Özellikle son 20 yıl içerisinde dünyanın risk profilinde yaşanan büyük değişim ile birlikte değişen paydaş beklentileri ve artan regülasyonlar, şüphesiz sürdürülebilirliğin kurumların ve bireylerin gündeminin en önemli maddelerinden biri haline getirdi.
YAZI: Prof. Dr. Güler ARAS, Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü Öğretim Üyesi
Son dönemde, iklim değişikliğinin sebep olduğu çevresel riskler başta olmak üzere sosyal ve teknolojik risklerin soyuttan gerçekliğe evirildiği bir ortamda, hükümetler, kurumlar ve bireylerin “sürdürülebilirliğe bakış açılarında” hızlı ve radikal bir dönüşüme şahitlik ediyoruz. Oysaki bugün bildiğimiz şekliyle sürdürülebilirliğin yolculuğu 35 yıl öncesi başladı. Her ne kadar kökeni çok daha eskilere gitse de bugün anladığımız şekliyle sürdürülebilirlik kavramı, Dr. Gro Harlem Brundtland liderliğinde, Birleşmiş Milletler için hazırlanan “Ortak Geleceğimiz” ya da “Brundtland” olarak da bilinen raporda doğuyor. Raporda, “Bugünün ihtiyaçlarını, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama kabiliyetinden ödün vermeden karşılamak” olarak tanımlanan sürdürülebilir kalkınma kavramı, önceki tanımlarından farklı olarak ilk kez, insanlığın gelişimini kaynakların mümkün olan en iyi şekilde yönetilmesi ihtiyacı ile ilişkilendirmiş oldu. Böylelikle sürdürülebilirliğin sınırları “çevre” boyutunu aşarak ekonomik ve sosyal boyutları da içeren bir kapsama ulaşmış oldu.
Ve belki de ilk kez, dünyanın sandığımız kadar sınırsız kaynaklarının olmadığı, sürdürülebilirlik ve sürdürülebilir kalkınma için küresel yaklaşım ve çözümlere ihtiyacımızın olduğunun altı net bir şekilde çizilmiş oldu. Bugün gelinen noktada ise, özellikle son 20 yıl içerisinde dünyanın risk profilinde yaşanan büyük değişim ile birlikte değişen paydaş beklentileri ve artan regülasyonlar, şüphesiz “sürdürülebilirlik” konusunu kurumların ve bireylerin gündeminin en önemli maddelerinden biri haline getirdi. Son yıllarda ivmesi artan sürdürülebilirlik çabaları bize ne söylüyor? Atılan adımlar sürdürülebilir bir gelecek için yeterli mi? Bu sorulara yanıt verebilmek için sürdürülebilirliğin yolculuğuna çıkmaya davet ediyorum sizleri. #ekoIQ’nun 100. özel sayısı için kaleme aldığım bu yazının tüm okuyuculara, özel ve keyifli bir deneyim sunmasını diliyorum.
İklim Değişikliğiyle Mücadelenin 30. Yılındayız
Küresel ısınmaya yönelik hükümetler arası ilk sözleşme olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni (United Nations Framework Convention on Climate Change, UNFCCC) Avrupa Birliği ile birlikte 191 ülkenin imzalamasının üzerinden yaklaşık 30 yıl geçti. Geçtiğimiz sene Türkiye’nin de onaylamasıyla ismini sıkça duyduğumuz Paris Anlaşması’nın da temellerinin dayandığı UNFCCC kapsamında her yıl yapılan, COP (Conferences of the Parties) olarak bilinen taraflar toplantılarında imzalanan protokoller çerçevesinde geçen sürede istenen etkiye ulaşılamaması her yıl bu toplantıların hayal kırıklığı ile sonuçlanmasına sebep oldu uzun süre. Bu durum, 2015’te Paris’te gerçekleşen COP21’de 197 taraf temsilcisinin müzakeresi sonucu oybirliği ile kabul edilen Paris Anlaşması ile bir nebze olsun değişmiş oldu. İklim değişikliği ile mücadelede bir dönüm noktası olarak kabul edilen Paris Anlaşması ile ilk kez devletler hukuki olarak da bağlayıcılığı olan bir anlaşmaya imza atmış oldular. Amacı, küresel ısınmayı sanayi öncesi seviyelere kıyasla 2’nin altında, tercihen 1,5 santigrat derece ile sınırlamak olan Paris Anlaşması çerçevesinde taraflar, 2050’ye kadar iklim nötr bir dünyaya ulaşmak için seragazı emisyonu azaltımı taahhüdünde bulundular.
