Pamukkale Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümünden Çağla Ünlütürk Ulutaş, 2006’da “Türkiye’de Sendikaların Çevre Politikaları” başlıklı bir yüksek lisans tezi hazırlamıştı. Bu anlamda konuya bilimsel bir bakış açısıyla ilk bakanlardan biri olan Ulutaş ile sendikaların o günden bu yana nasıl değiştiğini, Adil Geçiş için ne ölçüde rol almaya hazır olduklarını konuştuk.
Berkan ÖZYER
Öncelikle ellerindeki güç açısından Türkiye’deki sendikaların konumunu nasıl değerlendirirsiniz?
Sendikalar Avrupa’da 1980’lerde bir zayıflama dönemecine girdi. Ancak Avrupa, sosyal diyaloğu temel bir mekanizma olarak korumaya karar verdi ve işçi-işveren işbirliğine dayalı bir sanayi ilişkileri sistemi kurdu. Radikal diyebileceğimiz sendikaları sistemin dışına iterken bir biçimde işveren ve devletle işbirliği yapmaya hazır bir sendika tipi oluşturdular. Bu tip kapsamında da AB’de örgütlülük düzeyi hâlâ yüksek. Dolayısıyla sanayi ilişkilerinin her noktasında olduğu gibi çevre konusunda da sendikalar bir taraf olmayı sürdürüyorlar. Fakat Türkiye’ye geldiğimizde özellikle özel sektörde sendikalaşma oranı her gün azalmaya devam etti. Sendikalar bugün endüstri ilişkilerinde bir taraf olma olanaklarını bile neredeyse yitirmiş durumda.
Her sektör için mi böyle?
Sendikalaşma açısından böyle. Sadece sendikaların gücünü görece koruduğu ya da tamamen ortadan kalkma tehlikesiyle yüz yüze gelmediği enerji, çimento, maden, metal/ otomotiv gibi geleneksel olarak örgütlü sektörlerde durum farklıydı. Ancak sendikalar şu anda var olmak ve yok olmak arasındaki çizgide kendilerini hâlâ yaşatma çabasındalar. Ben tezimi 2006’da yazdım ama sahaya 2004’te çıkmıştım. O günlerde “Bugün çevreye ilgi az ama 2015-2020’de sendikalar bu konuyu daha çok gündeme alacaklar, çünkü çevre sorunlarına yönelik bilinç çok daha yaygın hale gelecek” diyordum.
Bu umudunuz karşılandı mı?
Tam tersine sendikaların var olma mücadelesi daha da kızıştı, öyleyken çevre daha da gündem dışı oldu. Şu an en öncelikli mesele, eskiden örgütlü oldukları sektörlerde en azından üye kaybını önlemek. Bunun haricinde çevre veya kadın gibi meseleler ITUC veya IndustriALL gibi uluslararası sendikal örgütlerin toplantılarında gündem olduğu ve oraya temsilci gönderilmesi gerektiği için sendikalar konuşmalar hazırlıyor, talepler götürüyorlar ama aslında bunlar bir iç politika başlığına hiçbir zaman dönüşmüyor. Yani Türkiye’deki sendikaların gündeminde şu anda gerçek anlamda böyle bir konu yok. Çünkü şu an %11’lik temsil oranıyla, yok olma tehlikesi yaşayan sendikalar çevreyi kendi tartışma konularının arasına almıyor. O yüzden de Türkiye’de Adil Geçişe yönelik bir şey söyleyebilecek, bunu gündem yapacak bir sendika olduğunu düşünmüyorum.
Bu konularda liderliği de uluslararası örgütler, sendika birlikleri yapıyor.
