#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“SKA’ların Kamucu Çerçevesini Daha Çok Vurgulamalıyız”

Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu ve TEMA Vakfı Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın (SKA) kamucu çerçevesini vurgularken, tüm hedeflerin el ele ilerlemesi gerektiğini ifade ediyor.

RÖPORTAJ: Bulut BAGATIR
Dilerseniz BM SKA’ları ve iklim değişikliği bağlamıyla başlayalım. SKA’lardan iklim eylemine geçerken nasıl bir süreç yaşandı ve SKA’lar nasıl evrimleşti?

2015 yılında BM üye devletlerinin tümünün kabul ettiği, 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi, bir başka deyişle “Dönüşen Dünyamız: Sürdürülebilir Kalkınma için 2030 Gündemi”, şimdi ve gelecekte insan ve yerkürenin barışı ve refahı için ortak bir plan sunuyor. Bu planın kalbinde tüm ülkelere küresel bir ortaklık ile acil eylem çağrısında bulunan 17 SKA var. Ülkeler bu kapsamda yoksulluğu sona erdirmenin, iklim değişikliğiyle savaşırken, okyanusları ve ormanları savunmaya çalışırken sağlığı ve eğitimi iyileştiren, eşitsizliği azaltan ve ekonomik büyümeyi teşvik eden stratejilerin ele ele gitmesi gerektiğini kabul ediyor.

Özellikle bu amaçların kamucu ve sosyal çerçevesinin mutlaka vurgulanması gerekiyor. SKA’lar, BM Ekonomik ve Sosyal İşler Bölümü’nü de içermek üzere ülkeler ve BM tarafından onlarca yıl süren çalışmalara dayanıyor. Bu sürecin hepsine tanık olduğum için bir özet çıkarmak istiyorum. Haziran 1992’de Brezilya’nın Rio de Janeiro kentindeki BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda 178’den fazla ülke, insan yaşamını iyileştirmek ve çevreyi korumak için sürdürülebilir kalkınma amacıyla küresel bir ortaklıkta kapsamlı bir eylem planı olan “Gündem 21”i kabul etti. Bu aşamalardan ilki bu. İkincisi, üye devletler Eylül 2000’de New York’taki BM Genel Merkezi’nde yapılan Binyıl Zirvesi’nde oybirliğiyle “Binyıl Bildirgesi”ni kabul ettiler. Zirve 2015 yılına kadar aşırı yoksulluğu azaltmak için sekiz adet Binyıl Kalkınma Hedefinin oluşturulmasının önünü açtı. Üçüncü aşama ise 2002 yılında Güney Afrika’da düzenlenen Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde kabul edilen “Johannesburg Sürdürülebilir Kalkınma” bildirgesi ve uygulama planı. Küresel toplumun yoksulluğun ortadan kaldırılması ve çevre konusundaki yükümlülüklerini yeniden onayladı ve “Gündem 21” ile “Binyıl Bildirgesi”ni çok taraflı ortaklıklara daha fazla önem verilmesini içerecek biçimde inşa etti. Bu çalışma Türkiye’de 2001-2002 yılında Teknoloji Geliştirme Vakfı tarafından yapılmıştı. Ben de baş danışman olarak katkı sunmuştum.

Haziran 2012’de ise Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde düzenlenen BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı, ki bu aynı zamanda bir öncekine atıfta bulunarak Rio+20 olarak adlandırıldı, düzenlendi. Üye devletler bir süreç başlatmaya karar verdikleri “İstediğimiz Gelecek” sonuç belgesini ve Binyıl Kalkınma Hedefleri üzerine kurulacak bir dizi sürdürülebilir kalkınma hedefi geliştirmeyi, izlemeyi ve gözden geçirmeyi amaçlayan BM Yüksek Düzeyli Siyasi Forumu’nu kurmayı kabul ettiler. 2013 yılına geldiğimizde BM Genel Kurulu sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ilişkin bir öneri geliştirmek üzere 30 üyeli bir açık çalışma grubu kurdu. Hemen ardından Ocak 2015’te BM Genel Kurulu 2015 sonrası kalkınma gündemiyle ilgili görüşme sürecini başlattı ve bu süreç Eylül 2015’te BM Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde özünde 17 adet sürdürülebilir kalkınma hedefinin yer aldığı BM 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi’nin kabul edilmesiyle sonuçlandı.

