Serhan Süzer’e açık bir şekilde soruyorum: Kendinizi hiç “Ferrari’sini satan bilge” gibi hissettiğiniz oluyor mu? Serhan (yazarken formel bir şekilde sadece soyadını kullanmayı denedim ama açıkçası bunu başaramadım. O yüzden izin almadan böyle kullanıyorum), her zamanki gibi sakince gülümsüyor ve “Eski resimlerime baktım geçen gün, içinde bulunduğum çevreden hep farklıymışım biraz” diyor. Bu sorumun nedenini açıklamama izin verin: Serhan Süzer, Türkiye’nin en büyük gruplarından Süzer Holding’in varislerinden biri. Servetini -şimdilik- Tibetli yoksulara dağıtmaya başlamadı ama Süzer Holding çatısı altındaki görevlerini geçen yılın Kasım ayında tamamen bıraktı. Holding bünyesinde en son KFC restoran zincirinin CEO’luğunu yaptığını öğrenince yüzümde bir gülümseme oluşuyor ister istemez: EKOIQ ekibi olarak, geçtiğimiz aylarda bir fastfood zincirinin binasına, LEED sertifikası almasına şaşırmıştık. Bu işin arkasındaki kalbin ve aklın sahibini de bulmuş olduk.
Ve Serhan Süzer, şimdi güneş enerjisi alanında çalışan bir şirketin kurucusu. Kendine Hitit güneş kursunu amblem seçen ve 2011 Aralık ayında faaliyete geçen Hittite Solar Energy, güneş enerjisinin fotovoltaik (PV) gibi çok bilinen bir alanı yerine, yeni gelişen ve Solar Termal olarak da bilinen başka bir rotası üzerinde çalışıyor. Dünyada da çok hızlı gelişen CSP (Concentrated Solar Power) teknolojisi konusunda çok sayıda patente de sahip Hittite Solar’dan son derece umutlu olan Serhan Süzer, “Bu sektöre yeni ve dışarıdan girmiş biri olarak, sektördekilerin de biraz silkinip kendine gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Üstümüzdeki bu ölü toprağını kaldırmamız lazım. PR’sa PR. Ne gerekiyorsa yapmak lazım çünkü dünyanın bizimki gibi temiz teknolojilere çok ihtiyacı var” diyor.
Güneş enerjisi deyince insanların aklına genelde fotovoltaik (PV) gelir ama siz tamamen farklı bir tarafa yöneldiniz ve CSP üzerine çalışmaya başladınız. Neden?
Dünyamızın sonsuz ve sürdürülebilir olan bir tek enerji kaynağı var. O da güneş. Herkesin amacı bu kaynağı en iyi şekilde tutup enerjiye dönüştürmek. PV dediğimiz sistem güneşten elde edilen radyasyonu doğrudan elektriğe dönüştürür. CSP’de ise güneş enerjisinden önce yüksek ısı ve buhar elde ediliyor ve bundan elektrik sağlanıyor. Çalışma sistemleri termik santrallerle aynı olduğu için bunlara Solar Termal de deniyor. Yeraltından ya da denizden bir miktar su çekiliyor. Bu su özel bir arıtma sistemine sokuluyor ve damıtılmış su haline getiriliyor. Damıtılmış suyun buharıyla türbinleri döndürüp elektrik üretiliyor. Bu noktada çevre açısından tek sorun doğadan suyun sağlanması olabilir ancak sistemdeki su kaybı yok denecek kadar az. Zaten elde edilen buhar tekrar yoğunlaştırılıp sıvı hale getirilerek sisteme geri gönderiliyor.
Bir de su buharıyla farklı işler de yapabiliyorsunuz. Solar-heating, solar cooling (solar ısıtma-soğutma) gibi konseptler de var bu sektörde. Isıtma ve soğutma normalde çok fazla enerji tüketimine sebep oluyor. Ama siz farklı derecelerdeki su buharını kullanarak bu kaybın da önüne geçebiliyorsunuz.
Su buharının diğer bir önemli kullanım alanı da fabrikalar. Elektrikten öte su buharına ihtiyaç duyan fabrikalar var. Örneğin bir tekstil fabrikası, su buharı elde etmek için çok fazla doğalgaz ve fosil yakıt tüketmek zorunda kalıyor. Biz de diyoruz ki, bunu yapma, biz sana güneş enerjisinden elde edilen su buharı verelim. Konya bölgesi ve altı, bu sistemler için çok ideal bölgeler. Ancak bu sistemleri kurabilmek için fabrika büyüklüğüne göre, yanında solar kolektör de kurabileceğimiz bir alan olması lazım. Bu yüzden bazı fabrikalarda da alan sıkıntısı çıkabiliyor.
Bu sistemi kurduğunuz fabrikalar var mı peki?
