Agroturizm yatırımlarına öncelik vermemiz gerektiğine inanıyorum. Aslında bu alanda yapılan güzel işler de görüyoruz. Örneğin TaTuTa Projesi. Bu kapsamdaki çok sayıda çiftlikte özellikle kentli gençlerin tarımla, toprakla buluşması çok kıymetli bulduğum bir proje.
Bahar ÇINAR, Ziraat Mühendisi
Her zaman doğanın ritminin, insanın ritmiyle aynı olduğunu düşündüm. Doğanın hızına uyum sağlayabildiğimiz ölçüde sağlıklı ve huzurlu olabileceğimize inandım. Şimdi bir düşünün: Bir tohum toprağa ekilir, çimlenir, sabırla büyür; acele etmez. Hatta başında bekleriz, bir an önce büyüsün diye. Çünkü acelecilik bizlere özgüdür. Her şeye yetişmeye çalışan ancak yine de hiçbir şeye yetişemeyen, sürekli yetersizlik duygusu içinde oradan oraya koşuşturup duran bizlere… Doğadan kopuşu insanı aynı zamanda kendini korumaktan da uzaklaştırdı. Dolayısıyla kendi sonumuzu kendi ellerimizle hazırlama noktasına geldik. Beton yığınları içinde kurduğumuz yaşamlarımız bedensel ve ruhsal sağlığımızı bozmakla kalmadı, kimi zaman sonumuz oldu.
Yüzümüz Doğaya Dönük
Peki, yüzümüzü doğaya dönebilmemiz mümkün mü? Gerçekçi bir perspektiften bakarsak Modern Çağ’da tümüyle doğayla iç içe bir yaşam herkes için olanaklı değil elbette. Betonlaşan şehirlerdeki iş fırsatları ve sosyal imkanlar düşünüldüğünde şehir hayatının pırıltısı, her zaman kırsalda yaşamın zorluklarının önüne geçmiştir. Peki, kırsalı kendi imkanlarıyla daha yaşanabilir hale getirebilir miyiz? Kendi imkanlarıyla diyorum, çünkü Türkiye, iklimi ve coğrafi konumuyla hem doğal güzelliklere hem de ürün çeşitliliğine sahip bir ülke. Türkiye’nin doğal güzelliklerini turizmde değerlendirirken katma değerli tarımsal ürünlerinden gelir elde edilmesi de mümkün. Evet, tam olarak agroturizmden bahsediyorum. Agroturizm, tarımın ve turizmin birlikte yapıldığı, ekolojik sürdürülebilirlik açısından önemli bir yere sahip, turizm alt başlığıdır. Kazan-kazan yaklaşımıyla kırsal kalkınmaya destek sağlamanın yanında insanı doğayla kavuşturur. Böylelikle tersine göçü teşvik etmede etkili bir seçenek olarak değerlendirilebilir. Elbette buradaki asıl amaç turizm yığınları oluşturmak değil, doğal yaşamın özendirilmesi olmalıdır.
Tarımsal üretimin, üretim miktarından bağımsız olarak yeteri kadar değerlendirilemiyor, diğer bir ifadeyle üzerinden bir katma değer yaratılamıyor olması Türkiye’de tarım sektörü için en sık duyduğumuz eleştirilerden biri. Oysa kırsaldaki potansiyel bu bağlamıyla değerlendirildiğinde, örneklerini gördüğümüz ülkelerden hareketle rahatlıkla söyleyebiliriz ki salt tarımsal üretimle ulaşılması imkansız değerler yaratılması mümkün. Bunun da birçok yöntemi var. Genellikle ilk akla gelen üretilen ürünlerin sanayide işlenerek katma değer yaratılması olsa da en az bunun kadar kıymetli ve doğru değerlendiren ülkelere her yıl milyarlarca dolar döviz girdisi sağlayan diğer bir katma değer unsuru olarak da agroturizmi özellikle anmamız gerekiyor. Literatürde agroturizm; “tarımsal kaynakların sürdürülebilirlik ilkesiyle turistik amaçlarla kullanılması” olarak tanımlanıyor.
Ülkemizde Tarım Turizminden Neden Bahsedilmiyor?
Öncelikle yaşlanan çiftçi nüfusu ile ilişkilendirerek ülkemizde tarım turizminden neden bahsedilmediğine değinmeyi isterim. Türkiye’de 5 milyon civarında (yıllara göre değişmekle birlikte aşağı yukarı bu sayı korunuyor) tarımda çalışan kişi var. Çiftçilerin ortalama yaşı ise 58,1. Tarım nüfusu günden güne yaşlanıyor. Teknoloji çağında gençler için tarım artık bir işkolu olarak görülmüyor. Elbette bu yalnızca ülkemize özgü bir durum değil. Dünya genelinde de çiftçi yaş ortalaması ülkelere göre 50-60 yaş aralığında değişiyor. Çünkü kimse kırsalın kısıtlı sosyal olanaklarında, tarımın kendi doğasından kaynaklanan riskleriyle birlikte zor şartlar altında, nispeten düşük gelirli bir hayat sürmeyi istemiyor. Bu haliyle bakınca gerçekten hiç cazip görünmüyor. Öte yandan dünyanın birçok ülkesinin mevcut bu yapıyı cazip hale getirebildiğini görüyoruz. Üstelik agroturizm sayesinde tarımdan kopuşların önüne de geçiliyor.
