#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
tedarik zinciri surdurulebilirligi en zayif halka neresi

Tedarik Zinciri Sürdürülebilirliği: En Zayıf Halka Neresi?

Pakistan’da izbe ve havasız bir atölyede çalışanlar; İstanbul Merter’de tüm yasal haklarından yoksun işçiler; okyanus ortasında patlamaya ve milyonlarca litre deniz suyunu kirletmeye hazır dev bir petrol platformu; at etinden gıda üreten küçük bir işletme; Çin’de çok çalışmaktan intiharın eşiğinde yaşayan dünya yurttaşlarının sizce ortak yanı nedir?

Pakistan’da izbe ve havasız bir atölyede çalışanlar; İstanbul Merter’de tüm yasal haklarından yoksun işçiler; okyanus ortasında patlamaya ve milyonlarca litre deniz suyunu kirletmeye hazır dev bir petrol platformu; at etinden gıda üreten küçük bir işletme; Çin’de çok çalışmaktan intiharın eşiğinde yaşayan dünya yurttaşlarının sizce ortak yanı nedir? Evet, bildiniz hepsi devasa küresel şirketlerin ucu bucağı belirsiz tedarik zincirlerinin gizli parçaları. Peki, bu çağda bunlar daha ne kadar gizli kalabilir? Daha da ötesi, sürdürülebilir olmak isteyen küresel bir kuruluş bu yapıya ne kadar zaman daha göz yumabilir, katlanabilir? Kestirmeden söyleyelim, tedarik zinciri sürdürülebilirliği, hem sürdürülebilirliğin gerçek anlamda uygulanabilmesi, hem de pratiğinin değer zincirinin her bir ucuna, yeryüzünün en uzak köşelerine kadar ulaşması için, gerçek bir fırsat. Ama söylemden eyleme geçmenin zamanı da çoktan geldi…
Bir zincirin en kritik yeri, en zayıf halkasıdır, yaygın bir özdeyişte söylendiği üzere. Yani siz ne kadar sağlam halkalar yaparsanız yapın, o küçük zayıf halka, tüm zincirin dağılmasına neden olabilir. Şirketlerin sürdürülebilirlik çalışmalarında giderek ön plana almaya başladığı tedarik zinciri için de aynı durum geçerli: Yapılan sıkı çalışmalar, yıllar süren hazırlıklar ve emekler, tedarik zincirindeki ani bir kırılmayla heba olur gider. Şirketler tarihine atılan hızlı bir bakış, bahsettiğimiz ani çöküşlerin tarihini de gözler önüne seriveriyor. Hem de küresel ölçekte iş yapan, devasa şirketler için bile…
Tedarik zinciri sürdürülebilirliğinin bu muazzam önemi de giderek daha fazla konuşulur, anlaşılır hale geliyor. Geçtiğimiz aylarda arka arkaya gerçekleştirilen konferans ve toplantılar da konunun kritik öneminin ulusal ve uluslararası ölçekteki önemini gösterdi aslında. İlki 2 Ekim’de Köprü Sürdürülebilirlik Danışmanlığı ve ZED Etkinlik Yönetimi & Danışmanlığı tarafından düzenlenen Sustainable Business Summit 2013 Tedarik Zinciri Sürdürülebilirliği Konferansı idi. Açılış konuşmasını, Carbon Disclosure Project’in (CDP) Tedarik Zinciri Direktörü Sonya Bhonsle’nin de katıldığı bu önemli toplantıya, BASF’den Coca-Cola’ya, Nike’dan İkea’ya, Unilever’den Mercedes Benz ve Marks&Spencer’e küresel devlerin yanı sıra, Türkiye’den de Akçansa ve Yeşim Tekstil gibi küresel firmaların önemli Türkiye tedarikçileri firmaların katılması, konunun kapsadığı ve etki altına aldığı alanın genişliğini göstermesi açısından önemli bir göstergeydi. Toplantının düzenleyicilerinden İdil Ander Dede’nin, Sustainable Business Summit’in ilk yıl organizasyonunu neden tedarik zinciri üzerine kurduğuna dair sorumuza verdiği yanıt da, aynı yere işaret ediyor: “Tedarik zinciri konusuna odaklanmak pek zor bir karar olmadı, çünkü gerçek dönüşümü sağlayacak olan ve sürdürülebilirliğin tabana yayılabilmesinin kritik rol oynadığı yer; tedarik zinciri”.
Yine TÜSİAD, Sürdürülebilir Kalkınma Derneği (SKD) ve Global Compact Türkiye’nin 8 Kasım’da düzenledikleri “Vizyon 2050 Türkiye: Sürdürülebilir Tedarik Zinciri” etkinliği de, bu önemli işaretlerden biri olarak okunabilir: Hem katılımcıların çeşitliliği, hem sürdürülen tartışmaların derinliği, hem de şimdiye kadar görülen en büyük katılımcı yoğunluğu anlamında (büyük firmaların tedarikçilerinin katılımlarını da gözleyebildik).
Bu iki önemli organizasyonla, tedarik zincirinin, Türkiye’nin sürdürülebilirlik ajandasına da yoğun bir biçimde girdiğini söylemek yanlış olmaz. Peki, şirketler için tedarik zinciri yönetiminde sürdürülebilirlik ne anlama geliyor, neden bu kadar dikkat ve ilgiyle konu mercek altına alınıyor? Ve tabii tedarik zinciri sürdürülebilirliği tam olarak ne anlama geliyor?
Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi (Global Compact) metinlerinde, “Tedarik zinciri sürdürülebilirliği, ürün ve hizmetlerin yaşam döngüsü boyunca çevresel, sosyal ve ekonomik etkilerin yönetimi ve iyi yönetişim uygulamalarının teşvik edilmesi” olarak tanımlanıyor. Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi tarafından BSR (Business for Social Responsibility) desteği ile hazırlanan “Tedarik Zinciri Sürdürülebilirliği: Sürekli İyileştirme için Pratik Rehber”, önemli miktarda satın alma faaliyetinde bulunan şirketlere sürdürülebilirliği tedarik yönetimlerine dahil edebilmeleri için pratik adımlar öneriyor. Bu adımlar: Taahhüt et, Değerlendir, Tanımla ve Uygula, Ölç ve Bildir.

