#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Tarım ve Hayvancılık Geçmiş Değil, Gelecektir”

15-16 Nisan’da İstanbul’da “Bir Yolu Var” temasıyla gerçekleştirilen TEDxReset etkinliğinin konuşmacılarından biri de “itirazlarla başlayıp ufak devrimler yaratma” hayalinin peşinde koşan Hüseyin Deniz Petekkaya’ydı. Doğada, hayvan vücudunda ve hayvansal ürünlerde kalıntı ya da kirliliğe yol açmayan, hem kanatlı hem de büyükbaş hayvanlarda verim artırıcı özelliğiyle antibiyotikler yerine kullanılabilen yem katkıları üreten Farmavet International’ın Dış Ticaret Müdürü ve Yönetim Kurulu Üyesi Petekkaya ile bu ürünlerin hikayesini, hayvan beslenmesinin önemini ve gıda konusunda bilinçli bireyler yetiştirmek için yapılması gerekenleri konuştuk.

Yazı, Nevra YARAÇ
Fotoğraflar; Özgür GÜVENÇ

Hayvan beslenmesinde neden an­tibiyotik kullanılıyor? Bunun hay­vanlar ve insanlar üzerinde nasıl etkileri oluyor?
Artık beslemede değil, sadece teda­vide kullanılıyor. Eskiden farklıydı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1950’lerden beri performanslarını artırmak, daha fazla et, süt ya da yu­murta vermelerini sağlamak amacıy­la hayvan yemlerine antibiyotik katıl­maya başlanmış. ABD’de, Avrupa’da, Türkiye gibi birçok ülkede bu yön­tem izlenmiş. Hayvanın içinde az sayıda bakteri her zaman vardır. Bir hocam “Salmonella yok olursa dün­ya üzerinde insanoğlu da yok olur” demişti. Yani onları kontrol ederek, birlikte yaşamayı öğreneceğiz. Bu eski yöntemle, tedavi edici dozdan daha az miktarda antibiyotiği kanda bakterilerle bir nevi tanıştırıyorduk. Bu tanışma esnasında bakteriler grubundan %80-90’ı bertaraf oluyor­du. Ama orada da dirençli bakteri­ler vardı. Hayatta kalanların, kendi içinde üreyip çoğalmasıyla superbug denilen, yani antibiyotiğe karşı di­renç kazanmış bakteri ortaya çıktı. Bu sefer o bakterilere tedavi amaçlı antibiyotik vermek zorunda kaldığı­mızda bana mısın demiyordu. “Sizi öldürmeyen güçlendirir” diye bir söz var ya, tam da öyle. Bu da büyük ilaç firmalarının hoşuna gidiyordu. Çünkü belli frekanslarda, altı-yedi yılda bir, tıpkı akıllı telefonlarda ol­duğu gibi daha güçlü bir ürün piya­saya sunuyorlardı. Ama bu durum, insanlar için de tehlikeli bir durum yaratıyordu. Çünkü hayvanlardaki superbug’lar insanlara temas ile bu­laşabilirdi. Veya hayvanın etindeki, sütündeki, yumurtasındaki ufak an­tibiyotik kalıntıları bize geçebilirdi. Sanki antibiyotik alıyormuşuz gibi bizim içimizde de o tanıştırma meka­nizması işliyor, hasta olduğumuzda kullandığımız antibiyotik işe yaramı­yor, daha fazla kullanmak zorunda kalıyorduk. Ta ki 2006’ya kadar… 2006’da Türkiye, Avrupa ile eşza­manlı olarak bütün hayvan yemlerin­deki antibiyotikleri yasakladı.

Yani Türkiye’de şu anda endişe edilecek bir durum yok, öyle mi?
Türkiye şu anda dünyanın 8. beyaz et, 10. yumurta, 15. süt üreticisi. Türkiye sadece kendisi için gıda üreten bir ülke değil, dünyaya da ih­racat yapıyor. Bu da dünya tarafın­dan denetlendiğimiz anlamına geli­yor. Türkiye’de rahat rahat tavuk, yumurta, süt tüketilebilir.

Dünyadaki durum nedir?
Şu an ABD’de kullanılan antibi­yotiğin %70 kadarı hayvancılıkta kullanılıyor. Avrupa’da İsveç ve Da­nimarka gibi bazı ülkeler 2006’yı beklemeden 2000’lerin başından bu yana antibiyotik kullanımını azalt­maya devam ediyor ve verim artırı­cı olarak kullanılmasını yasaklıyor. Kanada, Malezya, Rusya vs. önü­müzdeki yıllarda yemdeki antibiyo­tiği aynı bizlerin 10 yıl önce yaptığı gibi yasaklayacağa benziyor.

