“Gıda A.Ş.” (Food, Inc.) filmiyle ünlenen, kovboy şapkalı çiftlik sahibi Joel Salatin yaptığı işi “organik ötesi” olarak tanımlıyor. Salatin, “Yapmak İstediğim Her Şey Yasadışı” isimli bir kitap da kaleme almış.
Yazı: İdil ÇETİN
Süpermarkette alışveriş arabasını iterek bir ürünün onlarca marka tarafından piyasaya sürülmüş çeşitli versiyonlarıyla dolu rafların arasında dolaşırken, satın almaya karar verdiğimiz her ürün için bir seçim yaptığımız aşikâr. Bu seçim, birkaç markadan birinde karar kılmaktan ibaretmiş gibi algılansa da, aslında midemize girecek şeyin hangi üretim süreçlerinden geçmesine izin verdiğimizi de içeriyor. Ancak yan yana dizilmiş ambalajlı ürünlere bakarken, onların çıkıp geldiği o kocaman fabrikaları hayal etmek elbette zor.
2008’de Amerikalı yönetmen Robert Kenner tarafından çekilen “Food, Inc.” (Gıda, A.Ş.) adlı belgesel, aslında tam da bu konuyla ilgili: Yediğimiz ürünlerin artık nasıl da çiftliklerden ya da tarlalardan değil de, fabrikalardan geldiğini; en az maliyete en etkili üretimi yapıp en ucuza satmak için verilen ödünlerin sağlığımızı ne boyutta tehdit ettiğini gösteriyor. İnsanın gördükleri karşısında dehşete düşüp ‘bir daha hiçbir şey yemeyeceğim’ noktasına varmasına ramak kaldığı yerdeyse o sahneye çıkıyor: Kendi deyimiyle “Hıristiyan-liberter-çevreci-kapitalist-deli çiftçi” Joel Salatin.
Salatin’in Bir Polyface Çiftliği Var
Joel Salatin’in çiftliği de, çiftçiliği de ailesinden yadigâr. Aslında bir muhasebeci olan babası William Salatin, 1950’lerde Venezüella’da bir çiftlik kurmak istemiş ama ülkenin tam da o yıllarda diktatörlükten demokrasiye geçişiyle girdiği karmaşa döneminde topraklarını kaybetmiş. Bunun üzerine Birleşik Devletlere geri dönüp 1961’de yaklaşık 250 dönüm büyüklüğünde bir arazi satın alarak çiftçiliğe başlamış. Salatin’in çocukluğu bu çiftlikte geçse de üniversitede İngiliz Edebiyatı eğitimi almasının ardından bir süre gazete muhabirliğinde şansını denemiş. Ancak 1982 yılına gelindiğinde, ailesinin kurduğu işin başına geçmeye karar vermiş.
Söz konusu çiftlik, “Food, Inc.” belgeselinde de gösterilen Polyface Çiftliği. Salatin, ailesinden kalma çiftliğin yanı sıra, bir o kadar büyüklükte bir araziyi de kiralamış durumda. Burası tam bir aile işletmesi. Salatin ve ailesi, çiftlikteki 200 yıllık evde yaşıyor. Eşi Teresa muhasebe işlerini hallediyor, oğlu Daniel gündelik işlerle ilgileniyor, Daniel’in eşi Sheri ise pazarlama işlerinden sorumlu. Bunların haricinde çiftlikte, aralarında stajyerlerin de bulunduğu yirmi kadar insan çalışıyor. Çiftlikte tavuk, sığır, hindi, tavşan ve domuz yetiştirilmesinin yanı sıra domates, mısır ve böğürtlen de üretiliyor.
