#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

TEMA’da Gündem İklim Değişikliği ve Gıda Güvenliği

Türkiye’nin önde gelen iklimbilimcilerinden Doç. Dr. Barış Karapınar, TEMA Vakfı genel müdürlüğüne getirildi. İklim değişikliğinin risklerini değerlendirmek üzere kurulan ve hazırladığı değerlendirme raporlarıyla bu konuda bilimsel otorite olarak kabul edilen BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) başyazarlarından, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde iklim değişikliği, kalkınma ve uluslararası ticaret konularında dersler veren Karapınar, TEMA’nın yeni yılda gündeminde değişikliğe gideceğini vurguluyor. 2016’da, yeni bir yaklaşımla gıda güvenliği konusunun üzerinde durulacak. Karapınar’la yeni görevini, 2016 gündemlerini ve Paris İklim Zirvesi’ni konuştuk.
Berkan ÖZYER / Fotoğraflar: Özgür GÜVENÇ

İklimbilimci olarak TEMA’ya ge­nel müdür olmanız, bir yaklaşım ve odak değişimine mi işaret edi­yor?
Bu, TEMA adına bir değişimin yan­sıması. TEMA zaten vakıf senedine hedef olarak iklim değişikliğiyle mü­cadeleyi koydu. Bu, iklim değişikliği konusunu ne derece sahiplendiğinin bir ifadesi olarak görülebilir. Aynı za­manda IPCC üzerinden uluslararası bağlantıları olan bir akademisyenin bu göreve getirilmesinin hem önce­liklendirilmiş alanların belirlenmesi hem de Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç’ın öncülüğünü yaptığı TEMA’nın gençleşme ve kurum­sallaşma planına yönelik bir adım olarak değerlendirilebilir. Kendi adıma da bu görevi neden seçtiğim sorusu önemli. Önce İngiltere, sonra İsviçre olmak üzere uzun yıllar yurt­dışında yaşadım. IPCC görevime de İsviçre’nin beni aday göstermesiyle başlamıştım. Türkiye’ye iklim de­ğişikliğiyle ilgili hem kamuoyunun bilgilendirilmesi hem politikacıları etkileme hem de elle tutulur pro­jeler yapma amacıyla geldim. Nasıl bir ortamla karşılaşacağımı, hangi platformda bunun gerçekleşeceğini bilmiyordum. Akademik çalışmala­rıma devam etmeyi hedefliyordum. Boğaziçi Üniversitesi’nde başladım, sonraları TEMA’yla gönüllü olarak çalışmaya giriştim. Saha etkinlikleri­ne davet ettiler beni. Orada gıda gü­venliği, iklim değişikliğini konuştuk. TEMA’nın Türkiye genelinde 400’ün üzerinde temsilciliği bulunuyor. Tüm illerde ve 300’ün üzerinde ilçe­de varız. Yerelde bu kadar geniş bir ağının olması beni çok etkilemişti. Değişik siyasal kimlikleri, sosyo-eko­nomik geçmişlere sahip olsalar da hepsinin ortak özelliği doğa ve insan sevgisi. Bu değerlerden ve bu insan profilinden de etkilendiğim için TEMA’nın Türkiye’ye gelme amaçla­rımı gerçekleştirmek için çok büyük bir olanak sunduğunu düşündüm. Bu çerçevede TEMA’nın hedefleri ve benim kişisel tercihlerim çok güzel örtüştü.

