Var olduğu coğrafyanın bir parçası haline gelen, ekosistemleri analiz ederek tahribatlarını ölçümleyen ve yok olan canlı varlıkların yeniden kazanılması için süreçler tasarlayarak bunu hayata geçirecek adımları kurgulayan ekolojik restorasyon; canlı varlığı, zaman, değişim ve olasılık gibi kaygılarla hareket ediyor. Ekolojik restorasyon dünyada özellikle post endüstriyel kentlerde çoktan uygulanmaya başlanırken, Türkiye’de de bu çalışmalara doğru bir eğilim var. Kurucusu olduğu Praxis Landscape firmasıyla bu alandaki projeleriyle birçok ödül alan peyzaj mimarı Enise Burcu Derinboğaz da şimdiye kadar kurmuş olduğumuz sistemleri, altyapıları yeniden düşünerek ve ekolojik restorasyonun tasarım sürecini ve tekniklerini uygulayarak kent ya da kırın kendi doğasıyla bütünleşebileceğine inanıyor.
YAZI: Bulut BAGATIR
Önümüzdeki yıllarda kentlerin en önemli gündemini ekolojik restorasyon çalışmalarının oluşturacağını söylüyorsunuz. Nedir bu kavram? Konvansiyonel restorasyondan temel farkları nelerdir?
Bildiğiniz gibi restorasyon tanımı eski yapıların ya da eserlerin aslına sadık kalarak, bozulmadan onarılması işlemi için kullanılır. Bu uygulamalara tarihi kentlerde sıklıkla rastlıyoruz. Belirli bir kapsamı, yönetmeliğe bağlı kuralları ve buna bağlı olarak da bir uygulama alanı var. Ayrıca mimarlıkta bir uzmanlık alanı, yani her mimarın yapabileceği bir iş değil, çok fazla teknik detayı var. Ekolojik restorasyonu da bu kapsamda aynı hedefleri güden, fakat yapı yerine çok daha büyük ölçekli coğrafya parçalarına odaklanan bir çalışma alanı olarak düşünebiliriz. Bu ömrünü tamamlamış bir maden ocağı olabilir, metan gazı yüzünden tehlike teşkil eden çöplük alanı olabilir, ya da tarım ilaçları yüzünden tüm canlı varlığını yitirmiş bir sulak alan olabilir. Tüm bunların dışında kentin ortasında çok fazla müdahale görmüş tanımsız bir boşluk da olabilir. Nasıl bir yapı, restorasyon prensiplerine göre aslına sadık kalınarak onarılmaya çalışılıyorsa, yıpranmış ya da bozulmuş bir kent ya da doğa parçasını da bu şekilde yeniden aslına döndürmenin ya da canlandırmanın teknikleri var. Bildiğimiz restorasyondan farkı, bu hedef ve yöntem farklılıklarıyla açıklanabilir. Ama aslına sadık kalarak onarma prensibi aynı. Ne yazık ki yaşadığımız çevreyi yalnızca bize, insana aitmiş gibi yaşıyoruz. Ortak yaşam alanlarımızın önemini de doğal afetlerle karşılaştıkça, bozuk altyapıların yarattığı sağlıksız koşullarda barınmak zorlaştıkça ve daha önemlisi sağlık problemleri ve ekonomik sıkıntılar yaşamaya başladıkça hatırlıyoruz. Bu alışkanlıkları değiştirmeden yol almak mümkün değil. Fakat geri dönüşü olmadığını düşündüğümüz çevre problemlerine tasarım ve mühendisliği birleştirerek gerçekçi çözümler üretmek mümkün. Bu kapsamda ekosistemleri analiz edip tahribatlarını ölçümleyen ve yok olan canlı varlıkların yeniden kazanılması için süreçler tasarlayıp bunu hayata geçirecek adımları kurgulayan, çok disiplinli çalışmalar yürütülüyor. Ekolojik restorasyonu bu şekilde özetleyebilirim.
Ekolojik restorasyon tasarımının ilkelerini neler oluşturuyor? Hangi kaygılar çerçevesinde projeler şekilleniyor?
