“Paydaş kapitalizmi”nin, piyasa ve toplumu dengeleyen davranış normlarını teşvik ederek özel firmaların ve ulusal hükümetlerin geleneksel düzenleme yöntemlerinin eksilmesi ile oluşan boşluğu doldurması bekleniyor. Yine de uygulanabilir tek çözüm, işin kendisini daha demokratik hale getirmek.
Yazı: Dani Rodrik
Çeviri: İsa Ali Demir
Milton Friedman 50 yıl önce New York Times gazetesinde, “Friedman Doktirini” olarak bilinen ünlü makalesini yayımladı: “İş dünyasının topluma olan sorumluluğu karlarını artırmaktır.” Bu, 1962 yılında yayımladığı ve iş dünyasının topluma olan tek borcunun yasal yollar çerçevesinde kar amacı gütmesi olduğunu iddia ettiği “Kapitalizm ve Özgürlük” kitabında geliştirdiği bir temaydı.
Friedman Doktrini dönemimize de izini bıraktı. Bu doktrin, ekonomik güvencesizlik üreten, artan eşitsizliği körükleyen, bölgesel ayrışmaları derinleştiren ve iklim değişikliği gibi diğer çevresel problemleri şiddetlendiren serbest kapitalizmi meşrulaştırdı ve en sonunda da sosyal ve politik bir tepkiye yol açtı. Birçok büyük işletme, kurumsal sosyal sorumluluk anlayışına yönelerek — ya da sözde destekleyerek — karşılık verdi.
Bu anlayış, bu yıl bir başka yıl dönümünde dile getirildi. 20 yıl önce ortaya konan Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi (United Nations Global Compact), işletmeleri daha büyük kamu yararcıları olmaları için yönlendirmeye çalışarak Friedman Doktirini’ni hedef alıyor. 156 ülkede iş yürüten 11 binden fazla şirket anlaşmayı imzaladı ve insan hakları alanında, işçi ve çevre standartlarında ve yolsuzluk karşıtlığında taahhütlerde bulunuyorlar.
Küresel İlkeler Sözleşmesi’nin geliştirilmesi ve yönetilmesinde kilit rol oynayan bilim insanı John Ruggie, bu sözleşmeyi ve benzer girişimleri firmaların sosyal kimlik oluşturmasına yardımcı olan uluslaraşırı gayretler olarak tanımlıyor. Bu tarz girişimler, davranışsal normları teşvik ederek firmaların kendi kendilerini düzenlemesini sağlıyor. Ruggie’ye göre bu tarz girişimler, ulusal hükümetlerin ve uluslararası kamu kuruluşlarının geleneksel düzenleme yöntemlerinin azalması sonucunda oluşan boşluğu dolduruyor. Bu da bu tarz girişimleri, piyasa ve toplumun ihtiyacımız olan yeniden dengelenmesi için önemli bir araç haline getiriyor.
Harvard’dan Rebecca Henderson ve MIT’den Zeynep Ton gibi ileri gelen işletme profesörleri, çevreye ya da işçilerine özen göstermenin kurumsal liderlerin uzun dönem çıkarlarına hizmet ettiğini çoktan beri dile getiriyorlar. Bir yıl önce US Business Roundtable, sadece hissedarlara değil işçiler, müşteriler, tedarikçiler ve topluluklar gibi ‘tüm paydaşlara’ değer katmayı hedefleyen firmaların tekrar düzenlenmiş hedefleri bildirgesi ile bu anlayışa katıldı. Bu bildirge, toplam 13 trilyon dolar piyasa değerini aşan yaklaşık 200 büyük şirketin CEO’ları tarafından imzalandı.
Ancak özel sektör destekli kurumsal sosyal sorumluluk anlayışına artan desteğe rağmen şirketlerin aydınlanmış kişisel çıkarlarına dayanmanın etkisi belirsiz olarak duruyor. Harvard Hukuk Okulu’ndan Lucian Bebchuk ve Roberto Tallarita’nın yeni çıkan analizi çarpıcı bir karşı-argüman sunuyor.
