#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Sınırlar, Ayılar ve Deniz Çayırları…

Fatma Gül Altındağ, bu sayıda da, Avrupa Komisyonu’nun “Çevre İçin Bilim Politikası”
bülteninden üç makaleyi ele alıyor ve yepyeni bilgileri dimağımızla buluşturuyor…
Fatma Gül ALTINDAĞ, altindagf@gmail.com

Gezegenin Sınırları
Sınır ya da hudut, insanlığın ortak hobisi gibi… Hem bireysel olarak hem kolektif olarak bayılıyoruz bu işe. Birlikte sınırlar çiziyoruz, birbirimize sınırlar çiziyoruz; yetmiyor bireysel sı­nırlarımızı çiziyoruz. Böyle rahata ere­biliyoruz, ancak bu şekilde kendimizi biraz olsun güvende hissedebiliyoruz. Sınırlar sanki bir ödül, modernleşme­nin sonucu ulaşılmak istenen nihai bir amaç sanki sınırlar. Çok gelişmiş bir ülke olmanın ödülü, sınırlarına ne idüğü belirsiz kişilerin girmesinin en­gellenmesiyken, maddi ya da manevi bireysel ilerleyişin en büyük ödülü, kişisel sınırlarını belirlemeye hak ka­zanmak.
Bir gün bir uzaylı gelse, açıklamamı­zın mümkün olmadığı modern insana özgü bu “sınırcılık” hobisi, belki de ilk kez işimize yarayacak. Bilim insan­ları, 4,5 milyar yıl yaşındaki dünyaya, insanın yalnız 200.000 yıl var olarak verdiği zararı ölçebilmek için, gezege­nin sınırlarını çizmeye karar vermiş­ler. 2009 yılında çizdikleri bu sınırla­rın neresindeyiz diye bakmak için de yeni bir çalışma yapıp sınırları gözden geçirmişler.
16 Nisan tarihli bültende “Gezegenin sınırlarının dokuzda dördü aşıldı” (Four of nine ‘planetary boundaries’ exceeded) başlığıyla yayınlanan maka­lede Ocak ayında Science dergisinde yayınlanan bu çalışmadan bahsedili­yor. Makalede gezegenin sınırları şöy­le tanımlanıyor: “Gezegenin sınırları, dünya üzerinde ani ve geri dönülemez değişikliklere yol açabilecek kritik kü­resel süreçlerin, insanın baskısına da­yanabildiği bilimsel seviyelerdir”.
Yapılan ilk çalışmada 9 küresel kri­tik sınır belirlenmiş: İklim değişikliği (climate change), biyo-çeşitlilik kaybı (loss of biodiversity), ozon tabakası­nın incelmesi (ozon depletion), ok­yanusların asitleşmesi (ocean acidifi­cation), biyojekimyasal akış -nitrojen ve fosfor- (biogeochemical flows), ormansızlaşma (deforestation), tatlı su kullanımı, (fresh water use), atmos­ferik aerosol yüklemesi (atmospheric aerosol loading) ve kimyasal kirlilik (chemical pollution). Bu sınırlar aşı­lırsa, dünya insan medeniyeti için daha az misafirperver bir yer olacak diye bir öngörüde bulunmuşlar. Her bir sınırın “Belirsizlik Bölgesi” (Zone of uncertainity) o sınır için risklerin insan refahına zarar verecek dereceye gelmesi demekmiş. Bütün sınırları bir araya koyduklarında da insan için gü­venli bir işletim alanı sağlayabilecek­lerini, bu önleyici yaklaşımla dünyaya zarar vermeden medeniyetleri daha çok geliştirebileceklerini düşünüyor­larmış.
