#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Su Kaynakları için Seferberlik

WWF-Türkiye’den Tatlısu Programı Müdürü Eren Atak, Türkiye’de son 50 yılda sulak alanların yarısının su miktar ve kalite bakımından sağlıklı yapılarını kaybettiğini ifade ederken “Bir başka deyişle üç Van Gölü büyüklüğünde sulak alanımız ekolojik işlevini yitirmiş durumda. Türkiye’de sulak alanlarla ilgili son yüzyıldaki temel problem sulak alanların kurutulması oldu” diyor.

RÖPORTAJ: Bulut BAGATIR
SKA’ların altıncısı olan Temiz Su ve Sanitasyon konusunda bu zamana dek nasıl bir yol alındı? 2030 hedefini göz önüne alırsak mevcut küresel politikalarla Temiz Su ve Sanitasyon hedefi ulaşılabilir görünüyor mu?

SKA’lar arasında yer alan Temiz Su ve Sanitasyon hedefi, 2030 yılına dek herkesin güvenli ve erişilebilir içme suyuna kavuşmasını sağlamak için altyapı ve sıhhi tesislere yatırımların tamamlanmasını öngörüyor. Birleşmiş Milletler (BM), su kıtlığının dünya genelinde insanların %40’tan fazlasını etkilediğine dikkat çekiyor ve iklim değişikliği sonucunda küresel ısınma nedeniyle bu oranın daha da yükseleceğini tahmin ediyor. 2011 yılında su sıkıntısı yaşayan 41 ülkeden 10’unda artık yenilenebilir temiz su kaynakları tükenmek üzere ve alternatif kaynak kullanımı zorunlu hale gelmiş durumda. Bu hedefe yönelik çalışmalara bakıldığında, 2015-2020 yılları arasında güvenli suya erişimi olan insan nüfusu oranı, %70,2’den %74,3’e yükselmiş olmakla birlikte, 2020 yılında halen daha 2 milyar insanın güvenli suya erişimi yok; 2 milyar 300 bin insanın yaşadığı ülkeler su stresi riskiyle karşı karşıya.

WWF’nin (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) verilerine göre, tüm SKA’lara ulaşmak için gereken yatırım maliyeti toplamı 2,5 trilyon dolar ve suyla ilişkili yatırımların maliyeti bu tutarın üçte birini oluşturuyor. Temiz Su ve Sanitasyon hedefine ulaşmak için yalnızca arıtım ve şebeke suyu altyapı yatırımları yeterli olmayacak gibi görünüyor; bu hedefe ulaşmak için su kıtlığı konusu ele alınması gereken bir husus. Oysa su kıtlığına neden olan faktörler arasında orman, nehirler ve sulak alanlar gibi ekosistemlerin ekolojik işlevlerini yitirmeleri yer alıyor. 1970 ve 2015 yılları arasında tüm dünyadaki sulak alanlarda %35 oranında bir küçülme söz konusu ki bu oran, orman alanlarının küçülme oranının üç misli. O nedenle, arıtım ve şebeke suyuna yönelik altyapı yatırımlarına ilaveten temiz suyla ilişkili orman, nehir ve sulak alan ekosistemlerini de korumak ve işlevini yitirmiş olanlarda restorasyon çalışmalarına kaynak yaratmak durumundayız. Halen tüm dünyada doğal alanların korunması konusuna bu perspektiften bakılmadığını ve bu nedenle de orman, nehir ve sulak alan ekosistemlerini korumak için gerekli olan kaynağın yaratılmadığını görüyoruz.

Ekosistemi bir bütün olarak görmüyor, anlık çözümlerle sorunu halının altına süpürüyoruz. SKA’ların tüm hedeflerinde benzer yaklaşımı görebiliriz. Son yayınlanan IPCC raporu aslında bu yöntemin tam tersini tavsiye ediyor. İklim değişikliğinin etkilerini hafifletme ve bunlara uyum sağlamada hızlandırılmış ve adil iklim eyleminin, sürdürülebilir kalkınma için kritik öneme sahip olduğunu, örneğin şehirlerde park ve açık alan ağları, sulak alanlar ve kentsel tarımın sel riskini azaltabileceğini belirtiyor. Dünyada ve Türkiye’de mevcut su politikamızın su krizini ele alış biçiminde en büyük yanılgısı nedir?

