Çevre Dostu Yeşil Binalar Konseyi’nin (ÇEDBİK) bu yıl üçüncüsünü düzenlediği Uluslararası Yeşil Binalar Zirvesi’nin ana tema ve içeriği “Sınırları Aşmak”, bu sayımızın ana tartışma dosyasını da oluşturdu ve bu vesileyle, kent yerleşimleri ve yeşil binalar bağlamında toplu bir “Sınır İhlali”nin nasıl yapılacağını, konunun nasıl anaakım haline gelebileceğini tartıştık.
Sınırları aşmak ama nasıl? Aslında bu soruya doğru bir yanıt verebilmek için öncelikle “sınırlar” üzerine düşünmek lazım gibi görünüyor. Ve bu da oldukça farklı düzeylerden bir sorgulama gerektiriyor. İnsanoğlu ve kızının sınırlarının, öncelikle doğanın ve fizik kanunlarının sınırlarıyla çerçevelenmiş olduğunu hatırlatmakta fayda var. Ama insan zaten neredeyse tüm varoluşunu, dolayısıyla yarattığı tüm maddi ve manevi uygarlığı bu sınırları ihlal etmek üzerine kurgulamamış mıdır? Daha da ileri giderek tüm uygarlık, bu sınır aşma çabaları ve yöntemlerinin toplamından ibarettir diyemez miyiz? Sözgelimi kendisine bahşedilmeyen kanatları, zekâsıyla yarattığı uçaklarla ikame etmedi mi? Ya da daha temelden gidersek, doğaya dayanıksız bedenini (özellikle de, doğadaki en çaresiz, en uzun süre bakıma ve ilgiye muhtaç canlı olan insan yavrusunu) koruyacak giysiler, araçlar ve tabii barınaklar geliştirerek, gezegende varlığını sürdürmeyi başarmadı mı?
Ama garip bir şekilde kurduğu uygarlıkların sınırları, zaman içinde kendi aklının da sınırlarını çevreleyebiliyor ve insan artık o sınırları, neredeyse fizik kuralları gibi kabul etmeye başlayabiliyor. Bu durum, akademik düzeyde “Paradigma” olarak adlandırılıyor. Amerikalı ünlü bilim felsefecisi Thomas Kuhn’un paradigmaların oluşumu ve değişimi üzerine muhteşem eseri, “Bilimsel Devrimlerin Yapısı”, bilginin gelişiminin normal seyrinin de bu olduğunu açık bir şekilde ortaya koyar.
Ancak bu paradigmalar, tabii ki sadece akademik bilgi üretimiyle sınırlı değildir. Gündelik hayattan iş yaşamına, kültür kalıplarından düşünce ve davranış biçimlerine kadar uzanan ve ortaya çıktığı, geliştiği uzun dönem boyunca insanın varlığını sürdürmesi ve anlamlandırmasını sağlayan bu sınırlar, bir süre sonra, hayatın muhteşem çeşitliliğine ve gelişimine uyumsuz hale gelmeye başlayıverir. Bundan sonraki varlığını, daha iyi bir hayatın önündeki cendereler olarak sürdürür ve tabii insanoğlu ve kızının en sivri dilli ve öngörüleri en kuvvetli olanlarının da atış alanına giriverir. Artık zaman “Sınır İhlalleri” dönemidir…
Korunaklı Alandan Çıkmak
Bugün yaşadığımız, iklim krizi ve yeni sosyal gelişimler ile yüzyıllar içinde kurduğumuz ve adeta dokunulması imkânsız bir “tabu” gibi benimsediğimiz sosyal, düşünsel, teknik yapılanmalar arasındaki uzlaşmaz çelişkiler, yukarıda aktarmaya çalıştığımız insani gelişim formülüyle neredeyse birebir uyumlu durumda. Daha önceki bilgilerimizle sınırsız kabul ettiğimiz doğal kaynaklar suyunu çekiyor; değişmez dediğimiz iklim sabitleri unufak oluyor. İnsanların “doğal” kabul ettikleri için katlandıkları sosyal yapılanmalar dayanılmaz oluyor. Tepkiler değişik biçimlerde tezahür ediyor ama ortada bir kriz olduğunu, aklı başında herkes kabul ediyor. Bu noktada, iş, sınırları aşmanın yolları, olanakları, riskleri ve bu edimin yeni öznelerinin kim olacağı noktasında yoğunlaşıyor.