2015 aynı zamanda birçok büyük anlaşmanın kabul edilmesiyle birlikte çok taraflılık ve uluslararası politika şekillendirme açısından da bir dönüm noktası oldu. Mart 2015’te “Afet Riskinin Azaltılması için Sendai Çerçevesi” kabul edildi. Temmuz 2015’te ise kalkınma için finansman konulu “Addis Ababa Eylem Gündemi” kabul edildi. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) Paris İklim Anlaşması ise Aralık 2015’te kabul edildi ve 2016’da da büyük bir ilgi ve çoğunlukla yürürlüğe girdi. Bu kapsamda iklim eylemine de bakmamız gerekiyor. Dünyaya iklim değişikliği savaşımı ve etkinliğini azaltmak için acil önlem alın diyen bir SKA var. 13. Amaç, UNFCCC’nin iklim değişikliğine küresel yanıtı görüşmek için birinci uluslararası forum olduğunu kabul ediyor. Daha özel olarak 13. Amacın ilgili hedefleri iklim değişikliği önlemlerinin ulusal politikalarla bütünleştirilmesine, iklim eğitimlerinin iyileştirilmesine, iklim değişikliğinin zayıflatılması ya da giderilmesine, iklim değişikliğine uyum ve erken uyarılar konusunda farkındalık yaratılmasına ve kurumsal kapasiteye odaklanıyor.

Bu amacın hedefleri aynı zamanda UNFCCC’de üstlenilen hükümlerin uygulanmasını ve en az gelişmiş ülkelerde ve gelişmekte olan küçük ada devletlerinde iklim değişikliği ile ilgili etkin planlama ve yönetim kapasitesini artırabilecek düzeneklerin desteklenmesini de gerektiriyor.

Rio+20 konferansının sonuç belgesi olan “İstediğimiz Gelecek” belgesi iklim değişikliğinin tüm ülkelerin sürdürülebilir kalkınması için uzun vadeli etkileri olan, kaçınılmaz ve acil bir sorun olduğunun altını çiziyor. Belge, üye devletlerin seragazı salımlarının sürekli artması ve ülkelerin iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı savunmasızlığı ya da ülkelerin bu krizden etkilenebilirliği konusundaki kaygılarını dile getiriyor.

Biliyorsunuz yaklaşık iki senedir bir salgınla mücadele ediyoruz. Bu süreçte; küresel seragazı salımlarında ciddi azalma olmadığını, atmosferdeki karbondioksit birikiminin artışını sürdürdüğünü, küresel ortalama yüzey sıcaklıklarının sanayi öncesi döneme göre 1.2 derecenin üzerine çıktığını, Paris Anlaşması kapsamında 1.5 derecelik küresel ısınma hedefinin gerçekleşme olanağının çok düştüğünü, 2 derece hedefine ve 2050 yılına kadar net sıfır hedefine ulaşma yolundan bile sapıldığını gördük. İklim eylemi , Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 1.5 Derece Özel Raporu’nda önemli derecede dikkate alındı. IPCC’nin pek çok sonucu aslında doğrudan iklim diplomasisi süreçlerinde yani UNFCCC’de çok dikkate alınmıyordu. İklim eylemi ve bu bahsettiğimiz özel raporun birbirini destekleyecek şekilde sonuçlar üretmesi tarihsel öneme sahip. 1.5 Derece Özel Raporu, iklim değişikliği tehdidine karşı gerekli olan küresel seragazı salımları azaltımını, yani küresel, bölgesel ve ülkesel yanıtları sürdürülebilir kalkınma çabaları bağlamında ele alıyor.

Bu anlamda rapor, çok açık bir söyleyişle iklim eylemini destekleyen ve aslında ondan destek alan bir çalışma olarak da değerlendirilebilir. IPCC’nin oluşturduğu sinerji iklim biliminin küresel iklim diplomasisinde daha fazla yer almasını da sağladı. Bunu da atlamamak lazım. Bu kapsamda IPCC’nin 1.5 Derece Özel Raporu’nun beşinci bölümünde dikkat çeken konular ele alındı. Bunları beş madde altında toplamak istiyorum. İlk olarak 1.5 derece daha sıcak bir dünyanın eşitlik ya da eşitsizlik üzerindeki yansımaları ele alınıyor. İkincisi iklim uyumu ve sürdürülebilir kalkınma arasındaki bağlantı. Üçüncüsü iklim değişikliği ile savaşım ve sürdürülebilir kalkınma. Burada gıda güvenliği ve açlık, hava kirliliği ve sağlık gibi pek çok konu birlikte analiz ediliyor. Dördüncüsü 1.5 dereceye yönelik sürdürülebilir kalkınma yolları. Örneğin 2020-2021 Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) küresel iklim değişikliğine ilişkin senaryolarından bir tanesi sürdürülebilir kalkınma hedeflerini dikkate alıyor ki bu çok önemli. Son olarak sanayi öncesi döneme göre 1.5 derece daha sıcak bir dünyada sürdürülebilir kalkınmaya erişim ve yoksulluğun ortadan kaldırılması ve sosyal eşitsizliği  azaltılmasının yolları açıklanıyor.

