Bir paradokstur adalet istemek. Mazlumun zalimden dilendiği bir eşitlik talebidir adalet, ki nesnenin tabiatına aykırıdır. Sistem tarafından istismar edilmiş bedenler olarak bireylerin, sistem tarafından yaratılan ve dayatılan mağduriyetlerini gidermek umuduyla yine sisteme başvurmasına hukuk denir. Umut demişken, umudu sistem doğurur, adalet bir umuttur. Ve Friedrich Nietzsche’nin de dediği gibi, “Umut kötülüklerin en büyüğüdür çünkü işkenceyi uzatır”.
Amerikan sinemasının eğlenceyi bir endüstri haline getirerek pazarlama stratejisinin bir ürünü olan Akademi Ödülleri veya bilinen adıyla Oscar Ödülleri, her yıl gişede izlenme rekorları kıran yüksek maliyetli filmlerin yüksek hasılatlarına göz kırpan bir işleyişe sahip. Benzetmek gerekirse “Ne kadar çok izleniyorsa o kadar iyidir” şeklinde bir pragmatizmin hüküm sürdüğü ticari sinemanın karşısında, sanatsal kaygılarla film yapma eğiliminde bulunan ve Bağımsız Sinema olarak adlandırılan Avrupa Sineması’nı konumlandırmak mümkün. Avrupa Sineması açısından film, kültür endüstrisinin ticari bir metası olarak pazarlanan eğlencelik bir gösteriden ziyade, sosyopolitik hususlarda yükseltilen bir tür karşı duruş olarak görülür. Bu bağlamda 1930’larda Almanya’da Dışavurumculuk, 1940’larda İtalya’da Yeni Gerçekçilik ve 1960’larda Fransa’da Yeni Dalga gibi politik ve estetik sinema akımlarının ticari film endüstrisine yönelik de muhalif bir düşünüş faaliyeti olarak hareket alanı bulduğu söylenebilir.
Kuşkusuz, ticari Hollywood filmlerinin olduğu kadar değilse de politik Bağımsız Sinema’nın da serüvenini kapitalizmin dişlileri arasında yer yer ezilerek, bazen de dişlilerden bir kısmına dönüşerek sürdürdüğünü eklemekte fayda var. Yine de sinemayı eğlence kültürünün bir parçası olmanın ötesinde görenler için Bağımsız Sinema’nın kurtarıcı rolünü yadsımamak gerekir.
Diğer taraftan, Kıta Avrupası dışında üretim yaparak dünya sinema literatüründe isim yapan ülke sinemalarının başında İran Sineması’nın geldiğini düşünmek ilk elden şaşırtıcı olmayacaktır. Gerek Berlin veya Venedik gerekse de Cannes Film Festivali, İranlı yönetmenlerin alternatif ve derin politik tartışmalar yürüten filmlerinin sıklıkla gösterim ve ödüllerle döndükleri Avrupalı ve görece bağımsız festivaller. Nitekim bu yıl da Cannes’da dünya prömiyerini yapan filmlerden biri, İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof’un The Seed of the Sacred Fig (Kutsal İncir Tohumu) filmiydi ki Altın Palmiye için yarışıp En İyi Senaryo Ödülü ile evine döndü. Evine dönemedi!
Çünkü dakikalarca ayakta alkışlanan ve izleyici tarafından festivalin en iyi filmi olarak oylanan filmin yönetmeni, yıllarca hapis ve kırbaç cezalarına çarptırıldıktan sonra ülkesinden kaçmak zorunda kaldı. Rasoulof artık evsiz, sürgünde bir yönetmen…
Dürüst Bir Adam
Yönetmen Rasoulof, 2017 yılında Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış ödülü kazanan A Man of Integrity (Dürüst Bir Adam) filminde; İran İslam Cumhuriyeti rejimini minör bir örnek olarak ele alıp bürokratik ve hukuksal işleyişi eleştirel bir bakış açısından değerlendiriyor. Kapitalizmin bir gereği olarak daha fazla kâr elde etme hedefi doğrultusunda çevreye, ekonomiye ve canlıların hayatına en ufak bir tereddüt dahi duymadan zarar veren büyük şirketler, bankalar ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden, rüşveti olağan akışın bir parçası haline getiren bürokrasi karşısında bir bireyin dürüst kalma çabasına odaklanıyor. Elbette, başaramıyor birey. Dürüst kalmak çünkü demokratik işleyişe uygun değil. Demokrasi, dürüstlüğün bürokratik olarak kolayca manipüle edilebileceği alanlar sunar hatta. İyi niyet üzerine kurulu yönetim modellerinde, kurumu temsil eden kişilerin iyi niyetine dair meclis açılışlarındaki yeminlerinden başka güvence yoktur halk bakımından. Bürokrat yemin eder lakin bürokrasi, içilen antlarla çalışmaz. Bürokrasi; yaralı halde acı çeken bir sokak hayvanı için yardım talebinde bulunduğumda belediye çalışanının hatırlattığı şeydir: Vicdan üzerinden değil, yönetmelik üzerinden hareket eder bürokrasi.