İrtibat halinde olduğumuz 4-5 fabrika var ama bu sistem dünyadaki fabrikalarda da çok yeni kullanılmaya başlandı zaten. Buna yatırım yapmış tesis sayısı iki elin parmağını geçmez.
Peki, ne kadar zamandır bu konuda araştırma yapıyorsunuz?
Ben sekiz dokuz senedir Holding’de şu güneş enerjisine bir bakalım diyordum ama onlar böyle şeylere biraz muhafazakâr yaklaşıyorlar. Ben de özellikle son iki senedir daha ciddi araştırma yapmaya başladım. İspanya’ya gidip santralleri gezdim. Tam İspanyol ve Japonlarla bir AR-GE merkezi kuralım dediğim günlerde, beş yıldır bu konuda çalışan Oğuz Çapan’la tanıştım. Uzun yıllar yurtdışında yaşamış. Türkiye’ye daha yeni gelmiş. Tam istediğim şey onda vardı. Ben teknoloji arıyordum. O da yatırımcı arıyordu. Kendisi petrol mühendisiyken güneş enerjisine ilgi duymuş. Petrolde uygulanan teknikleri CSP’ye uyarladı. Bunlardan bir tanesi ısı iletimiyle ilgili, Direct Steam Generation (DSG) olarak bilinen teknoloji…
Nasıl bir teknoloji bu?
Sistem şöyle işliyor: Güneş aynaları bir parobol şeklinde yerleştiriliyor ve güneşi takip ediyor. Güneş, aynanın neresine düşerse düşsün, yansıtma aracılığıyla receiver’a ısı eşanjöründe toplanıyor. Bugüne kadarki teknolojide, hem İspanyollar hem de Amerikalılar borunun içinden yağ geçiriyorlardı. O yağın ısısıyla da buhar elde ediyorlardı. Biz yağ kullanımını ortadan kaldırdık; ortadaki borudan doğrudan su geçiriyoruz ve buhar elde ediyoruz. Oğuz Bey’in geliştirdiği, Hittite Solar’ın en önemli patentlerinden biri bu. Bu konuda daha birçok yeniliğimiz var. Receiver sistemleri geliştirdik. Şimdiye kadarkilerden farklı olarak parçalı ayna kullandık.
Biliyorsunuz, PV’lerin önüne bulut gelse, sistem kapanır, elektrik üretimi durur. Ayrıca PV ısıyı da sevmez ama CSP ile ısıyı depolayabiliyoruz. Ve ısı depolamak elektrik depolamaktan 30 kat daha verimlidir. Konvansiyonel yöntemde bunu erimiş tuzla yapıyorlar. Isıyı tuzla tutuyorlar ve güneşin gittiği noktada ısıdan buhar elde ediyorlar. Biz tuzu sevmiyoruz, çünkü korozyona (çürümeye) sebep oluyor, operasyonu zor bir madde. Onun için biz, yatırımlarımızda ısı depolamak için tuz yerine özel bazı taşlar kullanıyoruz. Oldukça verimli ve iyi bir sistem. Bunun patenti de bizde.
Bunun dışında su arıtma sistemleriyle alakalı üçüncü bir teknolojimiz de var. Genel olarak suyun arıtımında ve damıtımı, dünyanın birçok bölgesi için son derece önemli. Bu işlemlerde genel olarak Ters ozmoz (reverse osmosis) teknolojisi kullanılıyor. Bu konvansiyonel sistemin iki büyük problemi var. İlk olarak, elektrik tüketimi çok fazla. 150-200 megawattlık santralin su arıtma sistemi için 5 megawattlık enerji tüketiliyor. İkinci büyük sorun, her şeyi arıtamıyorsunuz. Mesela kullandığınız suda arsenik olabiliyor ve o buharlaşarak sisteminizin içine geçebiliyor. Bu da istediğini kalitede bir buhar elde etmenize engel oluyor.
İkinci olarak, kullanım suyu elde etmek için yapılan ters ozmoz işlemlerinde de arseniği ayrıştıramayabilirsiniz. Halbuki bizim geliştirdiğimiz teknolojide, bunu tamamen sistemin dıyşına çıkarmak mümkün. Sözgelimi Bangladeş’te çok ciddi bir arsenik sorunu var. Ki, bu bölgeler aslında suyun bol olduğu bir yer ama arsenik yüzünden kullanamıyorlar. Bizim geliştirdiğimiz arıtma sistemini mikro ölçeğe indirdiğiniz zaman, bu suyu güneş enerjisiyle, hiçbir enerji masrafı olmadan kullanılır hale getirebileceğiz.
Yabancı bir yayın organındaki röportajınızda, nasıl hibrid arabalar, elektirikli araçlara geçiş için önemli bir adımsa, konvansiyonel fosil enerji üretim tesisleriyle, sözgelimi doğalgaz santrallarıyla, CSP’nin birarada, hibrid kullanımının geçiş süreçleri için uygun olduğunu söylediğinizi okudum.