Yasak olsa dahi denetimsizlik ne­deniyle bu uygulamanın devam et­mesi söz konusu olamaz mı?
Türkiye’de şu anda “köy tavuğu” modası var. İnsanlar çok daha faz­la para veriyor bu ürünlere ama yol kenarından alınan bu tavukların üzerinde etiketleri, dolayısıyla izle­nebilirlikleri yok. O köylü gerçekten onun yemine ne kattı bilemiyoruz, mesela belki bahçelerinde arsenik vardı. Bu talebi yaratan da aslında eğitimli ama konuya uzak kesim. Bugün herhangi bir markanın yu­murtasının üzerindeki dijital kodu yazdığınız zaman o yumurtanın geldiği kümesten sorumlu olan ve­terinerin adına kadar tüm bilgilere ulaşabiliyorsunuz. Türkiye, gelen ürünleri, ara ve son ürünleri de çok iyi denetliyor. Şu bir gerçek ki kon­vansiyonel olarak (kitlesel üretilen) et, süt ve yumurtaya ihtiyacımız var. Nüfus artıyor ve insanlığın da daha az zamanda, daha az yemle daha fazla performansa ihtiyacı var. Ço­cuğunuzu, sadece bir taş ustasının yaptığı evin içinde mi yaşatmak is­terdiniz, yoksa mimar ve inşaat mü­hendisinin yaptığı bir evde mi? Gıda da aynı şekilde, standardı olmayan, denetlenmeyen bir yerde mi üretil­sin, yoksa bu konuyu okumuş insan­ların kontrolünde mi üretilsin? Yani, yol kenarlarında, isimsiz, üzeri biraz saman, çamur ve dışkı ile “dekore” edilmiş gıdalara yüksek paralar ve­rerek, bilinçli olunmuyor. Bunu şe­hirlilere anlatmak istiyorum.

Daha az yesek?
İsrafı önleyelim. Ama yıllık kişi başı­na düşen et, süt, yumurta tüketimin­de Türkiye hâlâ çok geride. Aslında biz çok yemiyoruz. OECD raporları­na göre de Türkiye’de yaşayan biri­si bir yıl içinde bu gıdaların tüketi­minde Avrupa, ABD, Rusya, Suudi Arabistan, İsrail, Brezilya ve bazen de Kore’nin gerisinde. Oralarda afi­yetle hayvansal proteine ulaşılıyor ve sağlıklı beyinler yetişiyor. Demek ki kaynakların eşit dağıtılmaması da söz konusu.

Sizin kullanımını yaygınlaştırmaya çalıştığınız, antibiyotik yerine kul­lanılarak verim artıran ürününü­zün hikayesini anlatabilir misiniz?
Fırat Üniversitesi Veteriner Fakül­tesi mezunu olan babam 1983’te giriyor iş hayatına, daha sonra İstanbul’da farmakoloji doktorasını yapıyor. Farmavet’i 1992’de açarak yem katkıları üretirken “Verimliliği artırmanın doğal bir yolu olması la­zım, başka bir ürün geliştirmeliyiz” diyor. Tabii ona çok gülüyorlar. “Ne yapmaya çalışıyorsun, kendi başına kurulu bir düzeni mi değiştirecek­sin” diyorlar. “Al yurtdışından, çoku­ luslu ilaç firmalarından antibiyotikle­ri, sat burada hayvancılık yapanlara, keyfine bak” diyen çok olmuş. Ama çalışmalarının sonunda 1998 yılında Farmagülatör adını verdiğimiz bu ürünü geliştiriyor. Ben lisedeyken işletme okumak istiyordum. Ailem­de genellikle veteriner hekim ve zi­raatçılar vardı. Bunların biraz eski moda meslekler olduğunu düşünüp İstanbul’da işletme okudum; haya­lim plazada, 20. katta bir ofis. 2009 yılında mezun olduğumda babamın çıkardığı ürün artık bilim dünyasın­da kabul görmüştü. Bağımsız bilim insanları o ürünün etkicil maddesiy­le çalışmalar yapmış ve hayvan bes­lenmesinde yararlı olduğu, antibiyo­tiği ikame ettiği ve verim artırdığı tespit edilmişti. Bu sonuçlar hakemli dergilerde yayımlanmaya başlamıştı. Tamamen toprağın altından çıkan bir madde, bir organik asit. Tabii onu özel bir yolla ekstrakte etmek, içindeki aktif maddeyi reaktive et­mek gerekiyor. Öyle bir işleniyor ve son ürün haline geliyor ki gerçekten de işe yarıyor.
Türkiye’de o yıllarda büyük marka­lar da o ürünü kullanmaya ve iyi sonuçlar almaya başladı. İnternet çağıydı artık, yaptıklarımız yurtdı­şından da duyulur oldu. Talepler gelmeye başladı. Bu beni heye­canlandırdı. Ama babam, “İşletme okuyarak olmaz, üzerin biraz ahır koksun” dedi. Ben de bir hocamın tavsiyesiyle Kanada’ya giderek ta­rım ve hayvancılık okudum. Gerçek­ten de işin içine girdim, tulum giy­dim, süt sağdım, yumurta topladım, ahır temizledim. Hem de sonrasında bir yıl çalıştım orada. Eskiden kon­for arıyordum, artık heyecan arama­ya başladım.