Bir Yanımızda Alpler Bir Yanımızda Kars
Şimdi sizi bambaşka bir fikri düşünmeye, örneğin İsviçre’nin kırsalını hayal etmeye davet ediyorum. Alplerin yamaçlarında otlayan Holstein’leri ve doğal güzelliklerini düşünün. Bizim Kars’a çok benzeyen bir bölge. Hatta dünyaca ünlü gravyer peyniri dünyada yalnızca iki yerde yetiştirilebiliyor: Biri İsviçre’nin bu peynire ismini veren kasabası, diğeri ise Türkiye’nin Kars’ı. Bunun gibi çok sayıda örnek var ama ben şimdilik bunun üzerinden devam edeceğim.
Coğrafi ve iklimsel açıdan birbirine çok benzer iki bölge. Hatta Kars gravyerinin tarihine baktığımızda da yörenin ekolojisinin hayvancılığa ve gravyer pey-niri üretimine elverişli olduğu anlaşılınca Rusların daveti üzerine İsviçrelilerin Kars’a gelip ilk mandırayı kurduklarını ve Anadolu’ya gıda mirası olarak Kars gravyerini bıraktıklarını görürüz.
Ama ne yazık ki aradaki benzerlik coğrafi ve iklimsel uyumla bitiyor. Kars’ın bir köyü ile İsviçre’deki bir köy arasındaki farklar kırsal altyapıdan, köydeki evlerin yerleşim ve mimarilerine, gelir düzeyinden erişilebilirliğe kadar saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok. Bu noktada belirgin ve diğerleriyle de büyük ölçüde ilişkili olan agroturizm yatırımları karşımıza çıkıyor. Evet, İsviçre’nin Gruyeres bölgesi tam da bir agroturizm bölgesi ve her yıl çok sayıda turist buraya gidiyor, peynir yapımının aşamalarına tanık oluyor. Bunu yaparken de gittikleri köylerdeki otellerde konaklıyor, üretimine tanık oldukları peynirler başta olmak üzere birçok yerel ürünü satın alıyorlar. Daha da önemlisi daha iyi bir altyapı, daha iyi konaklama alanları ve sosyal alanlar talep ediyorlar. Haliyle İsviçre köylerine hem bu yatırımlar yapılıyor hem bu yatırımlarda çalışacak insanlara ihtiyaç duyulduğundan istihdam sağlanıyor hem de gelen turistler para harcadıkları için kırsalda en küçük esnaftan, ürünlerini satan yerel çiftçilere kadar herkesin faydalandığı bir döngü yaratılıyor. İşleyişin tümüne birden de kırsal kalkınma diyoruz. Bunun bir sonucu olarak sıradan bir köy her yıl net nüfus azalması yaşarken İsviçre’nin bu köyleri bırakın nüfus azalmasını dışarıdan göç alıyor. Elbette yalnızca İsviçre’de değil, İtalya, Fransa, Almanya, ABD’nin çeşitli eyaletleri, İngiltere, Yeni Zelanda, Avusturya gibi daha pek çok ülkede agroturizm örneklerine rastlamamız mümkün.
Agroturizm Yatırımlarına Öncelik Vermeliyiz
İşte bizim de bu modeli örnek alarak hem kırsal kalkınma tarafında hem tarımsal potansiyelimize daha yüksek bir katma değer yaratma noktasında agroturizm yatırımlarına öncelik vermemiz gerektiğine inanıyorum. Aslında bu alanda yapılan güzel işler de görüyoruz. Örneğin TaTuTa Projesi. Bu kapsamdaki çok sayıda çiftlikte özellikle kentli gençlerin tarımla, toprakla buluşması çok kıymetli bulduğum bir proje. Aslında 2003 yılında geliştirilen proje, 2004-2006 yılları arasında yürütüldü ve tamamlandıktan sonra kendi kendini döndüren bir programa dönüştü. Ta-TuTa, Buğday Derneği tarafından yürütülen Ekolojik
Çiftliklerde Tarım Turizmi ve Gönüllü Bilgi Tecrübe Takası projesinin kısa adı. WWOOF (Worldwide Opportunities on Organic Farms / Organik Çiftliklerde Uluslararası Fırsatlar) ağının da Türkiye temsilcisi. 2003 yılında 25 ev sahibi ile başlayan TaTuTa, bugün 74 ev sahibi ile devam ediyor.
Worldwide Opportunities on Organic Farms (WWOOF) ise insanları doğa dostu çiftçilerle buluşturmak, bilgi takasını teşvik etmek ve ekolojik tarım uygulamaları konusunda bilinçli küresel bir topluluk oluşturmak için çabalayan dünya çapında bir hareket. 1971 yılında kurulan WWOOF, dünyanın ilk eğitsel ve kültürel değişim programlarından biri. Bugün WWOOF dünya çapında 132 ülkede mevcut. TaTuTa Projesi’ne geri dönersek projenin ana amacı, Türkiye’de ekolojik tarımla geçinen çiftçi ailelerine mali, gönüllü işgücü ve/veya bilgi desteği sağlayarak ekolojik tarımı teşvik etmek ve sürdürülebilirliğini sağlamak. TaTuTa Programı (yurt dışında bilinen ismiyle WWOOF Turkey) bugün aynı amaç doğrultusunda gönüllü ziyaretleriyle devam ediyor.
Bu yazı, ekoIQ’nun 111. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.