Gözü hep arkada ama esen rüzgarla kanatları havalanan ve hep ileriye doğru sürüklenen tarih meleğinin gözlerinden bakmaya çalışırsak, “tek”lerin hep felaket getirdiğini, “çok”ların, “çoklukların” ise umut olduğunu görebiliriz kolayca…
YAZI: Barış DOĞRU
Bıçak sırtında salınıp giden bu gezegenin ve insan varlığının geleceğini kestirmek gerçekten zor. Doğru, geçmişine bakarsak, sabıkasını göz önüne alırsak, umutlu olmak için az neden bulabiliriz. Ama bütün o tarih içinde umut veren kişiler, topluluklar da hep olmuş. Bunun da ötesinde, “umut ilkesi” olmadan yaşamlarımızı nasıl sürdürebiliriz ki? Ancak ilk önce kendimizi değiştirmeden hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimizi, kendimizi değiştirmek içinse örgütlü, kolektif yapılar içinde olmamız gerektiğini anlamamız gerekiyor sanırım. Gözü hep arkada ama esen rüzgarla kanatları havalanan ve hep ileriye doğru sürüklenen tarih meleğinin gözlerinden bakmaya çalışırsak, “tek”lerin hep felaket getirdiğini, “çok”ların, “çoklukların” ise umut olduğunu görebiliriz kolayca… İnsanlık iletişimle insan oldu, varlığını sürdürdü. Eğer bir geleceğimiz olacaksa, yine bu iletişim sayesinde kurulacak kolektif yapılar sayesinde olacak…
Bir-iki kere yazdım sanırım bu derginin sayfalarında. İklim değişikliği, petrol kuyularında, kömür madenlerinde başlamıyor. Biz arabalarımızın kontağını çevirdiğimizde, klimamızı açtığımızda, kombinin düğmesine bastığımızda başlıyor o meşum karbon emisyonları… Çok basit bir matematiği var aslında olayın: Siz kullanmazsanız talep olmazsa, kimse onları üretmeyecek, milyonlarca doları buralara akıtmayacak… Ama bunu tekil olarak yapmanın, hiçbir etki yaratmayacağı bilgisi, işte o bilinç bizi “sinizm” kuyusuna atıyor. Ben yapmasam da başkaları yapacak ve hiçbir şey değişmeyecek ruh hali, değişmemizin önündeki doğal engel. O durumda çöpümüzü de ayrıştırmıyoruz, biraz fark ödeyip hem kendimiz hem de gezegen için daha sağlıklısını da almıyoruz, otomobillerimizde cayır cayır benzin yakmaya da devam ediyoruz…
Geçtiğimiz günlerde Treehugger’da yayınlanan Sami Grover imzalı “Tüketici satın alımları, politik bir eylem olabilir mi?” başlıklı makale de aynı sularda dolanıp duruyordu. “Evet önünde sonunda biliyorum ki” diyor Grover, “Alışveriş yapmakla oy kullanmak aynı şey değil. Ancak yine de, tüketici aktivizminin, yurttaş katılımına vekalet etmesine izin verirsek, satın alma gücümüzün sınırlarını çok hızlı bir şekilde keşfedebiliriz”. Ancak tabii bütün bunlar için tek bir bireyden, yani kendimizden başlayan ama çokluğa, örgütlülüğe ulaşan bir bakış ve harekete ihtiyaç var… Bu sayıda bu konular üzerine çalışan kişilere ve sivil toplum temsilcilerine kulak verdik. Daha işin çok başında olduğumuz kesin, gücümüzün sınırlarını ve etkisini görmemizi sağlayacak uzun bir yol var önümüzde…
Ve evet bir geleceğimiz olacaksa bu “tek”liklerden değil çokluklardan doğacak. Devasa elektrik santrallarından değil, tek tek çatılarında enerji üreten bireylerden, kooperatiflerden yeşerecek. Kendi atığını ayrıştırırken, diğer yurttaşlara bu bilgiyi yayan birey ve kolektiflerden; ortak hareket ederek şirketlerin daha “temiz” ürünler üretmesini sağlayacak gruplardan… Oy verme ve ses çıkarma gücüyle “kamuyu” seçme ve yönlendirme gücüne ya da “olasılığına” sahip yurttaşlardan… Sevgili Uygar Özesmi’nin isimlendirmesiyle, üretim ve tüketimi birlikte düşünmeyi bilen “türeticilerden” yeni bir dünya kurulabilir ancak…
Sabıkamız kötü. Sürdürülebilir bir gezegeni kurup kuramayacağımızı bilmiyoruz. Benim bildiğim tek şey, böylesi bir yeryüzünün, her şeyi bilen tek adamlardan değil, az bilgisini paylaşarak büyüten “çok akıllı kalabalıklardan” doğabileceği. Tarih meleğinin kederli gözbebeklerine bakın, bunu göreceksiniz…