Bütün bu ayrıntılarda dikkat çekici bir şey yok elbette. Salatin’in farkı işini nasıl yaptığında. Her şeyden önce Salatin’in çiftliğinde hayvanlar, izole edilmiş ortamlara hapsolmuş bir halde, sıkış tepiş, bütün bir gün önlerine atılan yemleri yiyerek yaşamıyorlar. Aksine, açık havada, tabiatları itibariyle almaları gereken besinleri yiyerek, normal gelişme sürelerini tamamlayarak büyüyüp gelişiyorlar. Salatin, hayvanları bir nevi iş arkadaşları olarak görüyor. Burada her hayvanın bir işlevi var. Bu işlevlerse Salatin’in kendilerine biçtiği görevler olmaktan ziyade, doğayı izleyip kopyalamaya çalıştığı şeyler. Polyface Çiftliğinde sığırlar her gün başka bir alanda otluyor ve bu sırada da çimenlik alanların boylarını tavukların dolaşabileceği şekilde kısaltmış oluyor. Daha sonra tavuklar aynı alana götürülerek, buradaki böcekleri yiyip sığırların bıraktığı gübreleri dağıtmaları sağlanıyor. Öte yandan domuzlarsa, ağılın altını üstüne getirmek suretiyle kuru ot, inek gübresi ve odun yongalarıyla dolu alanı havalandırıyor ve gübre üretiyorlar. Elde edilen karışımsa daha sonra tarlalarda kullanılıyor. Bütün bu işlemler doğadan herhangi bir şeyi almayı bırakın, doğanın ihtiyaç duyduğu her şeyi yeniden kendisine veriyor.
İnek İnekliğini Yaşayabilmeli
Polyface Çiftliği’nde hayvanların mutlu bir hayat sürüp sürmediği gerçekten de özen gösterilen bir konu. Salatin verdiği röportajlarda, tavuğun tavukluğunu, ineğin inekliğini yaşamasına gayret ettiklerini sürekli vurguluyor. Kapalı alanlarda doğup büyüyen, üst üste yaşayan, bütün bir gününü sadece önüne konulan fabrika üretimi tek tip yemi yiyerek geçiren, kesilmek üzere kilometrelerce uzaklıktaki mezbahalara götürülen hayvanların bütün bu süreçte çok fazla strese girdiğini, bu durumun etlerinin lezzetini ve sertliğini bile etkilediğini anlatıyor.
Salatin yerel üretim ve tüketim taraftarı. Bu nedenle ürettiği şeyleri çiftlikten 150 km uzaklıktaki yerlere göndermeyi reddediyor. İlle de tadına bakmak konusunda ısrarcıysanız, kalkıp çiftliğe gitmeniz gerekiyor. Müşterileri arasında 400’e yakın aile, 50 kadar restoran ve bölgedeki bir düzine dükkân yer alıyor. Çiftliğin kapısı burayı gelip görmek isteyen herkese açık. Salatin ailelerin çocuklarıyla birlikte çiftliğe gelmelerini, ekolojik çevreyle yeniden bir ilişki kurmalarını, hayvanların nasıl yaşadığını ve hatta nasıl kesildiğini görmelerini, böylece yaşam ve ölümle kurulan “mistik” bağların yerine daha gerçekçi bağların kurulmasını destekliyor. Bölgesel üretim ve tüketimin güvenilirlik açısından da çok önemli olduğunu söylüyor. Her ne kadar teknolojinin yediğimiz şeylerle bu kadar içli dışlı bir hale gelmiş olması, daha sağlıklı ve hijyenik şeyler yediğimiz gibi bir algı yaratsa da, bir sorun yaşandığı takdirde sorunun kaynağını bulmak yerel üretim ve tüketimde oldukça kolaylaşıyor.
Hıristiyan, Liberter, Çevreci, Kapitalist ve Deli!