Tasarımın ilk hedefi çalışılan alanın çevresindeki canlı varlığıyla bütünleşebilmesi. Sanıyorum mimarlıkla andığımız restorasyon tanımından ayrıştığı nokta da bu. Kendi başına ayakta durması yetmiyor. Var olduğu coğrafyanın bir parçası haline gelebilmeli. O yüzden bu çalışmalar çok büyük ölçekli kavrayışları gerektiriyor. Yalnızca çalışılan arazi koşullarını çok iyi tanımak yetmiyor. Parçası olduğu sistemi anlayabilmek çok önemli. Bunun sebebi de tüm canlı türlerin hareket etmesi. Balıkları düşünün ya da tozlaşmayı, göç eden kuşları. Bunların her biri birer taşıyıcı. Bir türün zayıflaması dengeleri bozabiliyor. Öte yandan tek bir doğru ya da ideal bir resmi hedefleyerek çalışamıyoruz. Bu esnek olmayı da gerektiriyor aynı zamanda.
Denge bence bu çalışmalar için en önemli kavram. Neye göre denge? Bunu da o alanın koşullarını ve geçirdiği değişim sürecini çalışarak karar veriyoruz. Üst ölçek analizleri ile birlikte karar verdiğimiz sorun tespitinin ardından bir çıkış noktası belirliyoruz. Bu hidrolojiyle ilgili olabilir ya da yok olan bir tür var olan zinciri bozmuştur, onun geri kazanılması olabilir. Bunların analizi ve değerlendirmesi dikkatlice yapılmalı. Yalnızca şunu bilmek önemli; bu çalışmaların amacı park tasarımı gibi, rekreasyon amaçlı mekanlar yaratmak değil. Proje alanı sonuçta bir park olarak kullanılabilir fakat ekolojik restorasyona park tasarımı diyemeyiz, çünkü bu çalışmaların önceliği orayı onarmaktır. Dolayısıyla bu çalışmalar kağıt üzerinde iyi bir tasarım olmaktan, yani çok iyi fotoğraf veren bir mimari proje olmaktan çok canlı varlığı, zaman, değişim ve olasılıklarla ilgili kaygıları taşıyor. Bu sebeple 20-50 yıl aralığında stratejiler oluşturuyor, bunun için gereken fiziki koşulları kurguluyor.
Kentleri ve çevreyi sürdürülebilir bir şekilde nasıl birleştirebiliriz?
Kent içinde yapı sürekliliği gibi bir peyzaj sürekliliği de olmalı. Nasıl ki yolda kaldırım bittiğinde nerden gideceğimizi bilemiyorsak ya da elektriğimiz kesildiğinde pek çok ihtiyacımız aksıyorsa, canlı varlıkları da bu şekilde düşünmeli, akışın ve sürekliliğin onlar için önemini bilmeliyiz. Suyun akmasına izin verilmeli, dere yatakları açılmalı, koruma alanları artırılmalı, yönetmelikler sıkıca uygulanmalı. Bitkilendirme yaparken sadece iyi görünenleri değil, doğru türleri seçmeliyiz. Çim alanlar yerine ekolojik değeri yüksek çayırları kentlerin bir parçası haline getirmeliyiz. Atıklarımız ayrıştırılmalı, kullandığımız inşaat malzemelerini iki kere düşünmeliyiz. Bu konuda yaptırımların artması gerektiğini düşünüyorum. Yapılabilecek, hepimize düşen çok fazla şey var. Bozulmuş doğayı onarabiliriz fakat tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmeden uzun vadede gelişme kaydedebileceğimizi düşünmüyorum.
Türkiye’deki ekolojik restorasyon çalışmaları genel anlamda ne durumda? Sizin yaptığınız projelerden bahsedebilir misiniz?
Türkiye’de ekolojik restorasyon konusu kent yönetimlerinin gündemine girdi. Bu konuda akademide yapılan çalışmalar pratikte de karşılık bulmaya başladı. Bahsettiğim sebeplerden ötürü işin bilimsel altyapısının iyi kurulması gerekiyor. Praxis Landscape bünyesinde bu kapsamda yaptığımız pek çok çalışma var. Örneğin Lüleburgaz Tosbağadere Yarışması’nda Eşdeğer Ödül kazanan projemiz “Park Nebula” ekosistemi restore ederken havzanın kirliliği konusunda kamu bilincini geliştirmeyi öneriyor. Ergene Havzası’nda yer alan parklarda, çevredeki endüstriyel kirliliği görünür kılmayı hedefleyen inovasyona adanmış yeni bir park modeli ortaya koyuyor. Parkın peyzajının restorasyonu kadar rekreasyon değerinin de önemli olduğu bir proje bu.