Uçsuz Bucaksız Bir Zincir

Tedarik Zinciri Sürdürülebilirliği’nde uluslararası planda da önemli gelişmeler yaşanıyor. Bu konuda en önemli çalışmaların sahibi ise, Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi Tedarik Zinciri Danışma Kurulu. Türkiye için iyi bir haber: Danışma Kurulu’na 2013 yılında Türkiye’den de bir kurum girdi: Boyner Holding. Kurumu temsilen danışma kurulu üyesi olan Boyner Holding Kurumsal Sorumluluk ve Sürdürülebilirlik Müdürü Aysun Sayın görev aldı. Görüşlerine başvurduğumuz Sayın, “Küresel İlkeler Sözleşmesi tarafları dediğimizde, 130 ülkede 10 binden fazla imzacısı olan çok geniş bir ağdan bahsediyoruz ve bu ağın sözleşmenin 10 temel ilkesine uyum taahhüdünü konuşuyoruz aslında” diyerek, çalışmanın inanılmaz genişliğine dikkat çekiyor.
Peki, bu Danışma Kurulu, şirketlerin sürdürülebilirlik ajandalarına nasıl bir yönlendirme ve katkı sunuyor? Elinde her şeyi değiştirebilecek sihirli bir değnek olmadığını biliyoruz ama nelere kadir olduğu, hangi araçları kullanarak etkide bulanabileceği önemli.
“Şu anda 23 kurum temsilcisi olarak, Küresel İlkeler Sözleşmesinin temel ilkelerinin imzacılar tarafından tedarik zinciri yöntemine taşınması ve sürdürülebilir tedarik zinciri için atılması gereken adımlar konusunda imzacı firmalara yol gösterici araçların hazırlanması üzerine çalışıyoruz” diyor Aysun Sayın ve ekliyor: “Elbette en önemli fonksiyonumuz gündem oluşturmak”.
Gündem oluşturmak, ucu bucağı zor görülen, yerkürenin dört bir yanına dağılmış bu ağın içindeki şirketleri dönüştürmek için gerçekten önemli, çünkü her bir kurumu tek tek mercek altına almak yerine, üzerine çalışabilecekleri gündemleri ve yol haritalarını belirlemek çok daha anlamlı. Ayrıca, kurumun ve bireyin özgücüne ve içselleştirmesine vurgu yapması dolayısıyla sürdürülebilirliğin ruhuna da çok daha uygun. Bu izlek üzerinden hareket eden Danışma Kurulu, 2013 yılı boyunca bu gündemin ve alt başlıklarının belirlenmesi üzerine çalıştı. 2014 yılına bu konuda damga vuracak iki temel başlık var. Bunlardan birincisi, “İzlenebilirlik”. Şirketler tedarik zincirleri süresince ürün ve hizmetlerin kontrolünü yapabiliyorlar mı? Bunu ne kadar hayata geçirebildikleri bu gündem başlığı altında ele alınıyor.
Diğer gündem başlığı ise, 2013 yılında imzacı şirketlerden seçilen örneklemle yapılan tedarik zincirinde insan hakları konusunun şirketler tarafından nasıl ele alındığı, nasıl takip edildiği ve ne tür mekanizmalarla tesis edilmesi için çalışıldığı üzerine bir araştırma raporun hazırlanması. Raporun tamamlanmasının ardından, Kurul bu konuda şirketlere tavsiyeler sunmaya hazırlanıyor.

