2004 yılından beri Türkiye’de faaliyet gösteren Bölgesel Çevre Merkezinin (REC) Türkiye Direktörü Sibel Sezer, hem kamuya hem de özel sektöre yönelik eğitim program ve çalışmalarını EKOIQ’ya anlattı.
Bölgesel Çevre Merkezi (REC) ile ilgili biraz bilgi verebilir misiniz?
Bölgesel Çevre Merkezi (REC), özellikle Sovyetler Birliği çöktükten sonra, Orta Avrupa’da sivil inisiyatiflerin ve demokratikleşmenin güçlenmesine katkı sağlaması için 1990 yılında Macaristan’da kurulmuş. REC Sözleşmesine şu anda 29 ülke, artı Avrupa Birliği taraf. Türkiye de 2004 yılında sözleşmeye imza attı. 17 ülkede ofisimiz var ve en yenisi de 2004 yılında kurulan, Türkiye ofisimiz.
Peki, ana çalışma alanınız nedir?
REC genel olarak konu odaklı çalışmalar yapıyor. Tek başına çevre koruma hiçbir zaman yapmıyor. REC’in en güçlü olduğu konular çevre hukuku, çevre politikası ve finansmanı. Bir de tabii iklim değişikliği bölgesel programlan. Özellikle Balkanlarda çok ciddi bir sorun olan bölgesel su yönetimi projelerinde de önemli roller oynamış. Hatta bir ara Kosova’da ilk uluslararası kuruluş konumundaymış. Dolayısıyla Avrupa kıtasında uzun yıllardır çalışan ve bu nedenle çok iyi bilinen; özelikle de sürdürülebilir kalkınma konusunda tanınmış bir kuruluş.
Türkiye’de hangi konuda çalışıyor REC?
Türkiye’de çalışma alanlarımızı biraz daha sınırlı tutuyoruz. En yoğun çalıştığımız konu Avrupa Birliği uyum süreci ve çevre müktesebatı. Çevre faslının açılması tabii bizim faaliyetimiz açısından çok iyi oldu. Bir diğer çalışma alanımız da tabii ki iklim değişikliği. İklim değişikliği zaten artık her çevre kuruşunun olmazsa olmaz konusu.
İklim değişikliği konusunda ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
Çalışmalarımızın önemli bir ayağını özel sektöre yönelik faaliyetler oluşturuyor. 2004 yılından beri yaptığımız bu çalışmaların ilki Avrupa Çevre Ödüllerine Türkiye’nin de dahil edilmesi oldu. Avrupa Birliğine üye olmayıp da çevre ödüllerine dahil olan tek ülke Türkiye ve bu çalışma REC Türkiye tarafından yürütülüyor. İki yılda bir Türkiye’de bir seçim süreci yönetiyoruz ve seçilen şirketler Brüksel’de diğer Avrupa şirketleriyle yanşıyor. Dolayısıyla Türkiye firmaları, Avrupalı şirketler arasında yarışma fırsatı buluyor. Çok prestijli bir de ödül töreni var. Çevre Ödüllerinde resmi ortağımız da TÜSİAD.
Bunun dışında REC’in özel sektöre yönelik çeşitli eğitim programlan var. Bunlardan biri Boğaziçi Üniversitesiyle ortak düzenlediğimiz Kurumsal Sürdürülebilirlik Sertifika Programı. Sürdürülebilirlik raporlaması konusunda en yetkin kurumlardan biri olan Carbon Reduction Institute (CRI) da bu eğitim programımızdaki ortaklarımızdan biri. CRI son derece yetkin ve kredibilitesi yüksek bir kurum; dolayısıyla onların okeylediği sürdürülebilirlik raporları, Avrupa borsalarında çok genel bir kabul görüyor.
Bu eğitimi kimlere veriyorsunuz?
Bu eğitimi farklı kurumlarla ortak düzenliyoruz. Buradaki amacımız özel sektörü hem teknik, hem de yönetici düzeyinde eğitmek. Örneğin biri, teknik olarak çevre korumadan ya da süreç yönetiminden anlamıyor olabilir ama sonuçta o birimin yöneticisi. “Sürdürülebilirlik raporlaması talep ediyorum” diyecek ya da bir yapısal değişikliğe karar verecek kişilerin, neden konunun bu kadar önemli olduğunu anlamaları gerekiyor. Özellikle de kurumsal sosyal sorumluluk direktörleri, sürdürülebilir kalkınmanın kurumsal bazda neden bu denli önemli olduğunu görüyorlar. Ve sonrasında burada öğrendikleri bilgileri kullandıklarını söylüyorlar.
Peki, en çok hangi eğitime ilgi var?
En çok ilgi gören “Kirlilik Önleme” eğitimi çünkü sanayide kirlilik önleme olayı çok ön planda. Avrupa ülkelerinde bu
sorun artık çözülmüş durumda ancak bizde hâlâ kirliliği önleme ve onun süreç yönetimi çok önemli oluyor. Mesela sürdürülebilirlik raporlaması pek çok Avrupa ülkesinde çok yaygın olarak uygulanıyor. Bizde de yavaş yavaş başlandı ama hâlâ bir hayli yetersiz durumda.
Raporlamalar mı yetersiz?
Evet. Aslında sürdürülebilirlik raporlaması çok net kuralları olan bir uygulama. Genel bir durum değerlendirmesi değil, ciddi rakamsal veriler girerek değerlendirme yapılması gereken bir süreç.
Bu raporları şu anda Türkiye’de kim yazıyor?