Yeni dönem için aklınızda nasıl projeler var? TEMA’nın gündemin­de neler olacak?
TEMA’nın halihazırda devam eden çalışmaları var. Anaokulundan lise­ye kadar çeşitlendirdiğimiz bir eği­tim programımız mevcut. Örneğin bu sene 70 bin çocuğa ulaşacağız. Milli Eğitim Bakanlığı ortaklığıyla çevre ve ekolojik okuryazarlık et­kinlikleri uyguluyoruz. Ayrıca saha­da özellikle şehir-bölge planlamaları üzerinden savunuculuk çalışmaları yapılıyor. Nükleer, kömür santralla­rı konularında yaptığımız çalışmalar var. Çanakkale’de planlanan 12 ter­mik santrala yönelik bir savunucu­luk çalışması yapıyoruz. Diğer taraf­tan sahada kırsal kalkınmayla ilgili yapılan çalışmalar var. Bu projeler daha çok çiftçilerle el ele verip onla­rın sürdürülebilir tarım etkinlikleri­ni geliştirme, güçlendirme yönünde yapılan çalışmalar. Ve bir de saha organizasyonlarını yapma, sürekli gönüllü kazanma ve gönüllülerle doğa merkezli çalışmalar yapma yö­nünde çalışmalarımız var.
Yeni projeler konusunda da özel­likle iklim değişikliği ve gıda gü­venliği ilişkisini önümüzdeki sene sahiplenmeyi istiyoruz. Bunu da üç ayak üstüne kurduk. Birincisi iklim değişikliği ve gıda güvenliği ilişkisinin üretim tarafı. Üreticilerle iklim değişikliğiyle, özellikle adap­tasyon anlamında yapacağımız çalış­malar var. Burada da altını çizmek istediğimiz işlemesiz tarım etkinlik­leri var. İşlemesiz tarımı Türkiye’de yaygınlaştırmak istiyoruz. Özellikle Orta Anadolu’da bunu sahiplen­mek istiyoruz. Konya, Sarayönü’de TEMA bağlantılı değil ama kendi inisiyatifiyle bunu uygulayan bir gönüllümüz var. İşlemesiz tarımı 60 bin dekara kadar çıkarmış durum­dalar. Biz bunu yaygınlaştırmaya çalışıyoruz.
İkinci tarafı, şehirlerde gıda güven­liğinin etkisine yönelik. Bu sorun özellikle şehirlerdeki yoksul hane­leri etkiliyor, gıdaya erişim konusu ön plana çıkıyor. Özellikle yerel yönetimler ortaklığıyla şehirlerde yaşayan yoksul hanelere yönelik gıda erişimi çalışmaları yapmak istiyoruz. Gıda güvenliği yaklaşımı­mızın üçüncü ayağıysa gıda sağlığı boyutu. İnsanları gıda sağlığı konu­sunda bilgilendirmeye, sertifikasyon alanına dikkat çekmeye çalışacağız.
Eğitim çalışmalarında Minik TEMA ve Yavru TEMA projelerine ek ola­rak firmalara yönelik yeni program­larımız var. Baltaş Grubu’nun des­teğiyle yeni başlayacak Yeşil Yaka projesiyle isteyen firmalar bizden eğitim alacak. Bununla firma çalı­şanlarının ekolojik okuryazarlıkları­nı artırmayı, davranışlarını değiştir­meyi amaçlıyoruz. Dahası firmalar içinde Yeşil Takımlar adıyla TEMA gönüllüleri oluşturup onlara yöne­lik doğa etkinliklerinden oluşan bir paket hazırlayacağız. Dolayısıyla eğitim ve gıda güvenliği konuları 2016’da ön planda olacak.

Türkiye genelde büyümesini şehir­leşme üzerine kurduğu için gıda ve tarım ihtiyacı belli ki artacak. Ama tarım alanlarında önemli sorun­lar söz konusu. Bu konuda ilgili kurumlarla iletişim kurup, farklı kalkınma modelleri gibi öneriler yapılabilir mi?
1 Kasım seçimleri öncesinde Eko­Siyaset bildirgesi yayınladık. Orada söylemeye çalıştığımız da buydu: Sürdürülebilirliği kalkınma proje­nizin merkezine koyun. Çünkü sür­dürülebilirlik konusu artık hayatın her alanına dokunuyor. Suriye’deki iç savaş ve mülteci krizinden, gıda güvenliğine ve gıda krizine kadar her alanda sürdürülebilirlik ya da doğa ilişkisi ön plana çıkıyor. O yüzden de bizim gündelik siyasette konuştuğumuz şeylerin artık bir parçası doğa. Son 20-30 senede doğa ile ilgili konular, hep marjinal konular olarak değerlendirildi. Biz bunun değişmesi gerektiğini söylü­yoruz. Bunu söylerken de elimizde çok güçlü doneler var. Örneğin Suriye’deki krizin bir tarafında gıda ve iklim ilişkisi var. Çünkü son dönemde yayınlanan bazı aka­demik makaleler 2006 sonrasında yaşanan kuraklıkların ciddi bir iç göçe neden olduğunu, bunun so­nucunda şehirlerde oluşan sosyal kırılganlığın da savaşın tetikleyici faktörlerinden biri olduğu fikrini ön plana çıkarıyor.
Diğer taraftan gıda güvenliği konu­su tüm dünyada ve Türkiye’de çok önemli bir konu haline geldi. Gıda fiyatlarında tüm dünyada önemli bir artış yaşandı. Türkiye’de gıda fiyatları 2007’ye kıyasla iki katı se­viyesinde. Ve bu artış en fazla yok­sul haneleri etkiliyor. Bunun ciddi bir iklim boyutu da var. IPCC’de bizim ortaya koyduğumuz çarpıcı rakamlardan biri iklim değişikliği nedeniyle gıda fiyatlarının %100’e varan artışlar yaşayacağıydı; 2050 yılında verimlilik azalıyor, fiyatlar yükseliyor. Ayrıca aşırı iklim olayla­rı nedeniyle ciddi bir dalgalanma ve yükselen risklerden bahsediyoruz. Bu anlamda gıda güvenliği hepimi­zin hayatını ve dolayısıyla siyaseti doğrudan ilgilendiren bir konu oldu ve olmaya devam edecek.
Sorunun bir de su boyutu var. Türkiye su yoksunu bir ülke. İklim değişikliği nedeniyle su kaynakları alanında ciddi sıkıntılarla karşı kar­şıyayız. Öte yandan da şehirleşme talebi, gelir seviyesi artışının ya­rattığı talep nedeniyle su varlıkları üzerinde giderek artan bir baskı var. Bu anlamda sadece tarımsal politikalara değil, Türkiye’nin tüm kalkınma politikalarının temeline sürdürülebilirliği, iklim değişikliği­ne adaptasyonu ve onunla mücade­leyi koymak gerekiyor.