Proje, Toprak Onarıcılar, Hava Onarıcılar ve Su Onarıcılar Bulutları olarak üç kısımdan oluşuyor. Toprak Onarıcılar Bulutu, fitoremediasyon yöntemiyle toprağı temizleyen türleri barındırıyor. Sensörler sayesinde topraktaki ağır metal ve organik kirletici değerlerine göre aydınlatma elemanları renk değiştiriyor. Bir diğer bölüm, Hava Onarıcılar Bulutu, havadaki karbondioksiti tutma oranı yüksek otsu bitkilerden (C4 bitkileri) oluşuyor. Bu alanlardaki sensörler aydınlatma elemanlarının havadaki kirlilik değerlerine göre renk değiştirmesini sağlıyor. Son olarak Su Onarıcılar Bulutu su arıtıcı bitkilerden oluşuyor. Buradaki aydınlatma elemanları sensörler sudaki kirlilik değerlerine göre renk değiştiriyor. Bu değerlerin belirlenmesinde çevre mühendisi desteğinin çok önemli olduğunu söylemeliyim.
Başka bir ödül kazanmış proje ise Beylikdüzü Yaşam Vadisi. Proje, Kavaklı Vadisi’nde bulunan çeşitli habitatların ve toplulukların bir arada uyumlu bir şekilde var olabilmesi için sürekliliğe sahip bir ağ üzerinde yaşayan bir mozaik oluşturmayı öneriyor. Vadiye yayılan bütüncül bir hidroloji altyapısı sayesinde su debisini artırıyor, su ekosistemlerini katalize ederek tüm canlı varlığını da çoğaltmayı sağlıyor. Vadiye düşen tüm yağışın yine vadi içerisinde kalabilmesi, buharlaşmanın azaltılarak suyun sarnıçlarda biriktirilmesi, süksesyonu hızlandıracak altlıkların oluşturulması, habitat üretkenliğinin teşviki için stratejiler, projenin altyapı önerilerinin parçalarını oluşturuyor. Bu projede dünyaca ünlü peyzaj mimarlığı ofisi Turenscape ile ortaklaşa çalıştık. Proje için hidroloji, statik mühendisleri, biyolog, mimar ve plancılardan oluşan, bizim de yerel ortak olarak yer aldığımız büyük bir operasyonun sonucu diyebiliriz. Her projenin stratejileri koşullara ve karar verdiğimiz yönteme göre değişiyor. Tabii tasarımları da öyle. Elimizde bulunan bir projeye ait tasarımı başka bir araziye uygulamak ne yazık ki mümkün değil. Arazi koşulları zamana göre çok değişkenlik gösterir. Bizim işimizin en zor ama aynı zamanda en güzel tarafı da bu; her seferinde yeniden tasarlıyor olmak.
Dünyada ekolojik restorasyon çalışmaları kapsamında neler yapılıyor?
Bu konuya en çok eğilen kentler post endüstriyel yani endüstrisini kentin dışına taşımış, endüstri sonrası kentleri. Bunu, konuyu mantıklı ve pazarlanabilir buldukları için değil mecbur kaldıkları için yapıyorlar. Kentin yaşanabilirliği, altyapısının güvenilirliği ve kentlilerin sağlığı kent ekonomisi için en kritik meseleler. O yüzden de bu konunun öncüleri post endüstriyel kentler diyebiliriz.
Avrupa’da özellikle su ile ilgili yeni bir yaklaşım var. Suyun kent içinde kontrol edilmesi değil, aksine ona akabileceği alanlar tanıyan projeler geliştiriliyor, koruma alanları genişletiliyor. Kamunun da bu yaklaşımlardan yararlanması sağlanıyor. Çin’de çok ilginç bir süreç var. Endüstriyel kirliliğe getirilen çözümler neredeyse peyzaj tasarımının birinci önceliği olmuş durumda. Su konusu yine gündemde. Gelgite adapte olabilecek tasarımlar ön planda. Bu esnekliği ve farklı koşullara adaptasyonu mümkün kılan tasarım yaklaşımının başka bir adı da dirençli peyzajlar. İklim değişikliğine, doğal afetlere direnç gösterebilecek peyzajlar yaratmak önemli. Yalnızca mis kokulu bitkiler, görsel anlamda doyum sağlayan tasarımlardan öte bir teknikten söz ediyoruz. Giderek büyüyen kentlerin yalnızca kendi merkezlerini değil kırsallarını da bu şekilde dikkatlice tüketmeleri gerekiyor. Kent merkezinden taşınan endüstri, aynı problemleri bu sefer başka yerleşim alanlarına taşımasın diye bir taraftan ekolojik restorasyonla yıpranmış peyzajları iyileştirirken bir taraftan da aynı problemlerin yaşanmaması için sürdürülebilir sistemleri oluşturmak gerekiyor. Endüstri 4.0 biraz bu konulara çözüm getirecek gibi görünüyor.