Şimdi sınırları gözden geçirdiklerinde, ilkin daha önceki tanımlarının ikisini yeniden tanımlamaya karar vermişler: “Biyo-çeşitlilik kaybı” yerine “Biyos­fer bütünlüğü” (biosphere integrity) ve “Kimyasal kirlilik” yerine “Tuhaf oluşumlar” (Novel entities) tanımları uygun görülmüş. Böylece ilki, genetik biyo-çeşitliliğin yanında ekosistemin işleyişi üzerindeki insan etkisini de kapsamış ve ikincisi de yalnız kimya­salları değil radyoaktif maddeleri ve nano malzemeleri de içerebilmiş.
Sonuçta görmüşler ki tanımlanan dokuz sınırdan dördü için belirsizlik bölgesi artık geçilmiş. Bunlardan ilki, biyosfer bütünlüğü içinde tanımlanan “Tükenme oranı” (Extinction rate); ikincisi ormansızlaşma; üçüncüsü iklim değişikliği içinde tanımlanan “Atmosferik Karbondioksit” (atmosp­heric carbon dioxide) ve dördüncüsü, yani sonuncusu da nitrojen ve fosfor akışı.
En az bu sınırlar kadar önemli baş­ka bir şeye daha karar vermişler: Sınırların çok fazla etkileşim içinde olduğuna ve birbirlerini besledikleri­ne. Çalışmanın bilimsel sonuçlarına dayanarak, iklim değişikliği ve biyos­fer bütünlüğünü, diğer tüm alanları etkileyen ve tek başına dünyayı başka bir hale evirmeye gücü yetecek “Ana sınırlar” olarak tanımlamışlar ve ken­dilerine yakışır bilimsel bir dille karar vericileri uyarmışlar. Dünyanın dört bir yanında türlü türlü sınırın hesabı­nı yapmakta olan pek sevgili insan, ge­zegenin sınırını öğrenebilir sanmışlar.
https://ec.europa.eu/environment/ integration/research/newsalert/ pdf/four_out_of_nine_planetary_ boundaries_exceeded_410na1_

Bir Ayı Avladığında Ölen Öteki Ayılar
Üzüntülerinden ölmüyorlar, kalan diğer ayılar tarafından öldürülüyor­lar. 23 Nisan tarihinde yayınlanan “Ayı avlamanın bebek ayılar üze­rindeki gizli etkisi, yeni çalışma ile gün yüzüne çıktı” (Bear hunting’s hidden impacts on cubs is highligh­ted in new study) başlıklı makalede, türleri avlayarak verdiğimiz zarara ek olarak doğalarında daha nelere sebep olabileceğimize dair ürkütü­cü bir çalışma yer alıyor. Bahsedilen zarar avlanmanın vahşi hayvanlar üzerindeki aşikâr zararlarının ya­nında bazı türler için SSI (Sexually selected infanticide) olarak kısaltı­lan cinsel seçimli bebek öldürmeyi tetiklemesi. SSI, çiftleşme imkanının kısıtlı olduğu zamanlarda genelde erkeklerin, nadiren de dişilerin çift­leşmek istedikleri bireyin yavrusunu öldürerek o yavrunun ebeveyniyle çiftleşme şansını artırması anlamına geliyor.
Makalede yer alan çalışma, SSI’nın erkekler için geçerli olduğu tahmin edilen İskandinav boz ayıları (Ursus arctos) için yapılmış. 1990-2011 yıl­ları arasında İsveç’te 13.000 km2’lik ormanlık bir alanda 180 yetişkin dişi ve bu dişilerin 466 yavrusunun hayatta kalma serüvenleri gözlem­lenmiş. Araştırmacılar, bu ayılar için herhangi bir zamanda “Avlanma baskısı” seviyesiyle hayatta kalma oranları arasındaki ilişkiyi değerlen­dirmişler. Avlanma baskısı dedikleri, avlanarak öldürülen hayvan sayısı­nın, yasal olarak avlanmaya uygun hayvan sayısına oranıymış. Bu arada araştırmanın yapıldığı yerde anne-yavru yan yana oldukları vakit onları avlamak yasakmış, yalnızca “yalnız ayılar” avlanabiliyorlarmış.