Türkiye Ağı Ne Yapıyor?

Peki, konuların belirlenmesi nasıl oluyor? Bu çalışmaların çıktıları, imzacı şirketlere nasıl taşınacak? Aysun Sayın bu sorumuzu şöyle yanıtlıyor: “Konular, Küresel İlkeler Sözleşmesi temel ilkelerini destekleyecek şekilde belirleniyor. Bizim alanımızda hem ilkelerin desteklenmesi, hem de tekrar eden ortak sıkıntıların ele alınması üzerinden oldu. Amacımız şirketlere tedarikçiler ile çalışırken yol gösterici kılavuzları hazırlamak, uygulama adımlarını tanımlamak”.
2013 yılında yayınlanan “Global Corporate Sustainability Report”, 113 ülkeden 1712 imzacının katılımıyla hazırlandı. Bu da tüm imzacıların yüzde 25’ine tekabül ediyor ve çalışmaya katılanların beyanları analiz edildiğinde yüzde 83’ü Küresel İlkeler Sözleşmesi ilkelerini tedarikçileri ile paylaştıklarını ve buna uyum beklediklerini ifade ederken, bu oranın yalnızca yüzde 18’i tedarikçilerine bu uyum sürecinde destek veriyor; yüzde 9’u uyumlaştırma sürecini izliyor.
Bu rakamlar da açık bir şekilde gösteriyor ki, Küresel İlkeler Sözleşmesi kapsamında aksiyon alma motivasyonu olan şirketler için bile, ilkelerin hayata geçirilmesinde -tedarikçiler nezdinde bunu talep etmenin dışında- aksiyona geçen çok az. “Bizim çalışmalarımız şirketlere nasıl aksiyon alacaklarını belirlemede kılavuzluk etmek oluyor” diyor Sayın ve ekliyor: “Her yıl ele aldığımız konularda hem politika dokümanı hem de uygulama adımlarını içeren el kitaplarını hazırlıyoruz”.
Ancak bu kapsamlı eforun bile çalışmanın yaygınlaştırılması ve tedarik zincirinin en uzak halkalarına doğru nüfuz etmesi için daha başka mekanizmalara ihtiyaç olduğu açık. Bunların başında ise, ülke bazındaki imzacı kurumların yerel örgütlenmelerinin kurulması geliyor. Bu konuda Global Compact Türkiye ağı çalışmalara başlamış bile. Türkiye’de imzacı kurumlara Ağustos sonunda bir çağrı yapılmış ve tedarik zinciri sürdürülebilirliği çalışma grubu kurulmuş. Sayın, “Gruba katılımı artırmaya çalışıyoruz. Geçtiğimiz iki ayda yapılan toplantılara Küresel İlkeler Sözleşmesi olarak etkinlik ortağı olduk ve bu etkinliklerde ALTINYILDIZ sponsorluğunda Türkçeye çevrilen ‘Tedarik Zinciri Sürdürülebilirliği: Sürekli İyileştirme için Pratik Rehberi’ni katılanlara dağıttık; ilgili tüm toplantılarda rehberin paylaşımını yapıyoruz” diyor.