ILO’nun, IndustriALL’ın önerileri temenni düzeyinde oldukça kıymetli. Fakat bence bütün bu uluslararası örgütlerin gözden kaçırdıkları bir nokta var: Çevresel adalet. Bu kavram dünyanın her yerinde, her ırktan, cinsiyetten ve sınıftan insanın temel çevre haklarına erişmesini ifade eder. Ama henüz böyle bir hedef için çok geri bir noktadayız. Dahası merkez-çevre ilişkisi bağlamında Türkiye bir çevre ülke ve merkez ülkelerin çevresel etkileri nedeniyle kullanmaktan kaçındıkları teknolojilerin yoğunlaştığı ve bir sürü şeyin yanında bu sayede de yatırım alan bir ülke. Bu yüzden de pek çok uluslararası firmanın yatırım yaptığı Gebze’nin dibindeki Dilovası bir çevre garabeti halinde duruyor. Küresel fabrika olarak adlandırılan ve benim de yaşadığım Denizli kentinde Menderes bu yüzden çevre açısından var oluş savaşı içinde, Bafa Gölü mahvolmuş durumda. Bütün bunlara baktığınızda küresel yatırım meselesi, merkez-çevre ekonomi mücadelesi devam ediyor. Dolayısıyla Adil Geçiş olanaklarını ararken öncelikle küresel kapitalizmin ne kadar eşitlikçi olduğuna bakmak gerekiyor. Yani Adil Geçişi sağlarken Türkiye’deki yapısal işsizlik sorununa, bunun hangi makroekonomik politikalarla çözüleceğine bakmak gerekiyor. ILO’nun çevre dostu yeşil vergilendirmeler yapmak, birtakım yeşil destekler koymak, sosyal diyaloğu geliştirmek, işgücü piyasasını yeniden organize etmek gibi önerileri kulağa hoş geliyor. Ama Türkiye’de 10,3 oranı ile ciddi bir yapısal işsizlik var, genç nüfusun neredeyse üçte biri işsiz. Ülke ekonomisi yabancı yatırımları artırarak bir var olma savaşı veriyor. Yabancı yatırımcının buraya yatırım yapmasının da iki temel nedeni var: Çevre gibi yükümlülüklerden kurtulmak ve işgücü maliyetlerini düşürmek. Dolaysıyla Türkiye’de “Adil Geçiş”in gerçekleşmesini çok önemli görsem de gerçekçi bir hedef olarak değerlendiremiyorum. Ben bir Bergama aktivistiydim ama orada çevrecilere yumurta atan işçileri de hiçbir zaman bir çevre haini olarak görmedim. Çünkü orada insanlar da yoğun işsizlikte kendi işlerini korumanın derdindeler. Tamam, toprakları siyanürle kirleniyordu ama altın madenini onlara iş sağlayan bir mekan olarak görüyorlardı.
Ama sendikalar da insanları işsiz bırakmadan yeni istihdam alanları açmayı önermiyor mu zaten?
Ama bunu önermek, küresel adil bir sistemin olduğu koşullarda mümkündür. İki tarafı var bunun. Birincisi yapılabilecek şeyler var. Türkiye’de bir yeşil enerji geçişi halihazırda yaşanıyor. HES’ler ve RES’lere dair yatırımın arttığını görüyoruz. Ama şöyle bir sorun var ki; bu yatırımlar çevreyi tehdit edici biçimde gerçekleşiyor. Bunlar, sürdürülebilir kaynaklara doğru geçiş argümanımıza karşı biçimde bir çevre düşmanı enerji halini almaya başladı. Türkiye’de doğru planlanmış, ÇED’lere uygun biçimde, çevreye zarar vermeyecek sürdürülebilir enerji kaynakları oluşturma potansiyeli doğru kullanılabilir ama bu yapılmıyor. Çevre dostu enerji ve yatırımların artışı, kirletici sektörlerde işsiz kalan kişilerin bir bölümünün emilmesini sağlayabilir gerçekten. Fakat diğer taraftan istihdam yaratıcı ve geliri adil dağıtıcı mekanizmalar geliştirilmeden, ormanları, akarsuları ve tarlaları rant alanları olarak görmeden politika üretmediğiniz takdirde Adil Geçiş ne kadar mümkün? Devlet zaten %10’luk işsiz kitleyi yerleştirecek bir iş yaratamazken Soma’daki madenleri yeni bir çevreci iş alanına dönüştürmeyi başarabilir mi? Bu oldukça tartışmalı. Kaldı ki yapılan uluslararası çalışmalar bize başka bir şey de gösteriyor. Eski ve çevre düşmanı sektörler kapanırken geridönüşüm gibi yeşil ekonominin egemen olduğu yeni çevreci sektörler açılıyor. Ama hiçbiri diğerinin yerini tutabilir değil. Yani kapanan üç işyerinin yerine yeni üç yeni işyeri, üç kişinin yerine üç yeni istihdam alanı henüz yok. Bunun yapılması imkansız değil ama bunun Türkiye özelinde yapılması için çevresel adalete odaklanan çevre politikalarının yanı sıra, bunu bütünleyici sanayi, teknoloji ve istihdam politikalarına ihtiyacımız var. Öte yandan küresel adaleti sağlayacak bir başka mekanizma da olmazsa olmaz. Türkiye zaten merkezin çevresinde yer alan bir ekonomi olarak, küresel sistemdeki varlığını ucuz işgücü ve düşük çevre düzenlemeleriyle oluşturuyor.
O zaman gelişmekte olan ülkelerin önünde pek bir seçenek kalmıyor.