Evet, bir önceki sorunun yanıtında da değindiğimiz üzere temelde yatan en büyük sorun, ekosistemi bir bütün olarak görmüyor olmamız. Bu noktada, biraz arka plan bilgisi aktarmakta fayda olabilir. Dünya Ekonomik Forumu, 2021 yılında olası bir su krizini, dünya ekonomisi için en çok endişe yaratan beş risk arasında gösterdi ve su yönetiminin sosyal, çevresel ve sürdürülebilirlik açısından halledilmesi gereken en önemli meselelerden biri olduğunu vurguladı.

Önümüzdeki 40 yıl içerisinde, dünya nüfusuna 2,5 milyar insanın daha eklenmesi bekleniyor ve artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için suya olan talep de büyüyecek. Ancak suya yönelik talep artışı, nüfus artışından daha hızlı. Örneğin, son yüzyıl içinde dünya nüfusu üç kat artarken su kaynakları talebi yedi kat arttı. Tatlı su kaynaklarının yaklaşık %70’i tarımda kullanılıyor. Artan nüfusun yanı sıra gelir ve tüketim düzeyinin yükselmesi ve gıda ürünlerine yönelik taleplerin artması da su kaynakları üzerinde ilave baskı yaratıyor. Uzmanlara göre bu talep artışını karşılayabilmek için tarımsal sulamada kullanılan su miktarının 2050 yılına dek iki katına çıkması gerekebilir.

Suya yönelik talep artışının en temel nedenlerinden biri suyun kullanım alanlarının çeşitlenmesi. Günümüzde su, enerji ve gıda üretimi dahil olmak üzere birçok ekonomik faaliyet için en önemli girdilerden biri. Yalnızca hidroelektrik üretiminde değil, fosil yakıtlar veya kaya gazı gibi yeni enerji kaynaklarının üretim süreçlerinde de su, yoğun bir şekilde kullanılıyor. Su kaynaklarının etkileri genellikle yerel ölçekte yaşansa da su güvenliği artık küresel bir mesele olarak tanımlanıyor. Örneğin, 2010 yılında Rusya’da yaşanan kuraklık, tarımsal ihracatın yanı sıra Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki tahıl fiyatlarını doğrudan etkiledi. Bununla birlikte, bu tabloya küresel iklim değişikliğinin etkileri eklendi; kimi yerlerde taşkın ve seller yaşanırken kimi yerlerde ise kuraklığa yol açarak zaman ve mekan açısından suya erişimde sıkıntılar yaratıyor.

Görüldüğü üzere değişen yaşam biçimimizle, suya olan talep bu derece artmış ve bu kadar çeşitlenmişken su kaynakları yönetimi anlayışının ve yöntemlerinin de paralel biçimde dönüşmesi gerekiyor. Su riskinin toplumlar, ekonomi ve ekosistemler için ortak bir risk olduğu artık aşikar. Su risklerine karşı önlem almak için de suyun yönetiminde sosyal, ekonomik ve çevresel koşulları bir bütün olarak ele almak durumundayız. Bu alanlardan herhangi biri ihmal edilirse örneğin, suyu yalnızca ekonomik girdi olarak ele alır ve suyun kaynağı olan doğal alanların korunmasını gözetmezsek su riskleriyle karşı karşıya kalmaya devam edeceğiz.