Gözlem yaptıkları süre içinde, 1990-2005 yılları arası ortalama avlanma baskısı 0,073 iken 2006-2011 yılları arasında bu oran 0,199’a yükselmiş. Bu durum avlanma baskısının az ol­masıyla çok olmasının etkilerini kar­şılaştırabilmek açısından araştırma­cılara avantaj sağlamış ve avlanma baskısının az olduğu dönemde nüfus artış oranının pozitif olduğunu gör­müşler: Nüfus her yıl 1,082 oranın­da büyüyormuş. Avlanma baskısının yüksek olduğu dönemdeyse bu oran 0,975’e düşmüş.
Gelgelelim ayıların sayısındaki bu düşüş yalnız avlanarak öldürülen ayıların sayısıyla açıklanamıyormuş. %80,9’unun çiftleşme mevsiminde öldüğü belirlenen yavru ayıların, hepsinin değilse de çoğunun aslında SSI’ya kurban gittikleri ortaya çıkmış. Eğer bu seks cinayetleri olmasaymış 2006-2011 yılları arasında yavruların %53,5 yerine hemen hemen hepsi (%96,8) hayatta kalabilirmiş.
Çalışmanın sonucunda çok ilginç başka bir sonuca daha varmışlar, avlanma baskısının yüksek olduğu dönemde nüfus artışını olumsuz etkileyen başka bir etmen çok az yavrunun dünyaya gelmesiymiş. Nedendir dersiniz? Bazı anneler, yavrularını SSI’dan korumak için erkek ayılardan kaçmışlar. Evet, ba­yağı kaçmışlar, bu yüzden de daha az doğurmuşlar. Araştırmacılar bu durumun beslenme kalitesini ve ge­lecekteki çoğalma imkanını da azalt­mış olabileceğini düşünüyorlar.
Böylece en sevdiğimiz hobilerimiz­den ikincisini de tespit etmiş bulu­nuyoruz: Durmaksızın birbirimize düştüğümüz yetmiyormuş gibi, kendi halindeki türlerin de düzeni­ni bozmak. Bu çalışmadan çıkara­cağımız ikinci sonucu da yazmadan duramayacağım: Şu hakir ömrümde insandan başka bir türü suçlayaca­ğım aklıma gelmezdi ama erk her yerde erkmiş meğer. Pek sevgili bir boz ayı da gün geliyor dişisini elde edebilmek için kumpas olsun diye gücünün yettiğine şiddet uygulayabi­liyormuş. Ormanın en büyük canlısı olmasına, çarpıcı cüssesine rağmen sırf ürkekliğinden, korkaklığından insan ile karşı karşıya gelmemeye ça­lışması olsun, bizim yaşam alanları­mızdan beslenmeye çalışırken kendi kendine kurguladığı minik planlar ya da balı ekmeğe sürüp yemesi olsun, yani ne bileyim yalnızlığı üzerine kurulu yaşam tarzı olsun, kalbimizi çalmıştı boz ayı. İnsanla insana ben­zeyerek başa çıkmak da neyin nesi!
Bu arada, eğer SSI olmasaymış boz ayıların nüfus artışı 1,055 oranında gerçekleşecekmiş ki söylediklerine göre bu oran avlanma baskısını bile bertaraf edebilecek bir oranmış. Hele bir de avlamasak ne biçim bayram ederdi boz ayılar! Kumpasa ve şidde­te ihtiyaçları olmaz, aşk ile meşk ile geçerdi belki ömürleri…
https://ec.europa.eu/environment/integration/research/newsalert/pdf/bear_hunting_has_hidden_impacts_on_cubs_highlights_a_new_study_411na2_en.pdf

Deniz Çayırlarını Bağrımıza Basalım
23 Nisan tarihinde yayınlanan “Deniz çayırını çapa hasarından korumak: Yeni öneriler” (Protec­ting seagrass from anchor dama­ge: new recommendations) başlık­lı makalede gezegenin sınırlarını zorladığımız başka bir alanda bilim dünyasından çözüm önerileri geli­yor. Deniz çayırları, balıklara pilot ekosistem görevi gördüğü, kıyıları koruduğu ve suyun arıtılmasını sağladığı için deniz ekibinin asli üyelerinden. Çalışmada yer alan verilere göre İtalya’nın Sardinya bölgesinde teknelerin çapa atmala­rıyla yerlerinden sökülüp yok olan deniz çayırları, uygulanan tüm kı­sıtlamalara rağmen yok olmaya de­vam ediyor.