Ülkeler, yerel yönetimler ve iş dünyası iklim eylemi kapsamında Paris Anlaşması ve 1.5 Derece Özel Raporu’ndaki bütün bilimsel bulguları dikkate alarak hareket etmeli.

Geçtiğimiz Ağustos ayından bu yana IPCC iklim bilimine, adaptasyona ve emisyonların nasıl azaltılacağına dair üç adet önemli rapor yayımladı. Bu raporlar ortak bir paydada bize neler söylüyor?

Üç rapor da şunu söylüyor: İnsanın iklim sistemi üzerindeki etkisi kesin. İnsan gözlenen iklim değişikliğinden doğrudan sorumlu. Dünyanın her bölgesinde iklimin değiştiğine dair herhangi bir kuşku yok. İklim değişikliğinin olumsuz etkileri de dünyanın her kesiminde açıkça yaşanıyor. Kuşkusuz bazı bölgelerde etkiler çok daha kuvvetli. Üç raporun en önemli ortak sonuçlarından biri insan kaynaklı seragazı salımlarının çok hızlı bir biçimde azaltılması, özellikle başta karbondioksit ve metan olmak üzere. Paris Anlaşması’na atıfta bulunarak bugün artık olasılığı çok düşmekle birlikte 1.5 derece ve 2 derece hedeflerine ulaşabilecek düzeyde seragazı salımlarının 2030’a kadar en az %45 azaltılması, 2050’lere kadar ise %75-90 düzeyinde azaltması gerekiyor.

Tüm raporlarda aynı zamanda insan kaynaklı iklim değişikliği nedeniyle çok açık bir şekilde küresel ısınmanın yaklaşık 1.2 dereceye ulaştığı ve Paris Anlaşması kapsamında belirlenen Ulusal Katkı Beyanları gibi ulusal ve uluslararası seragazı azaltım yükümlülükleri yerine getirilmezse küresel ısınmanın yüzyılın sonuna kadar 3 dereceye gidebileceği açıkça ortaya konuluyor. IPCC’nin Altıncı Değerlendirme döngüsü kapsamında yayımlanan ikinci çalışma grubunun iklim değişikliğinin etkileri, etkilenebilirlik ve uyum raporu kuşkusuz pek çok yeni mesaj veriyor. Bu mesajlar biraz önce özetlediklerimizi kapsarken raporda dünyanın iklim değişikliğinden en fazla etkilenebilecek doğal ve insan sistemleri de tanımlandı.

Özellikle alçak kıyı bölgeleri, küçük ada devletleri, Akdeniz Havzası, kıyı kuşağındaki kentler, çöller, dağlar, buzul alanlar ve hassas ekosistemler öne çıkıyor. Kentler iklim değişikliğine katkı vermesi açısından hem de aşırı hava olaylarından çok fazla etkilenmeleri nedeniyle iklim değişikliği mücadelesi ve uyum açısından önemli insan sistemleri olarak değerlendiriliyor. Bunun içinde kuşkusuz kıyı kuşağındaki kentler fırtınalar, fırtına kabarması ve deniz seviyesinin yükselmesi gibi daha özel koşullar nedeniyle öne çıkmış durumda. Kentlerin iklim değişikliği kapsamında önemli katkısı olacağı belirtilirken kentlerdeki yeşil alanların artırılması, beton asfalt yüzeylerin azaltılması, yeni yenilenebilir enerji kaynaklarının kentlerde konuşlandırılması, boş alanların ve çatıların yeşil alanlar olarak kullanılması ve kentlerde aile tarımı yapılması gibi pek çok öneri mevcut.