Ben şöyle bakıyorum olaya: Sokaktaki adama sorduğunuzda CSP nedir bilmez. Hadi sokaktaki adamı geçtim, sektörün içindeki insanlar da doğru dürüst bilmiyor. Piyasadaki insanların olayı anlaması, güvenmesi için bir yerlerden başlamak gerekiyor. Burada doğru bir başlangıç yapabilmek için önce, daldaki erişebileceğimiz meyveyi koparıp yememiz gerekiyor. İlk olarak konvansiyonel enerji piyasasının içinde olanlara, sistemi göstermek lazım. Diyelim adamın biri 30 yıldır bir doğalgaz kömür santrali işletiyor. Diyeceğiz ki ben buraya bir güneş tarlası kurayım. Sen kendi kömür veya gaz santralini gündüz çalıştırma. Gerekliyse akşam çalıştır. Böylece ilk etapta çok ciddi bir karbon tasarrufu yapmış oluyorsunuz. Bir yandan da o konvansiyonel santral işleten adam da ne gerek var benim kömürle uğraşmama diyecek çünkü sonuçta kömürün ve doğalgazın tedariki de hiç kolay değil.
Normalde bir doğalgaz santralının ürettiği enerjiyle eşit enerji üreten güneş santrali kurulabiliyor değil mi?
Şöyle söyleyeyim: CSP sistemi dikey güneş ışınlarıyla çalışıyor. PV yatay ışınla. Direct Normal Irradience dediğimiz DNI ölçümlerinde Türkiye 1800 DNI civarında . Bu hiç fena olmayan bir skala. Bu sistemin en iyi çalıştığı yerler ise çöller ve yarı çöller. 1800 DNI ölçüsü baz alındığında 1000 megawatt için yaklaşık 10 bin metrekarelik bir alan gerekiyor. Burada Türkiye’nin güneş potansiyeli açısından çok büyük alanlarımız var Anadolu’da. Skala olarak, sözgelimi Tuz Gölü kadar bir alana bizim kolektörleri yerleştirdiğinizde yaklaşık 40-45 bin megawatt elektrik üretimi sağlayabilirsiniz.
Tabii bunun maliyetlerini de hesaplamak lazım.
Bununla ilgili, yapılan yatırımın geri dönüş süresi maksimum sekiz, dokuz sene. Biz şu anda AR-GE aşamasında, ticarileşmeye yeni geçen bir şirketiz. Elbette maliyet de kademeli olarak düşecektir. Dünya nüfusu 7 milyara ulaşmış durumda; dünyadaki kaynakların hepsi sınırlı. Özellikle fosil yakıtların oluşum süreci milyonlarca yıl sürmüş biz neredeyse hepsini 300 yılda bitirmişiz. Ben zaten fosil yakıtları gelecek kuşakların da kullanabilmesi gerektiğini düşünüyorum ama yakıt olarak değil hammadde olarak. Plastiğin son derece geniş bir kullanımı alanı var. Ve onu geri dönüştürerek sürekli olarak materyallerde kullanabiliriz. Yani fosil yakıtları yakmazsak ve sürekli geri dönüştürürsek bir sorun olmaz.
PV’lerdeki en büyük sorunlardan birinin belli madenlerdeki kısıtlar olduğu biliniyor…
Evet, bu yüzden küresel piyasayı Çin domine ediyor.
CSP’lerde böyle bir sorun var mı?
Hayır, çünkü CSP’lerde kullanılan iki ana hammadde cam ve çeliktir. Türkiye’de de çok iyi gelişmiş bir cam ve çelik endüstrisi var. Türkiye’ye son derece uygun bir teknoloji ve sektör olduğunu düşünüyorum. PV’de kullanılan film teknolojilerinin hammaddesisin yüzde 60’ı 70’i Çin’de çıkıyor. Çin bu madeni daha önce yurtdışına satarken şimdi ihracatını durdurdu. Bu yüzden kendi ürettiği PV sistemlerinde fiyatları acayip düşürdü, hammadde fiyatını ise yükseltti. Avrupa’da ve ABD’de PV’ye yatırım yapan çok sayıda şirket bu yüzden iflasın eşiğine geldi. ABD’de devletten çok ciddi destek, hibe alan firmalar bile Çin’le rekabet edemiyor. Tabii burada Çin’in ucuz işgücü avantajı da var. Ancak tüm bu söz ettiklerimin hiçbirisi CSP için geçerli değil ve bu yüzden Türkiye bu alan üzerine yoğunlaşırsa, güneş enerjisinin dünyadaki merkezlerinden biri olabileceğine inanıyoruz.