Türkiye özelinde bakarsak “Mevcut su politikamızda, yanılgıdan ziyade su konusuna yaklaşımdan kaynaklı ve yönetimsel sıkıntılar var” diyebiliriz. Türkiye için su, refah düzeyini artırıcı bir kaynak olarak görülüyor ve su yönetiminde kamu kuruluşları öteden beri kilit bir rol oynuyor. Ancak Türkiye’de su yönetimi konusunda çok sayıda kurum ve kuruluş yetki ve sorumluluk sahibi. Bu çok başlı durum, su ile ilgili hizmetlerin etkin yürütülmesini ve aynı zamanda katılımcılık ilkesinin sağlanmasını zorlaştırıyor. Su sektöründeki dağınık yapılanma ve farklı sorumluluklar, hizmetlerde maliyetin yükselmesine ve ölçek sorununa sebep oluyor. Türkiye’nin su politikasına baktığımızda, daha çok enerjide dışa bağımlılığı azaltmak, gıda güvenliğini sağlamak, tarımsal üretimi artırmak, kentsel, endüstriyel ve kırsal su talebini karşılamak, ekonomik ve sosyal gelişmede bölgeler arası farklılıkları gidermek gibi başlıklar altında şekillendiğini görüyoruz. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülke, su yönetimine ilişkin politikalarını belirlerken ekonomik kalkınmada suyun çok önemli bir yere sahip olduğu gerçeğini mutlaka göz önüne alması gerekiyor. Ancak ekonomik gelişmenin sürdürülebilir olması, mali ve sosyal sürdürülebilirlik kadar ekolojik sürdürülebilirliğe de bağımlı. Bu alanlardan herhangi birinde ortaya çıkacak sıkıntı, Türkiye’nin kalkınmasını da olumsuz etkileyecek.

Türkiye’den devam edecek olursak özellikle şiddetli kuraklıkla birlikte su yönetimi ve su stresi tartışmaları yeniden gündeme geldi. Barajların kar yağışlarıyla beraber dolmasıyla da gündemden düştü. Barajların doluluğu üzerinden su meselesini tartışmak bizi nereye götürür?

Bütün bilimsel veriler hem küresel ölçekte hem de Türkiye için su krizinin kapıda olduğunu ortaya koyuyor. Bugün artık iklim değişikliğinin etkilerini ülkemizin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası’nda ortalama sıcaklıkların artması, yağışların azalması ve kuraklık şeklinde yaşıyoruz. Musluğumuzdan akan ve kolayca erişilebilir gördüğümüz suyun değerini ne yazık ki barajlardaki su seviyeleri alarm verdiğinde fark ediyoruz.

Su kıtlığı durumunu tanımlamak için Falkenmark İndeksi kullanılıyor. İndekse göre kişi başına düşen yıllık su miktarı 1,700 m3’ten fazla ise o ülke “su sorunu olmayan”; 1,700-1,000 m3/yıl arasında “su sıkıntısı olan”; 1,000-500 m3/yıl arasında “su kıtlığı olan”; 500 m3’ten az olması durumunda ise mutlak su kıtlığı olan ülke olarak adlandırılıyor. Türkiye’de şu an kişi başına düşen su miktarı 1,400 m3/yıl. Türkiye halen Falkenmark İndeksi’ne göre “su sıkıntısı olan” bir ülke. Nüfusumuzun 2030 yılında 100 milyona ulaşacağından hareketle kişi başına düşecek su miktarının 1,120 m³/yıl olması öngörülüyor. Diğer bir deyişle Türkiye, su fakiri olma yolunda ilerliyor. O nedenle, su meselesini barajların doluluk oranı üzerinden tartışmak Türkiye’nin ekonomisinin ve sosyal refahının suya bağlı risklerle karşı karşıya olduğu gerçeğini görmezden gelmek anlamına geliyor.

Bir de termik santrallar, HES’ler ve JES’ler gibi enerji üretimi biçimlerinin ve madenciliğin su kaynakları üzerindeki yoğun baskısı var. Tarımdaki vahşi sulamanın da sonuçları aşikar. Su sıkıntısı yaşayan bir ülkede enerji kaynaklarının, madenciliğin ve tarımın baskısını nasıl yorumlayabiliriz?

Öteden beri tarımın en önemli girdilerinden biri olan su, günümüzde başta enerji üretimi olmak üzere sanayide de yoğun olarak kullanılan ve ikame edilemeyecek bir girdi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Elektrik Enerjisi Piyasası ve Arz Güvenliği Stratejisi’ne göre ülkemizdeki hidrolik enerji potansiyelinin tamamıyla kullanılması için 2023 yılına dek yenilenebilir enerjinin payının %30 oranında artırılması hedefleniyor. Ancak, hidrolik enerji planlama çalışmalarının, havza ölçeğinde yapılmayışı, hidrolojik sistemleri doğrudan etkilemekte ve bazı dere ve sulak alanların yok olmasına sebebiyet veriyor. HES’lerin öngörülen kapasitede elektrik üretebilmesi için yeterli miktarda suya ihtiyaç var. Türkiye’de hidroelektrik yatırımları hızla artarken nehir havzalarının mevcut durumu, iklimsel özellikleri, iklim değişikliğine karşı hassasiyetleri ve akarsu havzalarındaki olası etkileri teknik ve bilimsel çalışmalara dahil edilmemiş. 2014 yılında, özellikle Doğu ve Batı Akdeniz, Antalya, Seyhan ve Marmara Havzaları’nda enerji üretimi yapılan barajlardaki doluluk oranı bir önceki yıla göre yaklaşık %60 azaldı.