Sınırları aşmanın birinci kuralı, sınırları bilmek ise, ikinci kuralı da herhalde, bu sınır ihlalini mümkün kılacak cesarete ve bilgiye sahip olmakta. İnsan, diğer bütün canlılar gibi, tabii olarak ilk önce varlığını sürdürmeyi öne koyan bir varlık. İçinde bulunduğu sınırlar da, aslında bir yandan onu vareden sınırlar. En azından kısa erimli ve dar ufuklu bir bakış açısından son derece doğru bir değerlendirme. Varlığımızı yaratan sınırların kendisi ancak aynı zamanda bir başkası, bir diğeri olmamızı da engelleyen düşünsel ve pratik çizgiler bunlar. Sınırları aşmayı engelleyen korku, sınırların ötesinde nasıl var kalabileceğini bilmemekten kaynaklanabiliyor. Ana karnı gibi sınırlı ve korunaklı bir alandan çıkmanın yarattığı ilk şok etkisi, bebeklerin ilk travması, ilk çığlığı değil mi?
Bütün bu anlattıklarımızı uzun süredir çeşitli düzeylerde dillendirmeye, dolaşıma sokmaya, tartışma alanı haline getirmeye çalıştığımızı, sıkı okurlarımız gayet iyi biliyor. Ve en önemlisi de bu tartışmayı kapalı devre, konuyu zaten bilen kişi ve kurumların dar çeperinden çıkarıp kamusal hale getirebilmek. İşte bu başka bir cesaret istiyor. Eski paradigmaya saldırmak, gedikler açmak, gedikleri herkese gösterebilmek…
Çevre Dostu Yeşil Binalar Konseyi’nin (ÇEDBİK) bu yıl üçüncüsünü düzenlediği Yeşil Binalar Zirvesi’nin ana tema ve içeriğinin “Sınırları Aşmak” olduğunu öğrendiğimiz andan beri, bunları düşünüyoruz. Zirve’nin tüm programının da bu aşma denemesine katkıda bulunacak, payanda oluşturabilecek bir zıplama tahtası olarak kurgulandığını rahatça görebiliyoruz. O zaman programla paralel bir sınırlar araştırmasına ne dersiniz?
Kentsel Dönüşüm Virajı
Sürdürülebilir yerleşimler bağlamında yapacağımız bu sınır kontrolünün başlangıç noktasının kamu yönetimi olmasından daha doğal ne olabilir. Gerek yasal düzenlemelerle, gerekse de cezai müeyyidelerle işleyen kamu politikaları, sürdürülebilir yerleşimler ve yeşil bina çalışmalarının tabii ki göbeğinde yer alıyor. Türkiye’nin ne bugün, ne de bundan önce bu konuda dört başı mamur bir kamu politikası olmadı. Kentsel yerleşimin gelişimini de belki son 50 yıldır, plansız planlama çekiyor. İktisadi büyüme modeli olarak niteliksiz mal üretimi ve ithal ikameceliği benimseyen kamu yöneticileri, kentleri, kırsal nüfusu çeken bir mıknatıs olarak kullanırken de temel politika olarak, plansızlığı benimsedi. Bunun sonucu ise, kentlerin dört bir yanını çevreleyen gecekondular oldu. Bunun sebebini yıllar sonra artık çok daha iyi biliyoruz: Kent yoksullarının, yeni kentlilerin barınma ihtiyacını zahmetsizce, sıfır yatırımla (ve tabii düşük ücret politikasıyla) karşılayabilme. Neredeyse kendi kendini finanse edebilen bu sistemsiz ama kısa dönemde kârlı -en azından maliyetsiz- kentleşme modelinin bugün bizi getirdiği yer ise, “Kentsel Dönüşüm” virajı. Türkiye’nin belki 50 yıllık sorunlarının bıçakla keser gibi düzeltilmesinin hedeflendiği bu program, yine iyi planlanmamış bir kamu politikasıyla sürdürülmeye çalışılıyor ne yazık ki. Ortaya çıkansa ne ekosisteme uyumlu, ne yerleşimcileri, kent sakinlerini memnun eden bir dönüşüm. Adeta sihirli ve bazen de korkutucu bir kelimeye dönüşen TOKİ’nin üstlendiği, sürdürdüğü bu seferberlik halinin, “sınırları aşmak” yerine bambaşka sınırlar yaratmasının temel sebebi de, sorunun gerçek kaynaklarına inememek değil mi? İnsanlığın emekleme dönemindeki “barınma” sorununu çözmenin bir atım ötesine geçmek, bugünün iklim değişikliği, yeni sosyal hayat, enerji sorunu gibi temel alanlara değmeden mümkün olabilir mi?
