ne gibi adımların atılması gerekiyor?” diye sormuştunuz. Tüm bu anlattıklarımdan hareketle, birinci sorunuza verdiğim yanıtlara ek olarak, ilk atılması gereken adımın bir zihniyet değişikliği yapmak olduğunu söylemeyi isterim. Kente değişim değeri üzerinden bakan, kenti ve kentleşmeyi alternatif bir yatırım ve birikim kanalı olarak gören anlayıştan, kenti ortak bir yaşam alanı olarak görüp kullanım değeri üzerinden anlamlandıran bir anlayışa doğru bir zihniyet değişikliği gerçekleştirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde, bugün yaşadıklarımıza neden olan sorunları çözemeyeceğimiz gibi bu aşamada yapacağımız hatalı uygulamalarla yeni sorunların kapısını ardına kadar açarız gibi geliyor bana.

EkoIQ Editör

açık radyo açık kalmalı
açık radyo açık kalmalı