Dağlar ise etkilenebilirlik raporunda özel bir ilgi görüyor çünkü ısınan bir dünyada kar yağışı giderek azalıyor. Düşen kar ise yerde yeteri kadar kalmıyor. O nedenle dağlık alanların ve yüksek platoların hidrolojik döngüsü bozuluyor. O bölgelerde yaşayan toplumların, ekosistemlerin su kaynaklarında önümüzdeki on yıllarda çok ciddi azalma olacağı yönünde uyarılar söz konusu. Uyum açısından tarımda, ulaştırmada, enerjide, hizmet sektöründe, konutlarda ve sanayide pek çok uyum önlemi de tanımlanmış durumda. Geriye bunları hayata geçirmek kalıyor.

En son 4 Nisan’da yayımlanan üçüncü çalışma grubunun raporu ise “Climate change mitigation” yani iklim değişikliğiyle savaşım. Google Türkçesiyle aslında iklim değişikliği savaşımı, azaltım olarak düşünülüyor. Oysaki iklim değişikliği savaşımı sadece seragazı salımlarının azaltılması değil. Metinlere bakarsanız bunların ayrı ayrı kullanıldığını görürsünüz. İklim değişikliği savaşımı bu raporda seragazı salımlarının azatılması, yutakların geliştirilip artırılması yoluyla iklim değişikliğinin zayıflatılması ya da durdurulması ve etkilerinin azaltılması olarak değerlendirilmeli. IPCC’nin bu raporunda öncekilerde olduğu gibi insan kaynaklı seragazı salımlarının özellikle karbondioksit ve ardından metan salımlarının sanayi döneminden beri hızlı artışının sürdüğü açık bir şekilde dile getiriliyor. Bütün bu gelişmelerin Paris Anlaşması’nın hedefleriyle uyumlu olmadığının altı çiziliyor. Düşük seragazı salımı teknolojileri altyapısına geçen ülkeler ve bu alanda çalışmalar yapan şirketlerin varlığına rağmen bunların iklim değişikliğini önlemeyeceği belirtiliyor.

Bahsettiğimiz tüm raporları, aktardığımız gelişmeleri, iklim eylemi ve 26. Taraflar Konferansı’nı (COP26) ele alınca IPCC’nin son raporunun Politika Yapıcılar için Özet kısmının çok yüksek teknik ve politik bir iyimserlik sunduğunu görüyorum. Rapor, küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlamak için salımların 2025’e kadar zirveye ulaşmasını öngörüyor. Biz böyle bir eğilimi göremiyoruz. COP26’da yaşananlar, COVID-19 pandemisinin olumsuz sonuçları, o dönemde başlayan ekonomik bunalım ve Rusya-Ukrayna savaşı Paris Anlaşması’nın yürütülmesini zorlaştırıyor. Biz bu iyimserlikle devam edersek Paris Anlaşması’nın daha da sulandırıldığına şahitlik edeceğiz. Rapor politik ve teknik bir iyimserlik göstermesinin yanı sıra, çok açık bir şekilde 2020’nin sonuna kadar uygulananların ötesinde politikalar güçlendirilmedikçe,ki Rusya-Ukrayna savaşını burada tekrar hatırlatmam gerekiyor çünkü kömüre, petrole, doğalgaza ve hatta nükleere yeni yollar açmış durumda, seragazı salımlarının 2025’in ötesine geçerek 2100’e kadar 3,2 derecelik medyan küresel ısınma değerine ulaşabileceğimizi de öngörüyor.

Son IPCC raporunun Politika Yapıcılar için Özeti’nde veya teknik özetinde endüstri lobisine yer vermediği ancak raporun tamamında buna dair belgelemeler olduğu ifade ediliyor. Bunu nasıl yorumlarsınız?