Söylemek Kolay, Ya Yapmak? 

“Global Corporate Sustainability Report” çalışmasını daha dikkatli incelediğimizde, genelde şirketlerin insan hakları, çalışan hakları, çevre koruma, yolsuzlukla mücadele alanlarında sözleşmeye referans veren taahhütlerinin ve buna yönelik politikalarının yüzde 60-70 aralığında olduğunu ama iş uygulamada izlemeye ve özellikle tedarikçisinden bu konularda aksiyon bekleyecek adımları tanımlamaya geldiğinde bu oranların yüzde 30’lara indiğini görüyoruz. Bu da, maalesef özellikle insan hakları, çalışan hakları, yolsuzlukla mücadele ve çevresel etki gibi konularda Küresel İlkeler Sözleşmesi’ne taraf olan şirketlerin hâlâ söylemden eyleme tam olarak geçemediğini gösteriyor. Aysun Sayın bu veriler üzerine, “Galiba önümüzde şöyle bir ödev var: Söylemde dahi bu temel alanlarda politika ve yönetim taahhüttü olmayanları taahhüt noktasına getirmek. Taahhüt edenleri de, peki bu taahhüt karşılığında ne yapıyorsun noktasına getirmek. Zira; en kolay olan bugün bir şeye taraf olmak ve yazılı dokümanlarda bunu en iyi şekilde anlatmak. Bu konuda en büyük sorumluluk elbette şirketlerin ancak ben şuna inanıyorum, konuyla ilgili medya ve sivil toplum kuruluşlarının bu süreçleri izlemesi ve akabinde ‘sırada ne var’, ‘Söylüyorsun ama ne yapıyorsun’ soruları ile kurumlara baskı gücü oluşturması gerekiyor” diyor.
EKOIQ’nun bir önceki, Kasım sayısında, bildiğiniz gibi insan hakları ve sürdürülebilirlik ilişkisini geniş bir biçimde ele aldık. Yakın zamana kadar tamamen devletlerin sorumluluğunda kabul edilen, dolayısıyla özel şirketlerin, konuya fazla ilgi göstermediği bu konunun, nasıl iş yapma biçimlerinin temel meselelerinden biri haline nasıl geldiğini aktarmaya çalıştık. Her insanın doğuştan gelen, devredilemez, vazgeçilemez haklarından bahsediyoruz ancak hâlâ bu kadar temel hakların bile iş dünyasında ihlaline tanıklık edebiliyoruz. Ve bu ihlaller, yine şirketlerin ana merkezlerinden uzakta, değer zincirinin gözden ırak köşelerinde çok daha yoğun bir biçimde gerçekleşiyor. 8 Kasım’da TÜSİAD tarafından gerçekleştirilen toplantıda, bir önceki TÜSİAD başkanı Ümit Boyner sunumunda şöyle diyordu: “Eşitlik evet ama kimin için olduğu da net mi? Herkes için eşitliği tesis edebiliyor muyuz? Çalışanlarımızın yaşam haklarını, örgütlenme özgürlüklerini, dinlenme haklarını, insan onuruna yakışan çalışma ortamlarında çalışma haklarını sağlayabiliyor muyuz? Demokratik katılımı ve katılımcılığı işyerlerimizde de önemsiyor muyuz?”