Bebchuk ve Tallarita, Business Roundtable gibi girişimlerin “çoğunlukla söylemsel halkla ilişkiler adımı” olduğunu özetliyor: Bunlar, fiili kurumsal yönetim anlayışında sergilenmiyor ve tüm paydaşların çıkarlarının gözetilmiş olması durumunda alınması muhtemel zorlu kararlarla etkileşime girmiyor. Dahası, bu tarz girişimler, “paydaşlar için aldatıcı umutları yükselttiği” gerekçesiyle ters tepebilir. Bu sebeplerle, işletmelerin çalışanlar, yerel halk ve doğayla nasıl bir etkileşime gireceğini düzenleyen hükümet politikaları esas öneme sahip olarak duruyor.[su_pullquote align=”right”]”İşletmelerin çalışanlar, yerel halk ve doğayla nasıl bir etkileşime gireceğini düzenleyen hükümet politikaları esas öneme sahip olarak duruyor.”[/su_pullquote]
Paydaş kapitalizmin savunucuları hükümetin rolünü önemsiz olarak göstermiyor. Hatta bazıları (Henderson gibi) toplumsal sorumluluğu olan işletmelerin hükümetin düzenleme rolünü kolaylaştırdığını öne sürüyor. Bir başka deyişle, hükümet düzenlemesi ile kurumsal paydaşçılık (corporate stakeholderism) birbirini tamamlayan iki yaklaşım; Bebchuck ve Tallarita’nın inandığı gibi birbirinin yedeği olan yaklaşımlar değil.
Ama ya eğer şirketler (hükümet) düzenlemelerini dizayn edebilecek kadar büyük bir güce sahipse? Financial Times köşe yazarı Martin Wolf şöyle söylüyor: “Eskiden Milton Friedman’ın haklı olduğunu düşünürdüm. Fikrimi değiştirdim.” Friedman Doktirini’ndeki kusur, Wolf’un açıklamasına göre, hangi şirket kendi karlarını gözedeceğine göre düzenlenen oyunun kurallarının demokratik yollardan ziyade para sahibinin dominant etkisiyle belirleniyor olması. Kurallar, şirketlerin siyasi süreçlere yaptıkları finansal katkılarla yozlaşmış durumda.
Ancak, Wolf’un önerdiği gibi, parayı siyasetin içerisinden çıkarmak sorunu tamamıyla çözmeyecek. Bunun sebebi, bilgisel birikimin finansal birikim kadar önemli olmasıdır. Düzenleme ve politika oluşturma; firmaların karşı karşıya oldukları şartlar, mümkün olasılıklar ve bu mümkün olasılıkların nasıl gelişeceğine dair derinlemesine bilgi sahibi olmayı gerektiriyor. Çevresel düzenlemeler, finans, tüketici güvenliği, antitrust ya da ticaret politikası gibi alanlarda hükümet yetkilileri, kontrolü şirketlere devretti. Çünkü bilginin nasıl üretildiğini ve yayıldığını belirleyenler, şirketler. Bu durum şirketlere sorunların nasıl tanımlandığına, hangi çözümlerin göz önünde bulundurulduğuna ve teknolojinin nasıl göründüğüne dair bir güç veriyor.
Bu tarz durumlarda, hükümetlerin sosyal temel kuralları, kayda değer girdi olmadan ve bu sebeple de şirketlerin etkisi olmadan belirlemesi çok zor. Bu durum, kamu yetkilileri tarafından belirlenen ama şirketler ile devamlı yapılan görüşmeler sonucu şirketlerin katkılarıyla düzenlenen (bazen de değiştirilen) ekonomik, sosyal ve çevresel hedeflere dair oluşturulan farklı bir düzenleyici yönetişim tarzını çağırıyor. Özel sektör-kamu dengesini doğru kurmanın zor olmasına rağmen bu tarz katkıların teknoloji promosyonu, gıda güvenliği ve su kalitesi düzenlemelerinde yapıldığına dair başarılı örnekler mevcut.
Yine de en nihayetinde, bu probleme tek gerçek çözüm, işletmelerin kendilerini daha demokratik hale getirmesidir. Bu, çalışanlara ve yerel halka firmaların yönetiminde direkt söz hakkı verilmesi demek. Şirketler, yalnızca hayatlarını şekillendirdikleri insanlarla konuştuklarında toplumsal çıkar için güvenilir bir partner haline gelebilirler.
Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.