BM Çölleşme ile Mücadele Söz­leşmesi 12. Taraflar Konferansı (UNCCD COP12), yakın zamanda Ankara’da gerçekleşti. Konferansa dair gözlemleriniz nedir?
Konferansta çok etkin bir rol oy­nayan TEMA dünya genelinden katılımcı STK’ların odak noktasıy­dı. Organizasyon anlamında biz de önemli sorumluluklar aldık. Kon­feranstan iki ay önce, bizim için çok önemli bir gelişme yaşanmıştı. BM’nin sürdürülebilir kalkınmayla ilgili belirlediği 17 hedefin arasında toprakla ilgili de bir hedef açık­lanmıştı. Böylece 25 yıldır TEMA olarak mücadelesini verdiğimiz bir alan, BM tarafından da kabul edil­miş oldu ve 2030 hedefleri arasına alındı. Taraflar toplantısındaki ama­cımız da bu hedefin içini doldur­maktı. Sıfır arazi bozulumu ya da bu alanda nötralleşme hedefi çıktı toplantıda. Arazi bozulumunun or­mansızlaşma, erozyon ve toprağın organik yapısının bozulması gibi değişik boyutları var. Böyle bir hedefin ne derece bağlayıcı oldu­ğu, hangi ülkenin bu hedefe nasıl ulaşacağı, yaptırım olmaması gibi temel eksiklikler söz konusu. Her­kesin, özellikle bizim gibi STK’ların özveriyle çalışmaya devam etmesi gerekiyor. Önemli olan bu hedefleri pratiğe çevirip elle tutulur sonuçlar almak.

Zaten Paris’teki İklim Zirvesi için de yaptırım konusu temel bir me­sele olarak öne çıkıyor. BM’nin toprak gündemini kabul etmesini biraz ayrıntılandırabilir misiniz?
BM Binyıl Kalkınma Hedefleri, 2015 sonuna kadar yerine getirilmesi ge­reken hedefler olarak belirlenmişti. Bunun içinde sekiz hedef vardı. Daha çok yoksullukla mücadele, eğitim ve sağlık merkezli hedefler­di bunlar. Şimdi 2015 sonrası için yeni hedefler belirlendi. Bu hedef­lerin içinde de toprak, su, iklim gibi başlıkların bulunduğu, önemli ölçekte çevreyle ilgili hedefler var. Dünya gündemini belirleyecek he­deflerin arasında yoğun bir şekilde çevreyle bağlantılı hedeflerin ol­ması, hepimiz için iyi bir gelişme. TEMA olarak biz zaten 25 yıldır toprağı sahiplendik. Toprakla ilgili konuları kendi gündemimize aldık, Türkiye’nin gündemine taşıdık. Bu gelişme, yaptığımız işin ne kadar önemli olduğunu ve tarihin doğru tarafında olduğumuzu gösteriyor. Aslında daha genel olarak söyleye­ceklerimizi EkoSiyaset belgesinde vurguladık. Dünyanın kalkınma ve medeniyet tanımı değişiyor. Artık kalkınma dereceniz ne kadar ara­ba ürettiğiniz, enerji ürettiğiniz, tükettiğiniz, yüzde kaçla büyüdüğü­nüzle değil; enerjinizin ne kadarını yenilenebilir enerjiden sağladığınız, seragazı emisyonlarınızı ne kadar sürede sıfırlayacağınız, şehirlerinize nasıl akıllı ve sürdürülebilir altyapı sistemlerini kurduğunuz, tarımı ne kadar doğa merkezli yaptığınız, bio-çeşitliliğinizi nasıl koruduğunuzla ölçülüyor. Geçmişte Türkiye’nin birçok alanda kalkınma trenlerini kaçırdığını gördük. Sanayileşme trenini, ihracat merkezli kalkınma trenini, 1990’larda iletişim merkez­li kalkınma trenini kaçırdık. Artık sürdürülebilirlik temelli bir kalkın­ma treni var. Bunu kaçırmamamız gerektiğini düşünüyoruz.