Aksiyon Belirleyen Çok Az

Son derece önemli saptamalar içeren “Global Corporate Sustainability Report”a baktığımızda soruların ne kadar da isabetli sorulduğunu görebiliyoruz. Yine aynı raporda, tedarik zincirleri için bu konuların tesisinde araştırmaya katılan imzacıların yüzde 53’ü insan haklarını tanımlamışken, sadece yüzde 26’sı bu konuda aksiyon adımı belirlemiş durumda. İşgücünde bu oran yüzde 49’a karşılık yüzde 28; çevre konusunda yüzde 61’e karşılık yüzde 31 ve yolsuzlukla mücadelede yüzde 59’a yüzde 28.
Sayın’a bu konuda danışma kurulunun çalışmaları kapsamında şirketlere ne önereceğini soruyoruz: “İnsan hakları söz konusu olduğunda karşımıza çıkan en temel eksiklik -ki bu yalnızca şirketlerin değil ülkelerin de sorunu- sistematik ve ayırt edilmiş analizlerinin olmaması, çalışan haklarını sanki insan haklarından bağımsız bir yerde görmeleri. Oysaki çalışan hakları insan haklarının bir alt kümesidir ve şirketlerin kendi yapılarında ve tedarikçilerinde kurum politika ve uygulamaların insan haklarına olan etkisine çalışma alanının ötesinde bakmaları gerekir. İnsan haklarını ihlal eden veya edebilme potansiyeli olan risklerin tanımlanması ve risklere bağlı önceliklere odaklanmaları gereklidir”.
Söylemek ile eylemek arasında hemen hemen her konuda aynı aralık, boşluk açık bir şekilde görülüyor ancak “Çevre ve yolsuzlukla mücadele” konusunda aradaki boşluk diğerlerinden bir tık daha yukarda. “Neden böyle?” sorusunu Sayın şu şekilde yanıtlıyor: “Çevresel performans konusunda bence yanıtı ‘izlenebilirlik’. Bu da sadece kendi performansınıza bakmakla olmuyor; tedarikçilerinizin performanslarına da bakmanız gerekiyor ki bu konuda eğer bir mekanizmanız yok ise güvenilir bilgiye erişim mümkün olmuyor. Kendi çalıştığım sektörden daha kolay somutlayabilirim. Konuyu tekstil ve tedarik zinciri olarak özelleştirerek gidelim isterseniz. Çevresel performansta önce materyal analizi yapmanız gerekiyor: Yani hammadde nereden geliyor, örneğin pamuk ise üretim koşulu, yün ise temin koşulları nasıl? Hammadde girişinden itibaren tops, boya, iplik ve apre gibi pek çok proses var ve bunların her birinde ‘su, enerji ve kimyasal’ kullanımı var. Bu kullanımların ölçülmesi, kullanılan kimyasalın insan ve çevreye olan etkisinin belirlenmesi, atık suyun ne olduğu gibi bir sürü konuda politika ölçme ve izleme yapılmalı. Yani biz çevreye duyarlıyız, çevreye olan etkimizi minimize ediyoruz demek kolay da, bu etkinin ne olduğunu açıklamak ve nasıl minimize edildiğini anlatmak o kadar kolay değil. Hele ki bunun için tedarik zincirinin tüm haklarına bakmak ciddi bir çalışma demek”. Yani iyiniyet ve arzuyla kolayca halledilecek bir şeyden bahsetmiyoruz. Tüm istek, arzu ve kararlılığına karşın, çevresel ve sosyal etkinin tedarik zinciri boyunca izlenmesi, önemli bir bilgi, tecrübe, uzmanlık ve sistematik yaklaşım gerektiriyor.

