YAZI: Arzu Deniz AKSOY, Sosyal Etki Girişimcisi, Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi, [email protected]
Sürdürülebilir yaşam, sürdürülebilir gezegen, sürdürülebilir şehirler, sürdürülebilir gelecek derken bu kavramın sıklıkla karşımıza çıktığını görüyoruz. Peki nedir sürdürülebilirlik diye sorduğumuzda ise net bir yanıt vermek bu noktada biraz zorlaşıyor. Bir şeyin sürdürülebilir olması onun şu anki durumunu devam ettirebiliyor olması ya da kendini yenileyebiliyor olması anlamına gelir. Kelimenin bu anlamından yola çıkarak sürdürebilirlik kavramı gelecek nesillere ekolojik, ekonomik ve sosyal koşulları bir çark gibi işleyen, devam ettirilebilir bir dünya bırakmak anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzden yalnız bizleri değil, gelecek tüm kuşakları ilgilendirmekte.
Bu kavramın ilk olarak nerede ve nasıl kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, sürdürülebilirlik düşüncesinin ortaya çıkışı Ortaçağ’a hatta eski Yunan mitolojisine kadar götürülüyor. İngiliz coğrafyacı Tim O’Riordan, bir düşünce olarak sürdürebilirlik kavramının belki de ilk kez Antik Yunan mitolojisindeki yeryüzü tanrıçası Gaia’da ortaya çıktığını ifade eder.
Sürdürülebilirlik kavramının ilk olarak görüldüğü bir diğer alan da ormancılıktır. Almanya’da Baden bölgesinde 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında Karaormanlar’ın yok edilmesini önlemek amacıyla çıkarılan yasalarda, bir yandan odun ihtiyacını karşılamakla sürekliliği sağlamak, diğer yandan da ormanların rüzgarı önleme, su ihtiyacını karşılama ve dinlenme alanları olma özelliklerini korumak için onlardan yararlanılırken, yalnızca bugünün ihtiyaçlarını gözetmemek, tersine ormanların daha sonraki kuşaklara da hizmet etmesini sağlamak üzere sürekli olarak yeniden üretilmeleri gereği üzerinde durulur. 1950’li yıllarda ise H. S. Gordon, A. D. Scott ve M. D. Schaefer, “azami sürdürülebilir ürün” kavramı ile balıkçılık sektörünün azami faaliyet düzeyini daima koruyacak biçimde planlı ve düzenli bir biçimde faaliyette bulunması gerektiğini ileri sürerek bu alanda da sürdürülebilirlik kavramının ortaya çıktığını görürüz.
Ekolojist hareketin mimarı olarak görülen Rachel Carson, 1962’de “Sessiz Bahar” isimli kitabını yayımlayarak böcek ilacı olarak DDT’nin (Dikloro Difenil Trikloroetan) yaygın olarak kullanılmasıyla ilgili riskleri tartışarak DDT’nin faydadan çok zarara neden olduğunu ve çevre-insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerin halen büyük ölçüde bilinmediğini ortaya koymuştur.
1968’de biyolog Paul Ehrlich’in yayınladığı “Nüfus Bombası” isimli kitabı da, 1960’larda çevresel konuların farkındalığını artıran diğer bir etkili yayın olmuştur. Ehrlich bu kitabında insan popülasyonlarındaki artışın azalmadan devam etmesiyle doğa üzerinde oluşacak yıkıcı etkileri etkileyici bir anlatımla aktarmıştır.
Sürdürülebilirlik Kilometretaşları
Sürdürülebilirlik ve sürdürülebilir kalkınma düşüncesinin ortaya çıkmasının ve kavramsallaşmasının aslında çok uzun soluklu bir çalışmanın ve çabanın ürünü olduğunu da hatırlatmakta fayda vardır. Kavram, başta BM teşkilatı olmak üzere, birçok uluslararası kurum ve kuruluşun yapmış olduğu yoğun çalışmalar sonucu ortaya çıkmıştır. Söz konusu çalışmalarda; Roma Kulübü girişimiyle hazırlanan ve 1972 yılında yayımlanan “Büyümenin Sınırları” başlıklı çalışma, 1980 yılında gerçekleşen BM Çevre Programı ve Dünya Stratejisi, “Ortak Geleceğimiz” başlıklı Brundtland Raporu (1987), Rio de Janeiro’da gerçekleşen BM Çevre ve Kalkınma Konferansı (1992), Kahire’de gerçekleşen Avrupa Birliği Beşinci Eylem Planı (1995), İstanbul’da gerçekleşen BM İnsan Yerleşimleri Konferansı-Habitat II (1996), New York’ta gerçekleşen Rio+5 Forumu (1997) ve Johannesburg’da gerçekleşen Sürdürülebilir Gelişme Konferansı (2002) yer alıyor. Tabii ardından gelen BM Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ve iklim krizi konusunda tüm ülkeleri bir masaya oturtmayı başaran Paris İklim Anlaşması’nı da unutmayalım.