Türkiye’de sizin dışınızda CSP ile uğraşan var mı? Türkiye’de kurulmuş sistemler var mı?
CSP kendi içinde de alt kategorilere ayrılıyor. Parabolik sistem dışında kule tipi sistemler de var. Ben bir tane kule tipiyle uğraşan şirket olduğunu duydum. Ben ortak olmadan önce de, Oğuz Bey’in ekibi tarafından Denizli ve Manisa’da kurulmuş bir pilot sistemler var. Şimdi Hittite Soler Energy olarak bir tane de ABD Denver’da kuruyoruz. ABD Enerji Bakanlığı’na bağlı SolarTAC (Solar Technology Acceleration Center) tarafından bir davet aldık. Sağolsunlar birçok büyük kurumun yanında bize de işimizi sergileme imkânı verdiler.
Peki, bu iş ne kadar sürede yaygınlaşır? Beş sene, on sene?
Ben Kasım ayına kadar tavuk satıyordum. Yani son derece hızlı ilerleyen, sonuçları hemen alınabilen bir sektörden, daha henüz teknolojiyi kabul ettirme aşamasında olan, oldukça yavaş ilerleyen bir sektöre giriş yaptım. Bu sektöre dışarıdan girmiş biri olarak, sektördekilerin de biraz silkinip kendine gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Üstümüzdeki bu ölü toprağını kaldırmamız lazım. PR’sa PR. Ne gerekiyorsa yapmak lazım. Dünyanın bizimki gibi teknolojilere ihtiyaç var. Yani PV, CSP veya başka teknolojiler; hiçbir ayrım gözetmeden hepsine yer var. 80 ve 120 derecelik buhar teknolojisine de, 500 derecelik teknolojiye de ihtiyacımız var. Diğer firmalarla yaptığımız yazışmalarda bunu süreklik söylüyorum: İhtiyaç o kadar büyük, halihazırdaki yatırımlar o kadar küçük ki, hepimize bol yer var. Yenilenebilir enerjiyle bütün enerji ihtiyacımızı karşılayabiliriz. 70 milyar dolarlık cari açığın 50 milyar doları enerji. Bu yıl ilk altı ayda 30 milyar doları buldu. Bunun çoğu da Rusya’ya gidiyor…
Şimdi nükleer santral yatırımı da Rusya’ya teslim ediliyor.
Bu konuda şunu söylemek istiyorum. Bizim nükleer santrale ihtiyacımız yok. Atıkların Rusya’ya gideceği söyleniyor ama bu sözlerin hiçbir geçerliliği yok. İşin bir de milli güvenlik boyutu var. Nükleer santralin kontrolünü yabancılara veriyorsunuz. Bir de benim ailem Karadenizli. Çernobil kazasının doğrudan sonuçlarını yaşadık biz. Onun için böyle bir tecrübe söz konusuyken bu ısrarı anlamak mümkün değil.
Hep Bir Şeyleri Sorguluyordum
“Turgut Özal benim kirvemdi. Ama yakın zamanda arkadaşlarımdan biri, “Ya sen hiç Özal kuşağı adamına benzemiyorsun” dedi. Özal Türkiye ekonomisini ilk dışa açtığında ilk önce tüketimde bir ifrat yaşandı. Ben gıda perakendeciliğinde uzun süre çalıştığım için bu durumu çok iyi biliyorum. Bir alışveriş merkezinde restoran açtığınız zaman ilk bir ay herkes saldırır. Onun için o ayın cirolarını hiç dikkate almamak gerekir. Burada en önemli nokta işi kendi içimizde dengelememiz gerekir. Şimdi geçmişe bakıyorum, ben hep bir şeylerin farkındaymışım. Hep bir şeyleri sorguluyordum. Restoranlarda dahi, hep kafamın bir ucunda bunun çevreye ne etkisi olacak sorusu vardı. Üniversiteyi Kanada’da okudum. Bir tatilde buraya geldiğimde Mecidiyeköy’de, sokakta Greenpeace’e destek isteyen bir kız bir erkek iki arkadaşla tanıştım; uzun süre konuştuk ve Greenpeace’e orada üye oldum. 1950’lerden beri iş dünyasında olan bir aileden çıkan biri olarak (babam beni 10 yaşımdan beri toplantılara götürürdü) nasıl böyle oldum ben de çok iyi bilmiyorum. Ama bazı şeyler de insanı bir yere sürüklüyor. Kanada’da okudum; Kanada, doğaya son derece saygılı bir ülke. Belki biliyorsunuzdur, Kosta Rika’nın da fahri konsolosuyum; Kosta Rika da, 2020 yılında sıfır karbon salımını taahhüt eden dünyadaki tek ülke. Yani bu tür şeyler de bir şekilde hep buldu beni…”
EKOIQ Dergisi Kasım 2012 Sayı: 23