STK’larsız Bu İş Olmaz

Peki, bu konuda nasıl yol alınabilir? Bu noktalarda şirketlerin yol alabilmesi için kimlere, hangi kurum ve kuruluşlara ihtiyacı var? Bu noktada şirketlerin yine sadece kendi bilgi, güç ve tecrübeleriyle ilerlemesi imkânsız görünüyor. Ve ilginçtir, bugüne kadar, şirketlerin başının belası olarak kabul ettikleri ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşları çok önemli işlevler görüyor.
Zaten Aysun Sayın da, “Şirketlerden bağımsız yapıların, hangi statüde olursa olsun şirketlerin çalışmalarını değerlendirmek konusunda çok olumlu rolleri var, zaten bu yapılar sayesinde eylem noktasına geçilebiliyor. Sivil toplum örgütlenmeleri veya kâr amacı gütmeyen yapılar ayrıca gündem oluşturma konusunda da çok önemliler” diyerek STK’lara özel bir vurgu yapıyor. Gerçekten de şirketlerin tedarik zincirlerinde sosyal uygunluğu sağlama konusunda sorumluluk almaları, hangi alanları dahil edecekleri, hangi göstergelere bakacakları ve nasıl bakacakları konusunda veya iyileştirme gerektiren alanlarda nasıl aksiyonlar alınması gerektiği konusunda yol gösteren birçok kuruluş var. Sayın, kendi çalıştığı alan açısından Fair Labour Assocation (FLA) ve Adil Giyim Vakfı’nın (FWF) altını çiziyor ama her alan ve sektör için bu tür başka kurumlar önemli roller oynayabiliyorlar. Önemli olan şirketlerin bu konuda kararlı ve tedarik zincirlerindeki herhangi bir aksaklığı gidermek için işbirliği yapmaya açık olmaları. İşin gerisi, doğru çalışma ve yol arkadaşlarını (hep sizi övenler gerçek dostlarınız değildir, unutmayın) bulmak ve süreci doğru bir şekilde işletmekten ibaret aslında.
Tabii bu konuda çalışan son derece önemli danışmanlık şirketleri de mevcut. Uluslararası deneyimleriyle hem tedarik denetim araçlarını doğru bir şekilde tanımlayan, bunun yöntem ve altyapısını kuran ve denetimleri markalar adına yapan, kâr amacı gütmeyen şirketler ve danışmanlık şirketleri, süreçte hızlı ve doğru yol almak isteyen şirketlere önemli katkılar sağlayabiliyor. Dünyayı bazen yeniden keşfetmek gerekmeyebiliyor ve geriden gelmenin avantajı bazen büyük sıçramalar yapabilmek için işe yarayabiliyor. Dünyanın dört bir yanında farklı tecrübelerden damıtılmış aklın ışığını kullanmak, karanlıkta el yordamıyla ilerlemekten çok daha faydalı olabiliyor.

Saatli Bombayla Yaşamak

Peki, Türkiye için bir durum tespiti yapmaya kalksak, neredeyiz? Aysun Sayın sorumuzu “Açıkça söyleyelim, bu işin Türkiye’de taşıyıcıları ve öncüleri uluslararası markalar oldu. Üretim yaptıkları alanlarda tedarikçilerini bir dizi etik kod ve standartta önce sözleşme eki olarak kontrol etmeye; akabinde bunun yetersiz kalmasıyla denetlemeye başladılar. Denetim ve iyileştirme adımları paralel gidiyor. Bu iyi bir gelişme bizim için, yaygınlaşmasına Türkiyeli firmalar tarafından da yapılan uygulama olmasına çalışıyoruz” şeklinde yanıtlıyor.
Türkiye’de tedarik zincirinde sosyal uygunluk çalışmalarının hayata geçirilmesinin o kadar kolay olmayacağını söylemekte sakınca yok. Sayın da, “Bu kolay bir iş değil, öncelikle bunun şirketler tarafından yapılması gerekliliği konusunda farkındalıklarının artırılması gerekiyor” diyor. Açıkçası belli ki, biz bu işi yaparsak, bu çalışmalara kaynak ayırırsak nasıl bir kazancımız olacak, sorusunun çok net ve açık bir şekilde açıklanması gerekiyor. Tabii bu konuda yan çizdiğinizde başınıza gelebileceklerin, aslında hiçbir şey yapmayarak, gözlerinizi kapatarak aldığınız risklerin de. Nihayetinde denetlenmeyen, izlenmeyen, iyi yönetilmeyen tedarik zincirleri aslında şirketler için, ne zaman patlayacağı bilinmeyen bir saatli bombayla yaşamaya benziyor.