Türkiye’de Sürdürülebilirlik …
Türkiye’de sürdürülebilirlik uygulamaları, çevre ve ekolojik duyarlılık anlayışları aslında yeni yeni yeşeriyor. Türkiye’de çevre konusuna olan ilgi 1970’li yıllara dayanıyor. 1978 yılında, çevre ile ilgili ulusal ve uluslararası faaliyetlerle ilgilenmek üzere, Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kurulmasıyla devlet politikasında yer buluyor. Türkiye’de çevre ve çevrenin korunmasıyla ile ilgili başta Anayasa olmak üzere, çok sayıda yasa, tüzük ve yönetmelik yürürlükte bulunuyor. T.C. 1982 Anayasası’nın kabulüyle çevre koruması kavramı da ilk defa anayasaya girmiş oldu. Ancak bu anayasada çevre sağlığı ve dengesinin önemi vurgulanırken, ideal çevrenin nasıl olması gerektiği veya hangi unsurları barındırması gerektiğine dair herhangi bir düzenleme yoktur.1983 yılında yürürlüğe giren Çevre Kanunu’nun amacı ise, çevreyi bir bütün olarak ele alıp, sadece çevresel kirliliği önlemeyi değil, aynı zamanda da doğal kaynakların ve toprağın yönetimine de izin verir. Bunun devamında, 1986’da Hava Kalitesi Kontrolü, Gürültü Kontrolü, 1988’de Su Kalitesi Kontrolü, 1991’de Katı Atık Kontrolü, 1992’de Çevresel Etki Değerlendirme, 1993’te Tıbbi Atık Kontrolü, Toksik Kimyasal Ürünler ve Maddelerin Kontrolü ve Zararlı Atık Kontrolü Yönetmelikleri yayınlandı. Bu yönetmeliklerin yanı sıra, Türkiye birçok uluslararası ve bölgesel hukuki düzenlemelere de imza atmıştır. Uluslararası sözleşmelerden bazıları, Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme, Ozan Tabakasını İncelten Maddelerle İlgili Protokol, Tehlikeli Atıkların Sınırlar Ötesi Taşınımının ve Bertarafının Kontrolü Sözleşmesi, Nesli Tehlikede Olan Yabancı Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ve Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi’dir. Bölgesel hukuki düzenlemelerden bazıları ise, Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi, Avrupa Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi’dir. Tabii geçtiğimiz yılın son aylarında TMBB onayından geçirilen Paris İklim Anlaşması, bu uluslararası sözleşmelerin en önemlisi olarak kayda geçmeli.
#ekoIQ’nun Sürdürülebilirlik Kavramındaki Yeri ve Amacı
Türkiye’nin ilk karbon nötr dergisi olan, “yeşil iş, yeşil yaşam” sloganıyla insanlara seslenen #ekoIQ, yayın hayatına başlarken sürdürülebilirlik kavramının bizler için olmazsa olmaz bir kavram olduğunu, eğer bu kavramı benimsersek yaşadığımız gezegene karşı daha hassas ve daha sorumlu olacağımızı vurgulamak adına faaliyete geçti.
Tarihin en büyük çevresel kriziyle karşı karşıya olan gezegenimizin, çalışma ve üretim biçimlerimizin, gündelik yaşam kültürümüzün ve tüketim kalıplarımızın aslında sürdürülebilir olmadığını ve buna bir dur demezsek doğanın ve hassas dengelerinin bir daha düzelmemek şartıyla tamamen bozulacağına dair de tüm insanlığı bilinçlendirmeye gayret ediyor. Yazının başında da bahsedildiği üzere bir şeyin sürdürülebilir olması onun şu anki durumunu devam ettirebiliyor olması ya da kendini yenileyebiliyor olması anlamına gelmektedir. Fakat şu an böyle bir durum söz konusu değil. Bir iklim krizinin tam ortasındayız. Bu yüzden yaşadığımız gezegende varlığımızı sürdürmek için zaman kaybetmeden el ele mücadele etmeliyiz.