Yılın ilk yarısında, depolamalı HES’lerde öngörülen üretimin ancak %75’ine ulaşabilmiş, nehir tipi HES’lerde ise enerji üretimi bir önceki yıla göre %40 azaldı. Türkiye’deki nehir tipi HES’lerin çok büyük bölümünde su potansiyeli, uzun süreli akım ölçümlerinin mevcut olmadığı hidrolojik hesaplarla belirlenmiş durumda. Bu hesaplara, iklimin kendi doğal değişkenliği (mevsimsel, yıllar arası, 10 yıllık ve daha uzun süreli değişimler) ve iklim değişikliğinden kaynaklı etkiler de eklendiğinde, nehir akışlarının gelecekteki durumu konusunda belirsizlik artıyor.

Bazı bölgelerdeki HES’lerde elektrik üretimini ciddi şekilde etkileyebilecek hidrolojik değişkenlikler yaşanabilir. Büyük ölçekli altyapı projeleri ve madencilik faaliyetleri de su kaynakları ve özellikle sulak alan ekosistemlerini doğrudan etkiliyor. Öte yandan bu çeşit yatırımlar hem yapım hem de işletme aşamasında yoğun su tüketebiliyor veya su kaynakları üzerinde kirletici etki yaratabiliyor.

Tarım özelinde bakarsak Türkiye’de tatlı suyun %73’ü tarımda kullanılıyor ancak halen sulanan alanların %97’sinde yüzeysel sulama yöntemi uygulanıyor. Tarımda su genellikle açık kanallarla araziye getiriliyor, tava ve karıklarla alana aktarılıyor. Uygulama sırasında suyun bir kısmı henüz tarlaya ulaşmadan kanallardan buharlaşma veya sızıntılarla kayboluyor. Tarımda suyun verimli olarak kullanılması ise uygulanan sulama yöntemine bağlı. Damla sulama yöntemi ile ortalama %50 su tasarrufu sağlanabileceği varsayımı ile tarımsal sulamada tamamen bu sisteme geçebildiğimiz takdirde ülkemizde her yıl toplam 16 milyar metreküp su tasarrufu yapılması mümkün. Bu da 80 milyona yakın nüfusa sahip Türkiye’de, yaklaşık üç yıllık evsel su ihtiyacına denk düşüyor. Damla sulama kullanım oranının düşük olması, tarımsal üretimde aşırı su kullanımına neden olmakta ve bunun sonucunda su temininde önemli rolü olan birçok tatlı su ekosistemimiz, ekonomik ve ekolojik değerini yitiriyor.

Tarımsal faaliyetlerin su kaynakları ile doğrudan ilişkisi ve iklim değişikliğine karşı hassasiyeti, sektörü suya bağlı risklere daha açık hale getiriyor. Tarımda su kullanımının oluşturduğu risklerin en bariz gözlemlendiği yerlerden biri Konya Kapalı Havzası. Türkiye’deki şekerpancarı üretiminin %35’ini gerçekleştiren Konya Kapalı Havza’sında su kaynaklarının %88’i tarımsal üretimde kullanılıyor. DSİ tarafından yapılan “Kuyu Envanter Tespitleri” çalışması, bölgedeki 94 bin kuyudan 67 bininin ruhsatsız olduğunu ortaya koydu. Mevcut durumun devam etmesi halinde, 2025 yılından sonra yeraltı suyu çekiminin “fizibıl” olmayacağı belirtiliyor. Bu durum, başta tarımsal istihdam olmak üzere Türkiye ekonomisine önemli katkıları olan Konya Kapalı Havzası’nı ciddi ölçüde etkileyecek.