Hiç kuşkusuz hayır. Mart ayında bir yerel seçim yaşayacak Türkiye’de hem halihazırdaki yerel yöneticilerin hem de onların yerine aday olacak rakiplerinin, sürdürülebilir kent yerleşimleri ve yeşil binalar konusundaki görüşlerini sorgulamak, tam da bu nedenle son derece önemli (Duyuralım: EKOIQ gelecek sayıda bu konuda kapsamlı bir dosyaya hazırlanıyor).
Belirli büyüklükteki hastanelerin LEED sertifikası alma zorunluluğu gibi, kamu yönetiminin yeşil binalara yönelik doğru hamleleri olmakla birlikte, gerçek bir sürdürülebilir kentleşme politikasının oluşması için belli ki daha çok fırın ekmek yememiz gerekiyor. Ancak bunun yolu da yine, her şeyi bilen süper politikacılar değil, işin peşini bırakmayan yurttaşlar ve onların temsilcileri olan sivil toplum örgütlerinin inatçı, kararlı çalışmaları. Bu anlamda, tıpkı petrol ve kömür lobilerinin ya da çıkar gruplarının yaptığı gibi, savunuculuk ve lobicilikle birleşmiş iklim hareketlerinin önemi büyük (bu konuda da sivil toplumun yemesi gereken fırın fırın ekmekler var galiba).
Tabii ki bir diğer önemli özne ise, bizatihi piyasa aktörleri. Kamu alanından çok daha öte girişim ve çalışmaların bu yoğunlaşma alanından geldiğini söylemekte sakınca yok. Özel olarak yeşil bina ve genel olarak sürdürülebilir kentleşme olanak ve fırsatlarını büyütecek çalışmaları, özel sektörün belirli alanlarında açık bir şekilde görmek mümkün.
Sözgelimi ÇEDBİK etrafında kümelenmiş farklı ve cesur bir aklın anbean gelişmekte olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Aynı şekilde, Türkiye İnşaat Malzemesi Sanayicileri Derneği (İMSAD) de, giderek dar bir inşaat sektörü organizasyonunun ötesine doğru ilerliyor. Halen Sürdürülebilirlik Raporlaması çalışmasını sürdüren (bu sanırım dünyada da bir ilk) İMSAD ve özellikle bünyesindeki Sürdürülebilirlik Komitesi, konvansiyonel inşaat malzemelerinin ve anlayışlarının dışına taşan bir görünüm arzediyor. Türkiye’nin rakamlarla da sabit olmak üzere gerçekten de en çok büyüyen ve gelişen sektörü olan inşaat alanında böylesi yeni akılların ortaya çıkması hiç de hafifsenmeyecek bir gelişme.
Çimentodan armatüre, boyadan yalıtım malzemesine, tasarımdan çelik konstrüksiyona, bina otomasyonundan yenilenebilir enerji ekipmanlarına kadar tüm bileşenlerine tek tek baktığınızda, yeşil binalar ve sürdürülebilir kentleşme için son derece gelişkin ürünler ve dolayısıyla da olanaklar yaratmaya doğru ilerleyen bu örgütlerin paydaşlarının çabalarının “sınırların aşılmasında” önemli katkıları olacağını söylemekten kaçınmamak gerekiyor.