Dalıcıların araştırmaları sonucu elde edilen verilerin kullanıldığı çalışmada, deniz çayırlarını (Posi­donia oceanica) koruyabilmek için geleneksel demir atma yönteminin etkisi ve demirleme alanının verim­liği değerlendiriliyor.
Çalışma için Sardinya kıyısı dışında, La Maddalena Archipelago National Park isimli ve korunmasına rağmen deniz çayırlarının tehlikede olmaya devam ettiği 50 kilometrakerelik bir alan seçilmiş. Araştırmacılar seçilen bu bölgede en çok teknenin uğradı­ğı Cala Portese ve Porto Madonna bölgelerine odaklanıp çapa atmanın yasak olduğu kontrol bölgeleri da­hil olmak üzere çapalama alanları­nın 300-500 metre kıyısında deniz çayırlarının rahatsızlığının had saf­hada olduğunu görmüşler.
Deniz çayırı, deniz zemininin orta­lama %50-60’ını kaplıyormuş (Kont­rol alanları için bu oran %80-90) ve turistik zamanlarda verilen zararın çayırları %34’e kadar yok ettiği olu­yormuş. Kontrol alanları olan Cala Portese ve Porto Madonna bölge­lerinde bu oran sırasıyla %34 ve %70’miş, tabii bu aslında kısıtlama­ların hiç umursanmadığı anlamına da geliyormuş.
Geleneksel çapaların etrafında de­niz çayırı yoğunluğunun az olduğu­nu da gözlemlemişler ve nedenini dalgalar ya da belki de hatalı kulla­nım nedeniyle çapaların yerlerinden oynayarak deniz çınarlarına zarar vermesi olarak yorumlamışlar. Ve sonuçta bu durumun üstesinden gelebilmek için bir takım önerilerde bulunmuşlar. İlk olarak çapalama alanlarının, dibi kum olan yerler gibi, deniz çayırlarının bulunmadığı yerler olarak belirlenmesi gerektiği­ni söylemişler. Sonra kullanılabilir şamandıra sayısına, kumlu alanın kapasitesine göre oraya demirleye­bilecek maksimum tekne sayısının belirlenmesi gerektiğini eklemişler. Halihazırdaki tüm çapa sistemleri­nin, deniz çayırına daha az zararlı olanlarla değiştirilmesi gerektiği­ni ve denetim teknolojileri veya yasalarla sınırlamaların yapılması gerektiğini vurgulamışlar. Bunun yanında teknelere eğitim verilip, sonra tüm bu uygulamaların ya da herhangi bir yönetim stratejisinin etkilerini ölçebilmek için uzun va­deli bir gözlem planı tasarlanması gerektiğiyle bitirmişler.
Gezegenin sınırları, ayıların yavrula­rı derken deniz çayırlarını önemsiz sanmayasınız. Belki biraz sıradan duruyorlar, sportif dalış sırasında bile “İçinde bir canlı çıkar mı aca­ba” haricinde pek ilgi çekmiyorlar ama aslında koca bir deniz ekosiste­minin gizli kahramanları onlar.
https://ec.europa.eu/environment/integration/research/newsalert/pdf/new_recommendations_for_protecting_seagrass_against_anchor_damage_411na3_en.pdf

EkoIQ Editör