Her şeye çok ciddi zamlar geldiği gibi damacana su fiyatları da yükseldi ve musluktan su içme tartışmaları da alevlendi. Musluktan su içen bir toplumken damacanalara nasıl bağımlı hale geldik? Sanırım tüm bu tartışmanın başlangıç noktası temiz suyun bir insan hakkı olduğunun göz ardı edilmesi…

Temiz su, insan için olduğu kadar tüm canlılık için temel bir hak, tatlı su olmazsa yaşamdan söz edemeyiz. Bir hususa dikkat çekmekte fayda var: Genellikle barajlardan ayağımıza gelen bir kaynak olarak algıladığımız su, uzun serüveni boyunca önce dağların zirvesindeki kaynaklardan beslenerek ormanlarda düzenli akışa geçer, sulak alanlarda ve yeraltı kaynaklarında birikerek evlerimize kadar ulaşır. Nehirler, göller, deltalar gibi geniş bir yelpazeyi içeren sulak alan ekosistemleri, yeraltı sularını besler, taban suyunu dengeler ve su rejimini düzenler. Diğer bir deyişle, doğal alanlar ve özellikle sulak alan ekosistemleri, barajlardan evimize gelen suyun mevcudiyeti için kilit öneme sahip. Ancak, ülkemizde sulak alanlar ne yazık ki hızlı bir kayıp ile karşı karşıya. Türkiye’de son 50 yılda sulak alanların yarısı su miktar ve kalitesi bakımından sağlıklı yapılarını kaybetti. Bir başka deyişle üç Van Gölü büyüklüğünde sulak alanımız ekolojik işlevini yitirmiş durumda. Türkiye’deki sulak alanlarla ilgili son yüzyıldaki temel problem sulak alanların kurutulması oldu. Ayrıca, iklim değişikliğinin etkilerinin ülkemizin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası’nda ortalama sıcaklıkların artması, yağışların azalması ve kuraklık şeklinde görülmesi ile birlikte sulak alanlarda suyun miktarını olumsuz etkiliyor. Tarımda su kullanım yöntemlerimizin sulak alanlar üzerindeki olumsuz etkilerini, ülkemizde özellikle İç Anadolu ve Göller Yöresi’nde yer alan Seyfe Gölü, Burdur Gölü, Akşehir Gölü gibi alanlarda gözlemliyoruz.

Bunun en yakın tarihli örneği; 2021 yılında, Temmuz ayında Tuz Gölü’nde yaşanan toplu flamingo ölümleri oldu. Tuz Gölü, yeraltı sularının kontrolsüz yönetimi ve usulsüz yapılan su bentleri ile kuruyor; alan, akarsuların üzerine kurulan barajlar nedeniyle artık yalnızca yağmur suları ve drenaj kanallarından beslenebiliyor. Bu kanallardaki suların bilinçsiz ve orantısız kullanımıyla göl 4 kilometre kadar çekilmiş ve Türkiye’de yalnızca Gediz Deltası ve Tuz Gölü’nde üreyen flamingo türünün popülasyonunda büyük kayba neden oldu. Bunlara ilaveten ülkemizde sulak alanlar, evsel, endüstriyel ve tarımsal atıklarla her geçen gün daha da kirleniyor. Kirlenen su kaynakları yalnız biyolojik çeşitliliği değil, aynı zamanda geçim kaynakları suya bağlı olan çok sayıda insanı da doğrudan etkiliyor. Büyük Menderes Nehri, Eğirdir Gölü, Bafa Gölü, Tuz Gölü, Gediz Deltası, Uluabat Gölü, Beyşehir Gölü, Eber Gölü, Burdur Gölü ve Göksu Deltası kirlilikten etkilenen sulak alanların yalnızca birkaçı. Tüm bu bilgilerden yola çıkarak diyebiliriz ki Türkiye’nin su kaynakları için acil bir seferberlik başlatması gerekiyor. Doğada suyun doğduğu ve geçtiği doğal alanları korumak; tarımda sulama yöntemlerimizi iyileştirmek ve damla sulamaya geçmek; sanayide temiz üretim yatırımlarını hayata geçirmek; kentlerimizde şebekelerde kayıp ve kaçakları önlemek öncelikli olarak ele alınması gereken hususlar olarak karşımıza çıkıyor.

EkoIQ Editör