Kötümser bir tablo çizmek istemiyorum ama çevreci yaklaşım tek başına mümkün olmayan bir talep. Eğer biz gerçekten ekolojik dengeyi koruyucu bir taleple öne çıkıyorsak, o zaman hedefimize mevcut kapitalist sistemi de almak zorundayız. Bunu nasıl dönüştürebileceğimize dair sorular da sormak zorundayız. Soma’daki maden kazasından sonra küresel bir sendikanın açıklamasında bu kazanın temel nedeni olarak madenlerin tüm dünyada özelleştirilmesi, küresel maden rekabetinin günbegün artması ve işgücü maliyetlerini her gün daha çok düşürecek bir üretim yapısına odaklanılması gösteriliyordu. Bahsettiğim bunun gibi bir şey. Bir tarafı küresel denge meselesi; o çözülmedikçe Adil Geçiş gerçekten uygulanabilir gözükmüyor. Hele ki sendikasızlığın ve işsizliğin bu kadar yüksek olduğu koşullarda. Ama diğer taraftan da başta devletin taraf olduğu bir denetim sistemine ve çevreye ilişkin bir inanca ihtiyacımız var. RES ve HES örneğini de bu yüzden verdim. Türkiye’deki bütün enerji kararları genelde doğanın bütün taraflarının nasıl etkileneceğine de bakmaksızın alınıyor. Aynı şey nükleer enerji için de geçerli. Türkiye’de eksik kalan ve yapılması gereken budur ve bu da ancak toplumun bu konuda diretici olmasıyla yapılabilir. Ama bu diretici olacak unsurlar içinde sendika ayağı şu anda ne yazık ki yok. Nedeni de demin anlattığım gerekçelere dayanıyor.
Bu durumu değiştirmek adına ilk aşamada atılacak adımlar nelerdir?
Birkaç şeyi önemli buluyorum. Birincisi ekolojist derneklerin, sivil toplumun; ayrıca kendini ekolojist olarak addetmeyen ama ekolojik denge içinde yaşamayı önemseyen yöre halkının kendi mekanlarına yönelik müdahalelerde bilinçli bir katılımcı haline gelmesi gerekiyor. Türkiye’de, özellikle Karadeniz’de bunun örneğini görüyoruz.
Bunun yanında sendikalar içinde bu konuyu bilinçli bir şekilde önemseyen sadece uzmanların değil, özellikle yönetsel düzeyde kişilerin ve çevre hareketinin içinden sendikalarla işbirliği yapmaya gönüllü kişilerin varlığının farkındalık oluşmasını sağlayabileceğini düşünüyorum. Ama bunlar hiçbir zaman küresel sendikaların ya da ILO gibi örgütlerin çizdiği çerçeveye erişimi sağlamayacak. Yine de önemli adımların atılabilir olduğunu düşünüyorum. Tabii bu noktada bir başka önemli şey, verili kapitalizm koşulları içinde sermayenin buna ikna edilmesi gerekiyor. Bu dayatmayla mı, rızayla mı olur bilemiyorum. Dayatmayı gerçekleştirecek güçlü bir sendikal işçi sınıfı gücü olmadığı açık. Bu noktada sermayenin bu konuda rıza göstermesi gerekiyor. Ama yüksek katma değerli sektörlere çok yatırımcının bulunmadığı, emek yoğun sektörlerin hâlâ önemli olduğu, makroekonomik yapısal sorunlar yaşayan bir ülke ve bu ülkenin dahil olduğu küresel dengeler sermayenin rıza göstermesi için pek elverişli değil.
Sendikalar adına bir özeleştiri yapmaya kalksak neler ortaya çıkar?
Sendikalar şu anda geç kaldıkları bir değişim çabasının içindeler. Türkiye için de, dünya için de böyle. Sendikalar bütün bu özelleştirme ve sendikasızlaştırma süreçleri karşılarına çıktığı zaman tehdidin ucu kendilerine doğrulana kadar beklediler. Bunda Türkiye’de Amerikan sendikacılığının egemen olmasının ve genellikle örgütlenmenin kamu sektöründe olmasının da etkisi vardı. Ancak 90’lı yıllara geldiğimizde gerçek anlamda ne kadar büyük bir tehditle karşı karşıya olduklarını anladılar. Bu tehdidi fark ettiklerinde çoktan güçsüzleşmiş, hatta neredeyse hezimete uğramışlardı. Dolayısıyla bu noktada şimdilerde birtakım önlemler almaya çalışıyorlar. Mesela kadın işçileri yavaş yavaş sürece katmaya çalışıyorlar. Kreş hakkı gibi birtakım soruları gündeme almaya başladılar. Hatta ufak ufak bazı çevresel meselelere, yeni toplumsal hareketlerle birlikte duyarlılık göstermeye çalışıyorlar. Ama gerçekten mevcut durumda bunu yapmaları sendikaları ne kadar güçlendirir, ondan emin değilim. Galiba Türkiye’de sendikaların örgütsel yapıları açısından da toptan bir dönüşüme ihtiyaç var. Çünkü sendikalar Türkiye’deki mevcut siyasi yapıların dışında yapılar değiller. Mevcut siyasi ortam nasıl şekilleniyorsa, sendikalar da öyle şekilleniyor. Dolayısıyla buna dair değişime ihtiyacımız var.