Bu heyecanınızın temelinde ne vardı?
İnsanlar elli yıldır kullandığı an­tibiyotiği doğal bir ürünle ikame edeceklerdi ve bundan habersiz on­larca ülke vardı. Büyük oligopol ya da kartellerin lobileri de çok güçlü, dolayısıyla yaptıklarınızı iyi anlat­manız lazımdı. Türkiye’de en büyük problemlerimizden biri şu: “Biz yapamayız ki zaten, en doğrusunu Batılılar bilir, en iyisi oradan çıkar” anlayışı. Ne kadar büyük kurum olursa olsun yine de “Made in USA” istiyor, yerli almak istemiyor. Oysa biz dünyanın birçok ülkesine yollu­yoruz bu ürünü, bilimsel makaleler var… Şubat ayında Kaliforniya’day­dım ve orada beş yıl önce tanıştığım bir doktorla buluştum, Dr. Richard Laub. Kendisi bizim geliştirdiğimiz ürünün etkicil maddesini kendi yön­temiyle işleyip insanların kullanımı­na sunuyor gıda takviyesi olarak. İddiaları çok büyük. En büyük zor­luğunun büyük ilaç firmaları oldu­ğunu söylüyor. Şu anda 74 yaşında, laboratuvarlarda denemeler yapı­yor, kendinde deniyor ürünü. Uzun yıllardır hasta olmadığını söylüyor…

Hayvanlarda gıda takviyesi neden gerekli?
Çünkü hayvanlar artık Mehmet am­canın yetiştirdiği hayvan değil. Bah­çedeki beş tavukla ailesini doyuran çiftçinin bir tavuğu o gün yumurtla­masa problem olmaz. Fakat büyük kümeslerde %20 performans dü­şerse, dünyaya gıda arzında sıkıntı yaşanır. Yani artık hayvanlar farklı ortamda yetiştikleri için bazen ba­ğışıklık sistemleri düşebilir ki böyle bir riski alamayız. Çünkü beslemek­le yükümlü olduğumuz yedi milyar insan var ve bu insanlar yeterli et, süt ve yumurtaya ulaşmalı. O yüz­den de o hayvanların direnci, mutlu­luğu, sağlığı en üst seviyede olmalı.

Farmavet International olarak hayvan esenliği konusunda ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
Şirketimizin İstanbul’da bir ofisi var. Salihli Organize Sanayi Bölgesi’nde bir üretim yerimiz, Ar-Ge yerleş­kemiz, laboratuvarımız var. Aynı zamanda da toplantı odaları var. İnsanları bilgilendirme sorumlulu­ğunu da üstlendiğimiz için bu konu­ları orada tartışıyoruz. Bugüne ka­dar 25’i aşkın toplantı, sempozyum yaptık. Düzenlediğimiz Hayvan Bes­leme ve Sağlığı Sempozyumu’na yaklaşık 300 kişi katılıyor. Bakanlık yetkilileri, STK’lar, üniversiteden hocalar, doktora öğrencileri, yem üreticileri, çiftlik sahipleri, sadece danışmanlık yapan veterinerler, zi­ raat mühendisleri geliyor. Geçen yıl 10 ülkeden katılım oldu. Genel­de ürün lansmanı olarak kullanılır bu mecralar ama biz sahneyi bilim insanlarına bırakıyoruz. Bizi biz ya­pan Ar-Ge’ye çok önem veriyoruz. Bu yüzden 2012’de Erzurum Ata­türk Üniversitesi Teknokent’te bir Ar-Ge şirketi açtık. Bültenler hazırlı­yoruz, gidebildiğimiz yerlere gitme­ye çalışıyoruz dünyada. Çiftlikleri geziyoruz. Bundan keyif alıyoruz. Çünkü canlıya dokunan ve iyi gelen şeyler bunlar. %100 Türk firmasıyız. Türkiye’de 100’ü aşkın katkı firması var ama köklü ve büyüklerin sayısı 10 civarında. Bunların da yarısı ya yabancı, ya da yabancılara satılmış durumda. Dünyaya açılıyorlar ama hepsi elden gidiyor. Bizden 10 kat büyük bir Amerikalı şirket rakipleri­mizden birini alırsa onun halkla iliş­kiler bütçesiyle benimki çok farklı olacak tabii. Hayallerimizden biri de kendi başımıza hayatta kalmak.