Kuzey Amerika, tüketimin en yüksek olduğu yer olması itibarıyla belki de, bu konuların en gündemde olduğu ve pratikte karşılık bulduğu yer. En bilinen ve hayata geçmiş proje New York’ta yer alan Fresh Kills Park. Dönüşümü yaklaşık 15 yıl önce başlayan, zamanında Amerika’nın en büyük çöplüğü olan park, bahsettiğim süreç tasarımları ve çok disiplinli çalışmalar sayesinde bugün nefes alan ve aldıran bir kamusal alan. Bence bu konudaki bilinen en iyi örnek de budur.
Sizin eklemek, vurgulamak istedikleriniz var mı?
Şu konu çok önemli: Ekolojik restorasyon için uzun süreçler gerekiyor. Bu da arkasında sağlam duran bir iradeyi şart koşuyor. Çünkü işin özü; kuşların, balıkların, oksijenin ya da bitki örtüsünün doğal halinin kaybolduğu, bozulmuş bir ekosistemi iki kamyon bir kepçeyle geri getirmek mümkün değil. Altüst olan dengeleri yeniden tasarlamak, flora ve faunada yok olmuş türleri tespit edip geri gelmelerini sağlayacak çekim stratejilerini belirlemek, popülasyon ekolojilerini anlamak ve süreçleri tasarlayarak aşamaları takip etmek gerekiyor. Bu karmaşıklığın içinden çıkabilmek de tasarım ve mühendisliğin bir araya geldiği çalışma yöntemlerini zorunlu kılıyor. Bu sebeple havası, suyu temiz kentler için geri kazanmak istediğimiz dengeleri sağlamak, yalnızca milyon metrekarelerce yeşil alan yapmaktan geçmiyor. Bu yeşil alanların ekolojik değerleri ve yer bulduğu mekana katkısı büyük farklılıklar gösterebiliyor.
Bu bakımdan kentsel tasarım, planlama veya peyzaj mimarlığı olarak yürütülen her projenin ekolojik restorasyon olmadığının altını çizmeliyim. Kamu yararı amacıyla hayata geçirilen bir projenin “restorasyon” olarak nitelendirilebilmesi belli bir hat boyunca ekosistem gelişmesini başlatmasını ve daha sonra çok az insan müdahalesiyle, hatta hiç insan eli değmeden bunu izleyen gelişmelere yönlendirecek otojenik (kendi içinde başlayan) süreçlere izin vermesini gerektiriyor.
Ben uygulanan örnekleri bildiğim için belki, bir iyimserlik taşıyorum. Dünyanın neresinde olursa olsun bu projeler ardından gelenlere de ilham kaynağı oluyor. Bizim kentlerimizin bu zincire katılması şart. Örneğin, İstanbul altyapısal olarak aşırı kırılgan bir şehir. En basitinden şunu düşünelim. Yağmur yağdığında, en ufak bir karda dahi hayat felç oluyor. İşin kötüsü bunun böyle olacağını da biliyor, hayatımızı buna göre organize ediyoruz. Doğal afet olmasa dahi yaşam duruyor. Bunların sebeplerini düşünüp çözümlerini üretmek zorundayız. Bunu şimdi yapmasak zaten gelecekte yapmak zorunda kalacağız.
Özetle bugün içinde bulunduğumuz koşullara rağmen, kentlerimiz ve ekolojileri için yapabileceğimiz çok şey olduğuna inanıyorum. Şimdiye kadar kurmuş olduğumuz sistemleri, altyapıları yeniden düşünerek, gerektiği durumlarda da yıkarak kent ya da kırın kendi doğasıyla bütünleşebilecek hale gelebilmesi, sözünü ettiğim süreç tasarımları ve teknikler sayesinde mümkün.