Halkaları Yerden Toplamak

Aslında duyargaları açık olanlar için çok fazla uyarıcı da var. Çok alametler belirmiş durumda. Yasal mevzuat, ulusal ve uluslararası katılımı gönüllülük esasına dayanan platformlar, sivil toplum kuruluşlarının lobi ve savunu faaliyetleri, ürettikleri raporlar, kampanyalar ve giderek artan sayıda, tercih ettiği markaları sorgulayan müşteriler, bu alametleri hissetmek için yeterli değil mi?
Sayın bu noktada bir başka yere de dikkat çekmekten geri durmuyor: “Bugün için belki daha sınırlı bir tüketici topluluğu, şirketlerin performanslarına bu bağlamda bakıyor. Belki bugün bu alanda sorumlu uygulamaları olan şirketlerin faaliyetlerini daha sınırlı bir kesim duyuyor ve bundan dolayı takdir ediyor ama yarın bunu müşteriler talep edecek. Bugün özellikle gençlerin çalışma tercihlerinde bile firmaları bu bağlamda sorguladığını görüyoruz; çevreye, insan haklarına duyarlılar ve bunu çalışacakları şirketlerden de bekliyorlar. Yarının büyük satın alma gücünü bu gençlerin oluşturacağını düşünürseniz bugünden sorumlu uygulamalara başlamak gerektiğini görebilirsiniz”.
Tarihsel olarak baktığımızda insanoğlu ve kızının yanlış seçimlerinin büyük bölümünün bilgisizlikten kaynaklandığını söyleyebiliriz. Ancak bilginin neredeyse her yerde hazır ve nazır, elimizdeki akıllı telefonlar kadar bize yakın olduğunu, birçok düşünür tarafından “bilgi” sıfatıyla tanımlanan bir küresel toplumda yaşadığımızı biliyoruz artık. Gözlerimizi kapatmamız, kulaklarımızı tıkamamız, ya da daha kötü niyetli olarak geleneksel medya kanallarını ehlileştirmemiz, susturmamız hiçbir işe yaramayacak; akıllı telefonlarımıza, tabletlerimize, sosyal medyadan düşüverecek bir haber veya mesaj gerçekleri tüm çıplaklığıyla (belki de daha da abartıyla) ortaya koyuverecek. Dolayısıyla şirketlerin, kurumların, tam tersine gözlerini kulaklarını sonuna kadar açmasında kendi bekaları açısından da sonsuz fayda var. Hem de bütün bu dosya boyunca anlatmaya çalıştığımız gibi, sadece kendi ofislerine, fabrikalarına değil, değer zincirinin bir parçası kıldıkları her halkaya da benzer bir ilgiyi göstermek zorundalar. Yoksa o zayıf halka kopacak ve zincir dağılacak ve zayıf halkayı tamir etmek, tüm zincirin parçalarını yerlerden toplamaktan inanın çok daha kolay…

Barış Doğru, EKOIQ Genel Yayın Yönetmeni

Dr. Barış Doğru

#ekoIQ ve iklimhaber.org Yayın Yönetmeni, Sürdürülebilirlik Uzmanı