En son geçtiğimiz yıl düzenlenen ve temel odağı ülkelerin toplantıdan önce sunmaları istenen yeni ve güncellenmiş, ulusal olarak belirlenmiş katkılar (NDC’ler) olan COP26’da ise sözleşmeye taraf olan 197 ülkenin tamamı Glasgow İklim Paktı’nı imzalamakla birlikte, ‘2030’a kadar küresel ısınmayı sanayi öncesi seviyelere kıyasla 1,5 santigrat derece ile sınırlama’ hedefinin kabul edilmemesi büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Zira, UNFCCC tarafından Eylül 2021’de yayınlanan NDC Sentez Raporunda da sunulduğu gibi, yeni ve güncellenmiş NDC’ler Paris Anlaşması’nın sıcaklık hedefine ulaşmak için çok yetersiz. UNEP’in yayınladığı 2021 Emisyon Boşluğu Raporu da, UNFCCC raporunun bulgularını doğruluyor. Yeni ve güncellenmiş NDC’lere ek olarak 2030 için açıklanan azaltım taahhütlerini de dikkate alan Rapor, yeni ve güncellenmiş NDC’lerin ve 2030 için ilan edilen taahhütlerin, küresel emisyonlar ve 2030’daki emisyon açığı üzerinde yalnızca sınırlı bir etkiye sahip olduğunu, öngörülen 2030 emisyonlarını önceki koşulsuz NDC’lere kıyasla yalnızca yüzde 7,5 oranında azalttığını ortaya koyuyor. Oysaki Paris Anlaşması’nın küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlandırma hedefi için bunun %55; 2°C ile sınırlandırmak için ise %30 olması gerekiyor.
Son 30 Yılda IPCC’den Gelen En Ciddi Uyarı
İklim değişikliği ile ilgili bilimi değerlendirmek üzere 1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından kurulan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (The Intergovernmental Panel on Climate Change – IPCC), hükümetlere iklim politikaları
geliştirmeleri için kullanabilecekleri en kapsamlı bilimsel bilgiyi sunan girişimlerin başında yer alıyor kuşkusuz. Dünyanın her yerinden binlerce bilim insanının katkısı ile hazırlanan “İklim Değişikliği Değerlendirme Raporları”, iklim değişikliğinin itici güçleri, etkileri ve gelecekteki risklerine ilişkin yayımlanan binlerce bilimsel makalenin güçlü bir sentezini içeriyor. İlki 1990 yılında yayınlanan değerlendirme raporlarının en günceli olan altıncısının ilk üç bölümü ise 2021 ve 2022’de yayınlandı. Son olarak 6. Sentez raporunun da bu yıl içerisinde yayınlanması bekleniyor. 1990’dan itibaren yayınlanan raporların kuşkusuz hiçbiri son rapor kadar ses getirmedi. Hem dünyada hem ülkemizde yaşanan orman yangınları, aşırı sıcak hava dalgaları ve sellerin yaşandığı bir dönemde açıklanan rapor, dünyanın kırmızı alarm verdiğini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koydu.
Bilim insanlarının her bölgede ve tüm iklim sisteminde dünyanın iklimindeki değişiklikleri gözlemlediği raporda, gözlemlenen değişikliklerin çoğunun, binlerce yıldır görülmemiş düzeyde olduğuna dikkat çekiliyor. Ve halihazırda harekete geçmiş olan bazı değişikliklerin ise yüz binlerce yıl boyunca geri döndürülemeyecek seviyeye ulaşmış olduğu belirtiliyor. İnsan eylemlerinin, iklimin gelecekteki seyrini belirleme potansiyeline sahip olduğuna vurgu yapan rapor, aynı zamanda karbondioksitin iklim değişikliğinin ana itici gücü olduğuna dair açık kanıtlar sunuyor. İklimi stabilize etme noktasında seragazı emisyonlarında güçlü, hızlı ve sürekli azalmayı sağlamanın ve net sıfır karbon emisyonlarına ulaşmanın gerekliliğine dikkat çekmekle birlikte bunu da önümüzdeki birkaç yıl içerisinde yapmak zorunda olduğumuzu vurguluyor.
“İklim Riski=Finansal Risk”
Küresel finansal sistemi izleyen ve tavsiyelerde bulunan uluslararası bir organ olan Finansal İstikrar Kurulu (The Financial Stability Board) 2017 yılında, finansal sitemlerin iklim riskine maruz kalmasına dikkat çekmek için İklimle Bağlantılı Finansal Beyan Görev Gücü’nü (TCFD: The Task Force on Climate-related Financial Disclosures) kurarak kurumlar için gönüllü bir çerçeve oluşturdu. İklim riskinin tetiklediği finansal riskin ne derece tehlikeli olduğuna vurgu yapan ve bunun yönetilmesi için öneriler seti sunan bu çerçeveyi, geçmişte çok az sayıda kurum ve kuruluş destekleyip benimserken özellikle iklim değişikliğinin etkilerini çok somut bir şekilde hissettiğimiz son 1-2 yıl içerisinde önemli bir ivme yaşandı. Bugün 28 trilyon doların üzerinde bir piyasa değerini temsil eden 3.000’den fazla kuruluş bu yapıya destek veriyor. İngiltere dahil Avrupa Birliği, TCFD’ye dayalı raporlama gerekliliklerini açıkladı. Çok yeni olarak da ABD Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu SEC de TCFD destekçileri arasında yer aldı. Dolayısıyla finansal piyasalar ve yatırımcılar nezdinde “iklim riskinin finansal risk olduğu” konusunda çok net bir fikir birliği sağlanmış durumda. İklim riskleriyle mücadeleye ne kadar önem verilirse finansal riskleri de o kadar öngörülebilir hale getireceğimiz çok aşikar.
