Sıcaktan eriyip yere yapışan plastik çöplerini çevrecilik adına yakıp, küllerini havaya savuran ve daha az plastiğe bir türlü alışamayan Gana… İnce plastikler ile naylonları işe yaramaz çöp olarak değerlendiren Amerika… Zehirli atıkları toprağa gömen kendine çevreci Napoli… İlk bakışta çözüme benzemeyen bu çelişkili çevreci eylemlerin adı ise “trans-kültürel çözümler”
Zeynep Heyzen ATEŞ
[email protected]
Yıl 2012. Stephen King çevirim yeni bitmiş, bir hafta tatil yapmak istiyorum. Çok eski bir dostum, Kanadalı meşhur gazeteci Adam Bemma, “Gana’da Başkan törenle görevi devralacak, hazır masrafları gazete ödüyorken biletini al gel” diyor. Uçak bileti bakarken indirime denk geldiğimi de görünce teklifi ikiletmiyorum.
Gana çok ilginç bir ülke… Minibüse bindiğimizde güzelim kızlar Adam’a gelip “Beyaz bebek yapalım” diyorlar! (Bebek melez olur, beyaz olmaz diyor Bemma ama mantık çoktan tatile gitmiş) Törene bizi götürecek aracın şoförü “Bileğinize dokunabilir miyim?” diye soruyor bana. Bembeyazım. Beyaz ten, Gana’da seçkinlik demek, şans demek. Örneğin Adam’dan çok doğalmış gibi hiç çekinmeden bebek isteyen kızlar, onunla evlenme gayesinde değil; bebek beyaz olursa zaten sınıf atlayacak. Arkadaşım bunları anlatıyor, ben gülmekten yerlere yatıyorum. Bana karşı herkes çok kibar ama sürekli gülmem garip geliyor onlara. Sonunda tören alanına ulaşıyoruz, dekor çok şatafatlı ama insanlar çişleri ziyan olmasın diye portatif tuvaletlere değil, çimenlere işiyor. Otobüslere doldurulup başkente getirilen köylülerse sevinçten yerlerinde duramıyor. Bazıları denizi ilk kez görüyor, ayaklarını sokup kaçışlarından, sevinç-korku çığlıklarından anlıyorsunuz. (Rivayete göre yeni başkandan çok denizi görmeye gelmişler)
Havanın ne kadar sıcak olduğunu anlatmayı denesem ne ben doğru kelimeleri bulabilirim, ne de siz öylesine terlemenin nasıl bir işkence olduğunu kafanızda canlandırabilirsiniz. Neredeyse demirler eriyecek. Bir de tören bittiğinde iki şeritli yolu kullanarak alandan ayrılmaya çalışan insanları, arabaların egzoz dumanlarını, camlardan dışarı fırlatılan pet şişeleri, içindeki yiyecekler tüketildiğinde fırlatılıp atılan naylon poşetleri düşünün. Benim için çöp’ün tanımının değişmesidir o manzara. Bu satırları okurken anladığınızı, gözünüzde canlandırdığınızı sanıyorsunuz ama inanın bana, daha hikayenin başındayız.
Her Meyveye Ayrı Poşet
Gana’da şöyle bir gelenek var; diyelim ki iki muz, bir elma aldınız, iki muz ayrı ayrı naylon torbaya, elma ayrı bir naylon torbaya konuyor. O kadarı da yetmezmiş gibi torbaları tek tek taşıması zor olur diye hepsini büyükçe bir plastik poşete yerleştiriyorlar. Kasiyere “Tek torba yeter” demeniz bir anlam ifade etmiyor. Makineleşmiş bir süreç.
Şimdi bir de Başkanın görevi devralma törenini düşünün. Yüzbinlerce insan yiyeceklerini, sularını yanına alıp otobüslerle, taksilerle deniz kıyısındaki alana gelmiş. Törenden sonra dağılmaya başlayan halkın oraya buraya atılmış çöplerini; sahilin, kürsünün, şehir merkezine uzanan kilometrelerce yolun plastik, naylon ve meyve koçanları içinde kalışını hayal edin.
Yol iki şerit. Hep iki şerit. Sonsuza uzanan iki şerit. Cortazar’ın otobanı buna kıyasla cennet sayılır. Protokolüz, gazeteciyiz, havalandırmalı, fiyakalı arabamızdayız. Ama bir yerden bir yere gittiğimiz yok. Fiyakalı başkan 10 araba önümüzde, onun da bir yere gidebildiği yok. Fizik kanunları protokol dinlemez– Gana’nın bütün şık giyimli züppeleri olarak havuz musluk problemine hapsolmuşuz. Yüz bin musluktan akan su, giderden boşalamıyor. Saat neredeyse 19:00 olmuş, benim kaldığım otel merkeze yakın. Yürürsem yirmi dakika, arabada kalırsam iki saat. İçim sıkılıyor yürümeye karar veriyorum. Dümdüz gideceğim, kaybolmam imkansız. Hiçbir Afrikalı, eflatun gece elbisesiyle kaldırımda süzülen beyaz bir kadına saldırmaz çünkü bütün şehir “Deli mi bu kadın” diye arabalarından beni izliyor. (Sözüme güvenip denemeyin tabii) Adam inmeme itiraz etmiyor ama kapıyı açmadan önce saatine bakıyor, sırıtıyor, “Bence arabada kal” diye uyarıyor beni. Kalamam. Ama o sırıtıştan beni bir tür “Gana” deneyiminin beklediği aşikar.