IPCC konusuna gelirsek. Türkiye sizce neden çok az temsil ediliyor burada?
Orada Türkiye’den sadece raporun birinci bölümünde çalışan Prof. Dr. Murat Türkeş var. Aslında çok daha fazla olması gerekiyor. Beni İsviçre aday göstermişti. O dönem oradaydım zaten. Önümüzdeki sü­reçte Türkiye’nin de bu alanda aday gösterme ve yazarlık, başyazarlık ve koordinatörlük anlamında daha fazla etkin olmasını umuyoruz. Bu alanda akademiden katkı sağlayabi­lecek birçok uzman var.

Yazarları devletler aday gösteri­yor, değil mi?
IPCC raporları iklim değişikliği literatürünün ulaştığı son nokta üzerine bir değerlendirme niteliği taşıyor. Dolayısıyla bilim insanları­nın yaptığı araştırmaların, politika yapıcılara yol gösteren bir yansı­ması olarak değerlendirebiliriz. Ve yazarları devletler aday gösteriyor. O sürecin de çok şeffaf ve profes­yonel işlemesi gerekiyor. İsviçre’de herkese açıldı bu süreç; üniversite­lere, STK’lara, devlet kurumlarına duyurular gitti. İnsanlar başvuru yaptı ve sonrasında değerlendir­me aşaması şeffaf şekilde yürüdü. Türkiye’de de böyle şeffaf ve tüm uzmanlara açık, özellikle genç iklimbilimcilere yönelik bir çalış­manın yapılması lazım. Böylece Türkiye de IPCC’nin raporlarında hem etkin bir şekilde temsil edi­lebilir hem de Türkiye’deki bilim insanlarına dünyada bu alanda çalı­şan bilim insanlarıyla ortak çalışma ortamı yaratılabilir. Özellikle bilim insanlarının kapasitelerinin gelişti­rilmesi, dünyayla bağlantılarının ar­tırılması ve Türkiye’ye yönelik spe­sifik çalışmalarının desteklenmesi için çok iyi bir olanak sağlanabilir.

Antalya’daki G20 Zirvesi iklim konusuyla açıldı. Paris’teki katli­amdan sonra gündem hızla değişti tabii. G20’den iklim ve çevre konu­larıyla ilgili kayda değer bir adım bekliyor musunuz?
Aslında bekliyorduk. Ama gün­dem ciddi anlamda değiştiği için beklentilerimiz biraz zayıfladı. Beklentilerimizin yoğunlaştığı dört temel alan var. Birincisi iklim değişikliğine neden olan fosil ya­kıtlara yönelik teşviklerin kaldırıl­ması. İkinci olarak da Türkiye’de kömür santrallarına yönelik yatı­rımlardan vazgeçilmesine yönelik beklentimiz vardı. Türkiye 70’ten fazla kömür santralı planlıyor ki bu Türkiye’nin 2030-2040’larda ulaşacağı emisyonları belirleyen bir politika. Geleceğimizi ipotek altına alıyoruz. Zaten resmi olarak İklim Zirvesi öncesi yaptığımız ni­yet bildiriminde ciddi bir emisyon indirimi vaadi yapmadık. Kömür politikamızın bunda etkili bir rolü var.
Üçüncü olarak dünya genelinde, özellikle fosil yakıtlarda kullanılan milyarlarca dolarlık kaynağın yeni­lenebilir enerji yatırımlarına ve ik­lim değişikliğine adaptasyon alan­larına kullanılmasını beklediğimizi belirttik. Dördüncüsü de Paris’te­ki İklim Zirvesi’nden iklim değişik­liğiyle mücadele konusunda elle tutulur bir sonuç… Gündem ciddi anlamda değişti. Bu beklentilerin ciddi anlamda karşılaşacağını ne yazık ki düşünemiyoruz.

EkoIQ Editör