2050 yılında 9 milyar insanı bes­lemek durumunda kalacağımız gerçeği bir yanda, her yıl üretilen gıdanın üçte birinin çöpe gittiği gerçeği diğer yanda. Kullanılan pestisitler nedeniyle bitkilerde de superbug’lar gelişiyor, teknoloji ve inovasyon bitkilerin genetiğiyle oynamaya izin veriyor ama bunun da sağlığa etkileri henüz bilinmi­yor… Ne yapmak gerekiyor hem bilinç geliştirmek hem de sağlıklı hayvanlar, bitkiler ve bireyler ye­tiştirmek için?
Bu aslında o kadar çok disiplinin bir araya gelerek yanıtlaması gereken bir soru ki. Ama bütün bu konuş­tuğumuz sorunların kaynağı ekono­mi, kaynakların paylaşımı. Bu kay­naklar maalesef dünya üstünde belli coğrafyalarda, coğrafyalar içinde de kendi iç dinamiklerine göre belli yerlerde yoğunlaşıyor. Bizi geçtim ama tüketim anlayışı yeni nesilde değiştirilebilir belki. ABD’deki gıda kaynaklı hastalıkların çıkış noktala­rının çoğu lokantalar ve evlermiş. Dolayısıyla gıda ile temas; gıdanın muhafazası, pişirilmesi, ne kadar tü­ketilmesi gerektiği konusunda eği­tilebilir çocuklar. Hayvanların nasıl yetiştiğini görmeleri için şehir içle­rinde minik çiftlikler oluşturulabilir. Kanada’da bir çiftlikte staj yapmış­tım, müze gibiydi. Üstelik 7 dolar ödüyordu insanlar giriş için. Burada kullanılan araç gereçle birlikte süt­çülüğün tarihini öğreniyorlar, hay­vanlarla temas ediyorlardı. Yani biz çocuklarımızı AVM’deki atari salo­nuna bırakırken orada dedeleri “git hayvanları sev diyor” torunlarına. Toplumla bir bağ kuruluyor ve son­rasında insanlar markete gittiğinde başka markayı değil, gördüğü, hay­vanına dokunduğu çiftlikten gelen ürünleri tercih ediyor. Çocuklar da büyüdüklerinde önlerine gelen gıda konusunda daha sorgulayıcı oluyor.
İstanbul’da büyüdüğüm sıralarda kimse veterinerlik, ziraat okumak istemiyordu. Herkesin tercihi işlet­me, endüstri mühendisliği, bilgisa­yar mühendisliğiydi. Ama köylere gitmek lazım. O köyler müthiş ola­bilir. Kanada’da yaşadığım kırsal bölgedeki köylü orada olmaktan memnundu. Bizde köyde yaşayan çocuklar İstanbul’a gideyim de AVM gezeyim derken oradaki ço­cuk traktör süren dedesini örnek alıyor, hayvanları ile selfie çekiyor. O kültürü yaşatmak istiyor. Çünkü mutlu, çok iyi para kazanıyor, saygı görüyor. Dolayısıyla gıda konusuna köylerden başlamak gerekecek. Şe­hircilikte kent çiftçiliğine biraz daha yer açmak için mimarların işin içine girmesi lazım. Gelecek, bence tarım ve hayvancılıkta, hep geçmiş diye bakılır ama öyle değil.

İtirazdan Devrime Giden Yol
Saint Joseph Fransız Lisesi’nin ardından Işık Üniversitesi’nde işletme eğitimi alan Hüseyin Deniz Petekkaya, eğitimine Kanada’da tarım ve hayvancılık alanında devam etti. Kanada ve Türkiye’de gıda işleme, gıda ve yem katkıları alanında iş deneyimlerinin ardından babasının kurduğu şirkette, babasıyla birlikte çalışmaya başladı. Antibiyotiksiz hayvan beslenmesinin bir yolunun bulunduğunu ve herkesin itirazlarla başlayıp ufak devrimler yaratabileceğini söyleyen Petekkaya, babasının gerçekleştirdiği hayali, tüm dünyaya yaymak için çalışmalarına devam ediyor.

EkoIQ Editör