Kendine Çevrecilik…
Biraz önce sıcaklık için “cehennem” benzetmesini kullanmadım, çünkü bu kelimeyi ziyan etmek istemedim. Meydana yaklaşırken korkunç bir koku geliyor burnuma. Kapkara bir sis. Güneş parlarken pişmiş tavuğa dönmeyi cehennem sıcağı diye tanımlasaydım, yanan onca plastiğin, sonsuz çöpten yükselen dumanın, kokunun, her yanı saran alevlerin verdiği hissi, biri sönmeden diğeri yakılan ateşlerin çirkin ışığını, neler olduğunu çözememenin tedirginliğini, mide bulantısını, zebanilerinkini andıran demir sopalarla plastikleri ateşe ittiren insanları nasıl tarif edecek, kilometrelerce devam eden yangını neyle kıyaslayacaktım…
Ya buna çevreyi korumak dendiğini söylesem? Yakmasalar, plastikler güneşte eriye eriye yerlerde birikiyor, yayılıyor, temizlenemez bir hal alıyor. Ya diğer seçenekler: Pet şişeleri denize atmak, toprağa gömmek -ve toprağı zehirlemek-, dağa dönene dek üst üste yığmak. Savrulup giden küller, zehirli hava ama bir türlü daha az plastiğe alışamayan bir kültür. Cehalet de değil bunun adı aslında, yoksulluk. Kesekağıdı ateş pahası ama petrol bol, plastik ucuz (Şehrin havaalanına kadar uzanan iki şeritli yolunu da Gana’da petrol bulunduğunda ülkeyi ziyarete gelen George Bush hediye etmiş halka).
Bush demişken… Yıl 2013; ABD’deyim. Elma koçanını kağıtlara ayrılan çöp kutusuna atarsam kıyameti koparan bir arkadaşımda kalıyorum. Yemek ısmarlamışız, naylon torbada getirmişler. İyi misafirim ya, yemekleri masaya koyup, naylonu plastiklere ayrılan çöpe atmaya hazırlanıyorum. “Hayıııır” diye bağırıyor arkadaşım. (Aferin bekliyordum oysa) “Ama plastik..” diyecek oluyorum. Ne cahilsin dercesine bana bakıyor. Doktoralı cahilim. Belediyenin her eve dağıttığı broşürü çıkarıyor. İnce plastikler, naylonlar işe yaramaz çöp. Kalın plastikler, kutular ve cam ayrıştırılıyor. Her plastik işlenebilir plastik değil. Artık daha az cahilim ama hâlâ sokakta hangi renk kutuya hangi çöp atılacak karıştırıyorum.
Napoli; 2002-2014 yılları… Gazetelerde çöplüğe “gizlice” gömülen toksik atıkların çıkarılmasına eşlik eden ve bölgeye girilmesin diye nöbet tutan polislerin boy boy fotoğrafları. Acı içindeki insanların ağlanmadan okunamayan röportajları. Neyse ki birebir şahit olduğum bir vaka değil ama birilerinin kendi çevrelerini korumak adına atıkları başkasının toprağına gömerek zehirli atıklardan kurtuluşlarının, kinayeli bir deyişle “kendine çevreciliğin” kasvetli bir örneği.
Paranın Gerekliliğini Silip Atan Görüşler, Sorunların Çözümü Değil
Benim örneklerle açıklamaya çalıştığım çelişkili, tuhaf çevreci eylemlerin adını ise aslında Luc Bas’ı dinlemek için katıldığım, Rusya’daki Herzen Üniversitesi’ndeki konferanstan bir konuşmacı koyuyor: “Trans-kültürel çözümler”. Israrla altını çizdiği detay ise her yöntemin her ülkede uygulanamayacağı, sentezlerin gerekliliği, halkların bilinçlenme seviyelerine ve eldeki teknolojilere, ülke-iklim koşullarına göre farklı yöntemler bulunmasının zorunluluğu. Örneğin yeni bir üretim modeli, az gelişmiş bir ülkede uygulandığında (mesela fabrika kurulduğunda) dağ iklimine göre tasarlanmış çevre koruma yöntemlerinin çöl ikliminin gereklilikleri göz önünde bulundurularak tasarlanmış “kırma” çözümlere evrilmesi gerektiği. “Çözüm para değil, çözüm bilinçlenme. İnsanların artıları ve eksileri doğru anlaması” diyor ve tüm dinleyiciler katılıyor ona. Ama ikinci cümlesi ilkiyle çelişecek türden: “Yoksul ve halkın eğitimsiz bırakıldığı ülkelerde, gelişmiş ülkeler örneğin arıtma tesislerine ekonomik destek vermezse ve sadece akademik açıklamalar kullanılarak kâr marjlarıyla mücadele yoluna gidilirse, aç adamın önce ekmek dediği yerde bu savaş kazanılamaz.” Konuşmasını noktaladığında salondaki dinleyiciler homurdanmaya başlıyor. Birileri yine idealizmle oltaya getirildiğimizden, sonra da bağış yapmaya, ödenek çıkmasına destek vermeye yönlendirildiğimizden yakınıyor. Bense aynı fikirde değilim. İsterseniz adını lobicilik koyun; bir kalemde paranın gerekliliğini savunan görüşleri silip atmakla sorunlar çözülmüyor. Bağışların gerçekten arıtma tesisine gitmesi, belki de paranın “tüm kötülüklerin anası” etiketinden kurtulmasının bir yolu. Cahilliğin açlığa yol açmasını ve bilinçlenmeyi doğurmasını beklemek ise bir diğer alternatif ama dönüşü olmayan noktayı geçmek de var…