IPCC çalışmalarına katılmış ve başyazarlık, hakemlik ve hakem editörlüğü yaparak katkı vermiş biri olarak şöyle ifade edeyim: IPCC Politika Yapıcılar için Özeti ile ana raporlar ve teknik özet arasında içerik, kapsam, anlam ve mesajlar açısından çok büyük fark var. Ana raporlarda değerlendirmeler yapılırken çoğu hakemli uluslararası dergi makalesi olmak üzere binlerce çalışmadan yararlanılır. Üçüncü rapor da iklim değişikliği savaşımı olduğu için politika ve iklim diplomasisi ile iç içe geçmiş bir konu. Literatürde o tür bir bilgi olduğunda bu raporda yer alıyor. Yazarlar yazılanları okuyor, bilimsel olarak değerlendiriyor ve onu bir bilimsel değerlendirme olarak yazıyor. Dolayısıyla bunlar yer alıyor. Politika Yapıcılar için Özet ise IPCC Genel Kurul toplantısında metin virgülüne kadar BM üyesi ülke temsilcilerinin görüşlerinden geçtikten sonra kabul ediliyor. Büyük bir uzlaşma ile raporun çıkması lazım. Genel mesajlar içeren bir özet halinde çıkıyor. Bu gözden geçirme süreci BM üyesi ülkelerin hükümet temsilcilerinin doğrudan onayı ile sonuçlandığı için bu tür ayrıntılar yer almıyor. Sürecin doğası bunu böyle gerektiriyor.

IPCC raporunda yer alan bilimsel bilgilerin sosyal bilimleri yeteri kadar kapsamadığını, esas sorunun siyasette olduğunu belirten bilim insanları var. “Daha fazla iklim bilimi anlatmak hiçbir şeye yardımcı olmayacak” diyen bu grup bunun yerine politik eyleme geçilmesinin gerekliliğini tartışıyor. IPCC raporlarının sosyal bilimleri kapsaması gerektiğini vurguluyorlar. Siz bu eleştiriye katılıyor musunuz?

Bu, doğası gereği çevre, coğrafya, atmosfer bilimleri gibi teknik ve doğa bilimlerini içeren bir konu. Bu nedenle başlangıçtan beri böyle bir ağırlık oldu. Fakat zaman içerisinde doğa ve teknik bilimlerin dışında kalan alanlardan çok disiplinli ve disiplinlerarası bir değerlendirme yapabilecek bir yazar kadrosu da oluşmaya başladı. Özellikle üçüncü çalışma grubuna bakarsanız başyazar ve yazarların içerisinde sosyal bilimciler olduğunu görürsünüz. İklim değişikliği savaşımı raporu açısından örneğin bu rapor ne anlama geliyor, iklim değişikliği savaşımı açısından şu anda neredeyiz gibi soruları sosyal bilimlere, kamucu ve toplumcu bir anlayışla anlatma geleneği geçmişte daha azdı.

IPCC’nin üçüncü, dördüncü ve beşinci değerlendirme raporları ile karşılaştırıldığında, uluslararası iklim değişikliği diplomasisinin etkilerinin ve etkileşimlerinin rolünün ve kapsamının altıncı değerlendirme raporunda daha fazla olduğunu görüyoruz. Bu yeterli bulunmayabiliyor. Altıncı değerlendirme raporunun üçüncü kısmı ne büyüklük ne de hız açısından yeterince çalışmadığımızın bir kez daha altını çiziyor. Bu biliniyor zaten. Yine rapor çok büyük bir teknik iyimserlikle içerisinde bulunduğumuz 10 yılın, ısınma farkını kapatmada küçük de olsa bir şansa sahip olmak için belirli bir 10 yıl olmayı sürdürdüğünü öngörüyor. Ancak aşırı hava olaylarına baktığımızda özellikle gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerde ve hatta gelişmiş ülkelerdeki sınıfsal farklılıkları da dikkate aldığımızda etkilerinin ciddi boyutlara ulaştığını görüyoruz. O nedenle iklim değişikliği tartışmalarının karar vericilerin doğrudan bu tartışmaların içerisinde yer alabileceği bir noktaya doğru evrilmesi gerekiyor. Bu eleştirileri ciddiye alıyorum, hâlâ eksiklikleri var ancak geçmişten daha iyi.

Türkiye’de iklim eylemi Paris Anlaşması’nın onaylanması ve 2053 net sıfır planıyla bir ivme kazandı. Önümüzde iklim kanunu, yeni NDC hazırlanması, 2053 net sıfır planının ayrıntılarının belirlenmesi gibi önemli bir iklim politikası yolculuğu bulunuyor. Yine uyum politikaları bu çevede kritik. Bu yolculuğa dair yorumlarınız ne olur?