Bu yüzdendir ki Rasoulof’un filminde de zulmün resmini çizen kişi mazlumdur. Ve zalim olmanın kaçınılmaz gereğiyle yüzleşir. Filmlerinin talihi ile yönetmeninki paralel ilerler. Bu filmi; devlet ile ilgili gizli bilgilerin alenen yayılması ve rejim karşıtı propaganda olarak nitelendirilir. Yönetmene ayrı zamanlarda çeşitli hapis cezaları verilir ki bu filminden dolayı da hapse atılır.
Şeytan Yoktur
2020 yılında düzenlenen Berlin Film Festivali’nde, en büyük ödül olan Altın Ayı’yı alan There is no Evil (Şeytan Yoktur) filmi, İran’da yürürlükte olan idam cezası ile ilgili dört öyküden oluşan bir yapıya sahip. İran sinemasına özgü anlatı tekniklerini kullanan yönetmenin sinematografik olarak yüksek frekanslı bir etki yarattığını söylemek olanaklı. Özellikle filmin ilk bölümünün son sahnesinin, sinema sanatının en iyi imajlarından biri olduğu kanaatindeyim. Adalet ve vicdan ikileminde bir tartışma yürüten film, sert bir tokattan ziyade kafatasına alınmış hafif bir balyoz darbesine benziyor. Paramparça etmeye yetiyor.
Rasoulof’un filmlerini, izin alması mümkün olmadığı ve sıklıkla “film çekmeme cezasına” çarptırıldığı için genellikle gizli yollarla kayda aldığını belirtmekte fayda var. Şeytan Yoktur filminde anlatılan öykülerin kendi yaşantısından esintiler barındırdığını ifade eder. Asıl mesele insanın eylemlerinden duyduğu sorumluluk duygusudur. Hannah Arendt’in Karl Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yargılanması üzerinden yazdığı Kötülüğün Sıradanlığı kitabının da ana izleğini bu tartışma oluşturur.
Şeytan Yoktur, hukuk üzerinden iktidarlara atfedilen kutsiyete yönelik sert bir eleştiri. Aslında hukuk vardır ve egemenin ellerinde şekillenir. Bir paradokstur adalet istemek. Mazlumun zalimden dilendiği bir eşitlik talebidir adalet, ki nesnenin tabiatına aykırıdır. Sistem tarafından istismar edilmiş bedenler olarak bireylerin, sistem tarafından yaratılan ve dayatılan mağduriyetlerini gidermek umuduyla yine sisteme başvurmasına hukuk denir. Umut demişken, umudu sistem doğurur, adalet bir umuttur. Ve Friedrich Nietzsche’nin dediği gibi “Umut kötülüklerin en büyüğüdür, çünkü işkenceyi uzatır”.
Kutsal İncir Tohumu
Yönetmenin 2024 yapımı son filmi The Seed of the Sacred Fig (Kutsal İncir Tohumu) bu yıl düzenlenen Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışırken dünya prömiyerinde seyirciyle buluştu. Filmin Cannes seçkisine kabul edildiğini duyan İran rejimi yönetmeni “Ulusal güvenliğe karşı toplanmak ve gizli anlaşma yapmak, sisteme karşı propaganda yapmak” suçlamaları dahil birçok suçtan yargılayıp sekiz yıl hapis ve kırbaç cezasına çarptırdı. Neyse ki Rasoulof’un “hayatlarını tehlikeye atan insanların” yardımıyla ülkesinden kaçabildiği haberini aldık birkaç gün sonrasında.
Kutsal İncir Tohumu, rejim karşıtı protestoların yapıldığı yakın dönemde idam mahkemelerindeki bir hakimin gizemli şekilde kaybolan silahı üzerinden sisteme yöneltilmiş bir eleştiri… Cannes’da mikrofon uzatılan yönetmen, sürgünde yaşamak zorunda kalan herkesin bir gün evine dönmek üzere hazırda bir valizi olduğunu söylediğinde, yanında oturmakta olan ve yıllardır ülkesine dönemeyen oyuncu Golshifteh Farahani gözyaşlarını tutamadı. Farahani, İran rejiminin dayatmalarına karşı çıktığı için sürgünde yaşamak zorunda kalan binlerce isimden biri. Yıllar önce, kadınların özgürce giyinmesini savunmak adına bedenini sergilediği için hakkında ölüm fermanları yayımlanan bir kadın Farahani.
Devlet denen organizma, şiddet uygulama hakkını kendi yarattığı hukuk sistemiyle meşrulaştıran ve şiddeti bir disiplin aracı olarak hukuk üzerinden uygulayan bir yapıya sahip. Devlet için “birlikte yaşamak” denen şey, aynı fikirde olmayanların izole edilmesi, toplum dışına itilmesi ve homojen bir vatandaşlığın inşa edilmesinden ibaret olabilir…
Bu yazı, ekoIQ’nun 112. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.