Sürdürülebilirlik ve Süleymaniye
Geçtiğimiz sayımızda yaptığımız söyleşide, İMSAD Sürdürülebilirlik Komitesi’nden Akçansa Genel Müdürü Hakan Gürdal’ın da ısrarla vurguladığı üzere, inşaat alanı kısa vadeli hesaplar üzerinden yürüyor. Sürdürülebilirlik çalışmalarının da en büyük düşmanı olan kısa vadeli düşünme, aslında özellikle kentleşme ve yapı göz önüne alındığında daha da sakil duruyor. Binalar, herhalde insan yapısı ürünler içinde aslında en uzun erimli eserler. Bunu kanıtlamak için uzun boylu araştırmalar yapmaya da gerek yok; Eminönü’nden Kadıköy’e bir vapur gezisi ya da Tarihi Yarımada’ya uzanan küçük bir yürüyüş bunu kanıtlayabilir: Binlerce yıllık binalar hâlâ ayakta. O dönemin insanlarından kalan diğer eserleri görebilmek içinse, müzelerin yolunu tutmamız gerekiyor ama onların binalarında hâlâ ibadet edebilir (Süleymaniye) ya da konser dinleyebiliriz (Aya İrini ve Efes Antik Tiyatrosu). Ancak bunu görmek için, sadece tarihsel bir bakış da gerekli değil. Arabalardan elektrikli cihazlara kadar insan yapımı modern ürünlerin hepsinin kullanım süresi hızla kısalırken, binaların ömür yaşam döngüsü hâlâ çok daha uzun ve böyle olması da gerekiyor.
Bu uzun açıklamanın ışığında, güvenli, risksiz, huzurlu, ekosisteme uyumlu kentler ve binalar yaratmanın, sürdürülebilirlik çabaları için de önemli bir geçit açtığını görebiliriz rahatlıkla. İklim değişikliğine neden olan karbon emisyonlarının büyük bölümünün sebebi mucizesi kentler, başka bir anlayış ve kurguyla geleceğin de anahtarı olabilir. Tam da bu yüzden, EKOIQ’nun eski sayılarından birinde, “İklim değişikliği ve küresel adalet mücadelesinin seyrini kentler belirleyecek” saptamasını yapmış, altını çizmiştik.
İşte burası tekrar, “sınırları aşma” temasına dönebileceğimiz, dönmemiz gereken yerlerden biri. Yeşil binalar ve sürdürülebilir kentler tartışma ve pratiğinin önündeki ciddi sorunları ısrarla ve açık yüreklilikle ortaya koymak da birincil işler arasında. Şu anda yaşanan, yeşil bina sertifikasyonu tartışması gibi (Bilmeyenler için: kamu, üniversiteler ve sivil örgütlerin hazırladığı üç ayrı ulusal yeşil bina sertifikasyonu dolaşımda ne yazık ki), alanın enerjisini doğru kanallardan uzaklaştıran, odağı kaydıran yaklaşımları hızla aşarak, konuyu anaakım haline getirme yükü tüm öznelerin sırtında.
Genel olarak sürdürülebilirliği ama özel olarak da sürdürülebilir kent yaklaşımlarını, temiz, huzurlu ama küçük, etki alanı sınırlı, neredeyse marjinal ve eksantrik bir pratik ve düşünce alanı olmaktan hızla çıkarmanın, öncelikle “sınırları görmek ve göstermekten”, sonrasında da cesaretle ihlal etmekten başka yolu yok. Ve her zamanki gibi de, bunun yolu çok düzeyli (sektörler arası, sektör içi, kamu – sivil toplum – özel girişim) işbirliklerinin kurulmasından, büyütülmesinden, yaygınlaştırılmasından geçiyor. Bu darboğazı geçmenin ve yeni topraklara ulaşmanın başka yolu yok. Tüm işaretler bunu söylüyor…