Bu yolculukta çok disiplinli, çok sektörlü, meslek şovenizminden uzak, açık ve katılımcı bir patika belirlenmeli. Bunu mutlaka sağlamak zorundayız. Bu katılımcılık en geniş anlamda olmalı, tüm bölgeleri ve tüm paydaşları kapsamalı. Bütün bunlara sadece denge oluşturmak açısından yaklaşmamalıyız. Bu süreci daha aktif, zengin, kalıcı, şeffaf ve uygulanabilir kılmalıyız. İklim kanununda aynı zamanda öncelikler çok net belirlenmeli. Başta sanayi olmak üzere, ulaştırmayı, enerjiyi, iş dünyasını ve yerel yönetimleri de içine katan, bunlardan destek alan, onları paydaş olarak gören ve ulusal seragazı salımlarını azaltma konusunda onlara görev ve yükümlülük veren bir yasal düzenleme olmalı. Yoksa kamunun tek başına karar alması ve bunları uygulamaya çalışması dünyanın hiçbir yerinde mümkün değil.

Ben sosyal devletten yanayım. Bir de liberal bir anlayış söz konusu. Bir yandan pazar ekonomisi kuralları var. Ancak iklim değişikliği mücadelesinde özel sektör bir türlü elini taşın altına koymuyor. İklim yasası kesinlikle bunu dikkate almak zorunda. Fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye geçiş sürecini ve bununla ilgili istihdam alanını yani adil geçişi yasal bir güvence altına almalı. Uyum konusunda ise başta bilimi ve bölgesel, toplumsal ve sınıfsal öncelikleri dikkate alan ve onlara güvence veren bir iklim yasasına ihtiyacımız var. Her zamanki yasa ve yönetmelikler gibi olacaksa arkasından sürüklenir dururuz. Çok konuşuruz ancak çok az iş yapmış oluruz.

Türkiye’de halihazırdaki uyum çalışmalarının istenen bilimsel düzeyde çok sektörlü, disiplinli ve adil bir biçimde sürdürüldüğünü de düşünmüyorum. Güdümlü projelerle sürdürülen bir uyum çalışması var. Aktörler bunun acil bir gereksinim olarak değil, yapılması gereken bir iş olarak görüyorlar. IPCC’nin uyum raporunun çıktılarını gerçekten ciddiye alacak bir anlayışa ihtiyacımız var. Bunu yapabilmek için de direngenlik, etkilenebilirlik, risk, iklim değişikliği savaşımı, uyum ve uyumsuzluk kavramlarını içselleştirip projelerimizi buna göre uzun soluklu sonuçlar üretebilecek bir uyum sürecini izleyerek gerçekleştirmemiz gerekiyor.

Türkiye’deki çalışmalar birer anket çalışmasının ötesine çıkmıyor. Yani var olan bilginin üst üste yığıldığı bir anket çalışması hali var. Birçok krizi yaşadığımızı anlattık. Örneğin COVID-19 pandemisini ve onun olumsuz etkilerini yaşadık. Ondan ders çıkarmamız gerektiğini yazdık, söyledik. İleride ne kadar ders çıkardığımızı göreceğiz. Rusya-Ukrayna savaşı da bize iklim değişikliği açısından yeni bir ders çıkarma şansı verdi. Bu savaşla beraber enerji geçişine dair önemli adımların atılmasını veya tersinin yaşanmasını bekleyebiliriz. Bu kapsamda başta Avrupa’nın iklim değişikliği savaşımındaki öncü ülkelerinde ve kuşkusuz dünyanın farklı ülkelerinde iklim değişikliği savaşımında önemli bir gerileme ihtimali var. Kömür ve hatta olasılıkla nükleer enerji için yeni bir fırsat ya da istem olabilecekmiş gibi görünüyor. Bunlar konuşulmaya başlandı. Kömür ve fosil yakıt lobisi varlıklarını tekrar hissettirmeye başladı.

Ders çıkarabilecek bir şans olarak da bunu değerlendirebiliriz. Ancak bu durum aynı zamanda ülkelerin çoğunda ve Türkiye’de yenilenebilir enerji teknolojilerinin ve üretim yatırımlarının artmasına, özellikle rüzgar ve güneş enerjisinin birincil enerji üretimi içindeki payının hızla artmasına, daha ucuz ve bol yenilenebilir enerji üretimine ki -anahtar kelime de bu- yönelik baskıyı hızlandırmak için bir şans olabilir. Dolayısıyla hem toplumsal hem de STK’lar açısından onların yaratabileceği baskı, hem de bütün bu olup bitenden merkezi ve yerel yönetimlerin ve de iş dünyasının ders çıkartabileceği ortamı yaratabilmek önemli.

EkoIQ Editör