Salatin’in kendisinden bahsederken kullandığı bu sıfatlar, neyi neden yaptığının anlaşılması açısından yol gösterici bir işleve sahip. Salatin, Hıristiyan ahlâkının, dünyaya onu mahvetmek için değil, ona saygı göstermek ve kendimizi ona uydurmak için geldiğimizi unutmamamızda bir yol gösterici olduğuna inanıyor. Her ne kadar insan zekâsını methetmeye meyilli olsak da, Tanrı’nın doğada yarattığı düzeni takip etmenin daha ahlâki ve sağlıklı olduğunu dile getiriyor. Yaşanan her sorun için devlete koşmanın gereksiz olduğuna inandığı, zaten pek çok sorunun asıl nedeninin devlet olduğunu düşündüğü için de kendini bir liberter, özgürlükçü olarak görüyor. Girişimciliğin daha da özgür kılınması, sadece büyük işletmelere değil, küçük üreticilere de izin verilmesi ve neyi yiyeceğimiz hakkındaki söz hakkının devletten alınıp tüketiciye verilmesi gerektiğine inanıyor. Doğaya ve üzerinde yaşayanlara herhangi bir zarar vermemek, aksine, bir yandan üretimde bulunurken, bir yandan da doğanın dengesini korumasına yardımcı olmak gerektiğini düşündüğü içinse bir çevreci. Yaptığı işten para kazandığı ve bu yüzden de kendini suçlu hissetmediği için de kendini bir kapitalist olarak görüyor. Deliliğiyle ilgili yaptığı bir açıklamaya ben rastlayamasam da, bunun zaten açıklanmaya ihtiyacı da yok; kendisini konuşurken izlemek, insana bir fikir veriyor.
Organik Değil, “Organik Ötesi”
Salatin’in devlet ve yasalarla nasıl bir ilişkisi olduğunu anlamak için 2007’de basılan kitabının başlığına bakmak kafi: Yapmak İstediğim Her Şey Yasadışı (Everyting I Want to Do is Illegal). Hem ülke genelindeki bazı genel yasalara, hem Salatin’in yaşadığı eyalettekilere göre hayvanların kesilmek üzere başka bir yere nakledilmesi, hatta sırf bu işe ayrılmış bir nakliye aracının olması; mikroplarla ve hastalık taşıyan başka hayvanlarla temasta bulunma ihtimali olduğundan hayvanların açık havada bulunmaması ve de kesilmemesi; çalışanların hem sığırlar hem de tavuklarla ilgilenmiyor olmaları; pastörize edilmemiş süt satılmaması ve daha başka pek çok şeyin yapılmaması gerekiyor. Salatin bunların her birini yapmaya devam ederken çiftliğini nasıl açık tutabiliyor, orasını bilmiyorum. Çiftliğinde bazı düzenlemelere gitmek zorunda kalmış olabilir belki, ancak bu elbette konuşmasına engel değil. Büyük üreticilerin üretim şekillerinde sağlığa zararlı pek çok şey bulunurken, kendi yönteminin yasadışı olması konusundaysa bir hayli sinirli. Sağlık Bakanlığı’ndan gelen müfettişlerden “Yemek Nazileri” diye bahsetmekten çekinmiyor. Bütün bir abur cubur endüstrisinin sağlıklı bulunup onaylanmasını, insanların adlarını bile telaffuz edemeyecekleri maddelerle dolu ürünleri yemesini normal bulmuyor.
Yürürlükteki bütün yasaların büyük üreticilere göre düzenlendiğini, bunun küçük üreticileri büyük bir yük altında bıraktığını, yasaların herkesin ne yemek istediğine kendisinin karar vereceği şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğini dile getiriyor.
Polyface Çiftliği’nde üretilen ürünler organik de değil, çünkü Salatin “organik” sertifikası almak için gerekli olan teftişlere izin vermeyi ve gerekli bürokratik işleri yapmayı reddediyor. Zaten organiğin tam da insanların zannettiği şey olmadığını, organik üretim yapan bazı yerlerin de fabrika tipi yemler ve kimyasallar kullandığını söylüyor. Ona göre Polyface Çiftliği “organik ötesinde” bir üretim yapıyor. Bu tabiri sık sık kullandığı için hem yöneticilerden hem de tüketicinin aklını karıştırdığı nedeniyle organik üretim yapanlardan büyük tepki topluyor. Ancak Salatin’i bir kere izleseniz bile, yaptığı iş dışında hiçbir şeyi umursamadığını fark edersiniz. “Dünyadaki en zengin insan olmayabilirim” diyor Salatin ve yüzünü çiftliğine dönerek ekliyor, “Aman Tanrım, ne ofis!”