Büyük şirketler bunları kendi bünyelerinde yapmaya başladılar ancak şu anda genel olarak şunu yaptık, bunu yaptık tarzında raporlar oluyor. Konuyu önemsediklerini gösteriyorlar; kurumsal sosyal sorumluluk projelerimiz var mesajını veriyorlar. Bu alanlardaki vaatlerini içeren ya da yapmakta oldukları kurumsal sosyal sorumluluk projelerini tanıtan raporlar hazırlanıyor. Bazı şirketler bu konuyu çok ciddiye almakla birlikte bu raporlamaların halen layığıyla yapıldığını söylemek zor.
Başka hangi tür eğitimler oluyor?
Mesela kısa bir süre önce “sürdürülebilir tüketim ve üretim modelleri” üzerine bir eğitim yaptık. Yine “İklim değişikliğinde teknoloji ve teknoloji transferi” konusunda bir eğitim düzenledik. Aslında iklim değişikliğiyle ilgili özel sektörün ilgisini çekebilecek çok sayıda farklı eğitim programlan düzenliyoruz. Şirketlerin ve bireylerin bu konulara olan ilgileri son süreçte oldukça yoğunlaştı.
Bu ilgi artışını dünyanın gündemine mi bağlıyorsunuz?
Hem AB’ye üyelik süreci, hem iklim değişikliğinin bu kadar yoğun olarak tartışılmaya başlaması etkiliyor. Sonuçta beş yıl önceki Türkiye’yle bugünkü Türkiye arasında bir fark var.
Sanırım bir de Avrupa çevre müktesebatı, Türkiye’nin uyum süreci ve kamu ile ilgili çalışmalar çalışmalarınız var…
Bu konuda kamu ile birlikte yaptığımız ve elbette özel sektöre de yansımaları olacak çok kapsamlı bir projemiz var. 23 yıl içinde hem AB çevre müktesebatı, hem sürdürülebilir kalkınma, hem de diğer bağlantılı konularla ilgili 120 tane eğitim vereceğiz. Bunun yüzde 60’ı kamu çalışanlarına yüzde 40’ı yerel yönetim ve özel sektöre yönelik eğitimler olacak. Bu proje kapsamında bir de özellikle Avrupa Birliği’ne üye olursak özel sektörün ne kadar etkileneceğini inceliyoruz. Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümünden bir grup hocayla sürdürdüğümüz çalışmada üç ayrı sektörel etki analizi gerçekleştirilecek: Otomotiv, boya, akü ve pil sektörleri. AB’yle uyum süreci tamamlandığında bu sektörlerin ne kadar bir maliyetle baş başa kalacaklarının hesaplamaları yapılıyor şu anda.
Bu konuda rakamsal verilerin ortaya konması son derece önemli bence…
Evet. Ancak önemli olan sadece rakamlar değil. Etkilerinin doğru değerlendirilmesi de son derece önemli. Tabii burada sektörel derneklerle birlikte çalışıyoruz. Ayrıca Çevre ve Orman Bakanlığı işin sahibi olduğu için çok büyük destek veriyor. Bu sayede gerekli tüm bilgilere ulaşabiliyoruz. Yine kamu ile bağlantılı ikinci bir önemli çalışmamızsa Düzenleyici Etki Analizi (Regulatory Impact AnalysisRIA). Burada da Avrupa Birliği direktiflerinin uyumunun Türkiye’ye maliyetini hesaplamaya çalışıyoruz.
Hangi direktifler bunlar?
Bu noktada beş ayrı direktifin Türkiye için sonuçlarını inceleyeceğiz. Bunların üçü doğrudan endüstriye yönelik: Biri kimyasal kazalara karşı tedbirleri içeren direktif. Diğeri elektronik atıklarla ilgili. Üçüncüsü de su kaynaklarına kimyasal maddelerin deşarjı ile ilgili.
Diğer ikisi ise, Habitat ve Kuşlarla ilgili direktifler. Son ikisi doğrudan endüstriyi ilgilendirmiyor gibi gözükebilir ancak öyle değil elbette.
Bu direktifler bizi nasıl etkileyecek?
Bu direktifler yatırımlar konusunda son derece önemli etkilere sahip çünkü çeşitli konularda engel ve kurallar koyuyorlar. Mesela elektronik atıklarla ilgili olanı, aslında bir yaşam döngüsü analizini içermesi gereken bir direktif. Bu nedenle o konularda kapsamlı çalışmalara başlayacağız. Ancak burada önemli olan sadece bir rakam ortaya koymak değil çünkü bu etki analizi sürecinde varsayımlar çok önemli. Dolayısıyla burada yapacağı yapacağımız aslında farklı paydaşları, özellikle bunlardan etkilenecek sanayi gruplarını bir araya getirip, bazen kendi aralarında, bazen kamuyla yaşayabilecekleri sorunları doğru teşhis etmek. Arkasından da opsiyonları doğru ifade etmek, farklı opsiyonların seçilmesi durumunda etkilerin ne olacağını saptamak. Sonunda da kapsamlı bir etki analizi yapılıp bakana sunulacak.
Yani yeni yönetmelikler, bu etki analizlerine göre belirlenecek.
Aslında Türkiye’de kanunlaştı bu. 10 milyon Liradan fazla etkisi olması beklenen düzenleme ve yönetmelikler çıkmadan önce, etki analizi yapılmak zorunda. Sonuç olarak ilgili yönetmeliğin maliyetinin faydasından daha fazla olduğu hesaplanırsa o kanun ya da yönetmelik hiç çıkmıyor.