Kurumsal Raporlamada Paradigma Değişimi ve Entegre Düşünce
Sürdürülebilirlik raporlaması için ilk küresel çerçeveyi sağlayan, Küresel Raporlama Girişimi (GRI) standartlarının ilkinin yayınlanmasının üzerinden 22 yıl geçti. Kurumlar için en temel şeffaflık aracı olan raporların da geçen süreçte çeşitliliği artarken, kapsamı da genişledi. Raporlama ekosistemindeki çeşitlilik, yatırımcıların karar alma süreçleri açısından çok önemli bir zorluğu da beraberinde getirdi. Hem halka açık şirketler hem de onların sermaye sağlayıcıları için sürdürülebilirlikle ilgili kısaltmalar bile bu zorluğun en basit göstergelerinden sayılır: GRI, SASB, TCFD, OECD, IIRC, SDG, PRI, UNGC, WEF, IFRS, EFRAG, CSRD…
2021’e geldiğimizde ise yatırımcılar ve fon sağlayıcılar başta olmak üzere paydaşların değişen bilgi gereksinimlerine yanıt olarak, COP26’da raporlama dünyasından heyecan verici bir açıklama geldi. Uluslararası Finansal Raporlama Standartları – IFRS Vakfı, zirvenin en önemli girişimi olarak da değerlendirilen Uluslararası Sürdürülebilirlik Standartları Kurulu’nun (ISSB) kuruluş duyurusu yaptı. Sürdürülebilirlik raporlamasını finansal raporlama ile aynı temele oturtmayı ve bu doğrultuda küresel sürdürülebilirlik açıklama standartlarını geliştirmeyi amaçlayan ISSB’nin yatırımcılara karşılaştırılabilir ve tutarlı raporlama sağlama konusunda önemli bir potansiyel sunması bekleniyor. Zira, IFRS Vakfı, önde gelen yatırımcı odaklı sürdürülebilirlik standart ve çerçeve sağlayıcı kuruluşların başında gelen Değer Raporlama Vakfı – VRF ve İklim Beyanları Standartları Kurulu’nun – CDSB ile güçlerini ISSB çatısı altında birleştirme kararını da açıkladı.
IFRS Vakfı çatısı altında, Uluslararası Muhasebe Standartları Kurulu (IASB) ile işbirliği içinde çalışacak olan ISSB, geliştireceği küresel raporlama formatında, yeni bir çerçeve yaratmak yerine mevcut çerçeve, standart ve tavsiyeleri temel alacağını açıklarken; önde gelen sürdürülebilirlik standart ve çerçeve sağlayıcı kuruluşları olan Değer Raporlama Vakfı (VRF), İklim Beyanları Standartları Kurulu (CDSB), İklimle Bağlantılı Finansal Beyan Görev Gücü (TCFD) ve Dünya Ekonomik Forumu, IFRS Vakfı’na destek olmayı, finansal raporlama ve sürdürülebilirlik açıklamaları arasında bağlantıyı oluşturmak üzere ISSB altında birlikte çalışmayı taahhüt ettiler. Entegre düşünce temeline dayanan Entegre Raporlama (ER) Çerçevesinin ilke ve kavramları, “IFRS Muhasebe Standartları” ile yeni “IFRS Sürdürülebilirlik Açıklama Standartları” arasındaki bağlantı için güçlü bir temel oluşturacak.
IASB ve ISSB, ER Çerçevesinden yararlanmaya yönelik en iyi yaklaşımı belirlemek üzere titiz bir yasal süreç takip edecek ve bu çerçevenin ilkelerinin ve kavramlarının küresel kurumsal raporlama düzenine rehberlik etmesi sağlanacak. ISSB standartlarının bazı kurum ve kuruluşlar için yerel düzenleyiciler tarafından zorunlu hale getirilmesi ve bazı kuruluşlar için ise ilk aşamada gönüllü olarak benimseneceği, zamanla zorunlu hale geleceği öngörülüyor.
Sürdürülebilirliğin yolculuğu artık tek başına doğru yönde ilerlemek yeterli değil, yeterli hıza ulaşmak gerekiyor! Dünya Ekonomik Forumu Başkanı Borge Brende’nin de söylediği gibi “Gezegenimiz yanıyor ve bununla başa çıkmak zorundayız”. Küresel iyileşme için her zaman vurguladığım gibi kararlı, samimi işbirliği ve güç birliği başarının temel anahtarı. Zira, kurumsal raporlama ekosisteminde Çevresel, Sosyal ve Yönetişim (ESG) ölçütlerine yönelik küresel kamu-özel sektör çabası, küresel işbirliği potansiyelinin umut verici örneklerinin başında geliyor. Bu örneklerin sayısının artması gerekliliğinin yanı sıra, doğru yönde ilerlerken yeterli hıza ulaşmak da başarıya ulaşma yolculuğumuzda büyük önem taşıyor.