Sürdürülebilirlik Nereye Takılıyor?

Paralel ama birbiriyle hiç çakışmayan iki ayrı dünyada yaşıyor gibi hissediyoruz bazen. Bizim bulunduğumuz noktadan bakınca, sanki sürdürülebilirlik ana akım haline gelmiş, bireyler ve kurumlar birbirleriyle yeşil yarışa girmişler gibi görünebiliyor. Ama içinde yaşadığımız o evrenin içinden çıkıp, toplumun çok daha büyük bir kesiminin yaşadığı, ürettiği tükettiği alanlara, süpermarketlere, organize sanayi bölgelerine, sitelerine, tesislere gidince işin hiç de öyle olmadığını fark ediveriyoruz. Yapılan çok önemli düzenlemeler, iyileştirmeler ve çabalar, aslında mikro bir evrende gerçekleşiyor, milyonlarca kişinin yaşadığı öteki makro evrende ise, birçok şey eskisi gibi, bildik, karadüzen sürüyor.
Bu evrenlerin kesiştiği anlar insanı umutlandırıyor ama bu çarpışmaların seyrekliği ise insanı pesimizme sürüklüyor. Ama asıl soru da bu değil mi? Bu iki evrenin kesişme noktalarını nasıl çoğaltacağız? Sürdürülebilirliği nasıl ana akım, yeni normal haline getireceğiz? Ve daha analitik düzeyde, bütün bu çabalar nerelere takılıyor? Engeller, kör noktalar, direnç alanları, hatalar, eksikler nerede? Bu açmazdan nasıl kurtuluruz? Bir Çoban Matı mümkün mü, yoksa her şey adım adım, mevzi mevzi mi kazanılacak? Değiştirmemiz gereken sadece başkaları mı, yoksa işe kendi bakış açımızdan mı başlamalıyız? Bakış açılarımız bizatihi, sorunun kendisinin kaynaklarından biri mi?
Ya da bu karmaşık yumağın, en kolay çözülecek ucu neresi? İpin ucunu nereden tutarsak daha hızlı, daha sağlam adımlarla ilerleyebiliriz?
İşte bütün bu soruları yönelttik bu sefer, aklına, bilgisine, duruşuna, samimi çabasına inandığımız akıllara. Ve gerçekten önemli noktalara temas eden, zihin açıcı, parlak fikirlerle karşılaştık.
Sizlerle sayfalarımızda paylaştığımız bu fikirlerin bileşkesinden, oluşturduğu düşünsel platformdan yeni bir yol ve zemin doğabilir mi? Doğabilir hatta doğması için belki de başka yol yok. Tartışmaya yeni katılımlar her zaman kabulümüz, çünkü eğer tek bir şeyden eminsek, o da bu sürecin çok akıllı bazı bireyler ve uzmanlarla değil, sürdürülebilirliğin ruhuna uygun kolektif çabalarla, ortaklaşmalarla, işbirlikleriyle, melez fikirlerle, iç içe geçmiş yoğunlaşmalarla ilerleyebileceği.
Aysun Sayın,
Boyner Holding Kurumsal Sorumluluk ve Sürdürülebilirlik Müdürü
“Sürdürülebilirliğin Lokomotifi Yurttaşlar Olmalı”

Sorunuzun pek çok nedeni var, bunların biri sürdürülebilirlikten ne anladığımız veya neyi anlamayı tercih ettiğimiz ve bununla bağlan­tılı olarak sürdürülebilirlikle ilgili bütünlüklü bir tasarımın hem kamu politikalarında hem de bu çalışma­ları yürüten kurumlarda olmayışı. Baktığımızda gördüğümüz şeyin yalnızca projeler olması bile bunun bir kanıtı. Politikalarımız yok, sür­dürülebilirliğe ilişkin tasarımlarımız yok. Parçalayarak ele alıyor, sürdü­rülebilirlik bileşenlerinin birbirle­riyle olan bağlantılarını görmezden geliyor veya göremiyoruz. Bu hem kamu politikaları, hem de bu çalış­maların altına imza atan kurumlar için bir eleştiri. Sürdürülebilirlik çalışmalarında belli bir bileşene, uzmanlaşmaya karşı değilim ancak bu diğer bileşenlerin topyekûn göz ardı edilmesi durumunu eleştiriyo­rum ve bu durumun kendisinin sür­dürülebilirliğin memlekette anlaşıl­ması, yaygınlaşması, içselleştirilmesi ve ana akım politika olarak kamu­da, şirketlerde, kâr amacı gütmeyen kurumlarda ele alınmıyor olmasına neden oluyor. Hatta daha da fenası tüketicilerin ve yurttaşların yapılan işlere inancı ve katılımını, takdir ve desteklerini engelliyor.
Sürdürülebilirlik çok geniş bir alanda sorumluluk almayı, riskleri belirlemeyi ve yönetmeyi, sürekli iyileştirme tasarımları yaptırmayı gerektiriyor. Burada elbette bir anda hemen her konuda yeter adım­ları atmayı beklemiyorum ancak en azından kurumların üretim ve operasyonlarıyla ilgili alanlarda ön­celikli tedbirleri almasını önemli bu­luyorum. Burada da bence iki temel soruya yanıt verebilmek gerekiyor. Birincisi kurum olarak faaliyet ala­nım, operasyonlarımla ilgili ne tür adımları sürdürülebilirlik ekseninde alıyorum; ikincisi bu attığım adım kendi mutfağımdan mı başlıyor, yoksa toplumsal yatırım projelerim ile kendi mutfağımda neden oldu­ğum negatif etkilerin üzerini mi ka­patmaya çalışıyorum.
Bir diğer önemli soru: Sürdürüle­bilirlik çalışmalarına nasıl yaklaşı­yorum, en temel yasal sorumluluk­larımı yerine getirmezken popüler başka adımlar mı atıyorum? Örne­ğin; insan sağlığını ve güvenliğini önemli ölçüde tehdit eden operas­yonlarım var ve bu operasyonlarımı çalışan hakları, sağlık ve güvenlik bağlamında ele almazken, toplum­sal yatırım projeleri ile sürdürüle­bilirlik çalışmalarımı mı öne çıkarı­yorum? Veya operasyonlarım büyük ölçüde enerji ve su harcaması ya­parken, atıklarım ekosistemi tehdit ederken ben sürdürülebilirlik diye öne sadece kâğıt tasarrufu sağlama­yı, çalışanların davranış değişikliği ile hedeflere ulaşmayı amaçlayan başka projeleri mi vitrine koyuyo­rum.
Yanlış anlaşılmasın, yapılan her­hangi bir iyi adıma karşı değilim veya olumsuzlamıyorum; sadece bu adımlar sorumluluklarımı yerine ge­tirmiyor olmamı kamufle eden, beni de bir şey yapıyor gösteren adımlar mı; bunların sorulması gerektiğine inanıyorum. Yine de söylemeliyim her iyi adım yaşam için kıymetlidir.
Temelde şuna inanıyorum, sürdü­rülebilirlik yaşamı gözetmektir. Bunun altında ekonomik, çevresel ve sosyal pek çok konu var ama temelde yaşamı gözetmek olarak özetleyebilirim. Gözetmek belki naif bir kelime oldu ama şirketler için bu gözetmek kelimesi mevcut durumda daha uygun sanki… Sivil toplum kuruluşları içinse bu yaşa­mın sürekliliğini savunmak olarak tanımlayabilirim. Kamu içinse yaşa­mın sürekliliğini sağlayacak kamu düzenlemelerini yapmak ve uygula­maktır. Gözetmek sadece iyi niyetli bir beyan anlamına gelmiyor; gözet­mek tüm karar ve icraatlarımda bu gözetmeyi başa almak, sürdürülebi­lirliği bir yönetim stratejisi olarak görmek anlamında. Bu sadece ku­rumsal vatandaşlık konusu değil, aynı zamanda yaşamın sürekliliği yoksa, ürün ve hizmetlerimin de alı­cısı yok, yani finansal varlığım teh­dit altında demek. Burada bir şeyin daha altını çizmek gere: Sürdürü­lebilirlik bir sosyal sorumluluk de­ğil- mevcutta sıkla duyduğumuz ve gördüğümüz örneklerinin aksine- sürdürülebilirlik şirketlerin finansal varlıklarının, hisselerinin değerleri­nin, öncelikli sorumlu olduğu pay­daşlarına karşı sorumluluklarının karşılanması için gerekli bir yöne­tim aracı, iş yapmada dikkate alın­ması gereken konular bütünüdür.
Özetlersem, kamu düzenlemeleri bütünlüklü ve yeterli değil, hem izleme yok, hem de sürdürülebilir­lik ilkeleriyle çalışan ve çalışmayan şirketleri birbirlerinden ayıracak denetim ve teşvikler yetersiz. Hatta yasal zorunlulukların yerine getiril­mesini sağlayacak denetimler yeter­siz ki, bu haksız rekabete de neden oluyor. Şirketler içinde çoğu zaman sürdürülebilirlikle ilgili strateji ve tasarım eksikliği var, bu da araçları amaç olarak görmeye neden oluyor; bir hızla herkesin raporlama hede­fi ile çalışması gibi. Sivil toplumda alanlar arası diyalog eksikliği var ve bütünlüklü sürdürülebilirlik sa­vunusunda maalesef sivil alanda da politika eksikliği doğal olarak lobi ve savunu eksikliği, yaşıyoruz.
Bence bizim gibi ülkelerde, tüketici­nin ve tüketimin arttığı toplumlarda sürdürülebilirliğin lokomotifi yurt­taşlar, tüketiciler olacak, olmalı. Çalışmaları onların farkındalığını artırmaya, tüketimden gelen güç­lerini kullanacakları baskı grupla­rı oluşturmaya yönelik planlamalı ve aktivizm oluşturmalı. Bu hem sürdürülebilirlik çalışmalarını iv­melendirecek, hem de bu alanda faaliyet yürüten şirketleri yürütme­yenlerden ayıracaktır. Bu ayrım bu bağlamda kıymetlidir ve politika ve uygulamaların yaygınlaşması için iyi işler yapanları hep beraber görünür kılma, tercih etme sorumluluğumuz var diye düşünüyorum.

Önerilen makaleler