#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Türkiye, Hava Kirliliği Sınır Değerlerini DSÖ’ye Göre Düzenlemeli”

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Sebahat Genç, Türkiye’de PM2.5 için bir sınır değer olmadığını hatırlatırken “Türkiye’deki kirletici sınır değerler Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) değerlerinden yüksek. Son güncelleme ile beraber DSÖ bu değerleri daha da düşürdü.
Türkiye sınır değerlerini hızla gözden geçirmeli” diyor.

Röportaj: Bulut BAGATIR

Başta kömürlü termik santrallar olmak üzere birçok kirletici tesisin olduğu Muğla ile başlayalım dilerseniz. Muğla’da yaşayan bir akademisyen olarak, kentte yaklaşık 40 senedir aktif olan üç termik santrala dair sağlık açısından sizin gözlemleriniz neler?

Beş yıldır Muğla’dayım. Göğüs hastalıkları uzmanı olarak özellikle Yatağan’dan gelen hastalarda termik santralla ilgili birçok şikayet, solunum hastalıkları ve kanser vakaları olduğunu biliyoruz. Bunu bir araştırmaya dönüştürmek için çabalasak da veri elde etmede zorlanıyoruz. Araştırmamızı gerçekleştirdiğimizde, elimizde daha objektif veriler olacak. Ancak genel olarak kronik hastalıkların fazlaca görüldüğünü söyleyebilirim. Bunun yanı sıra halk havanın kirli olmasından şikayet ediyor. Çevreyle ilgilenen bir hekim olarak Yatağan’da, Turgut Köyü’ndeki toplantılara katıldım. Bölgede solunum hastalıklarının oldukça fazla görüldüğünü belirtiyorlar. Sabaha karşı bu rahatsızlık artıyor, çünkü her ne kadar termik santral yönetimi filtreleri olduğunu söylese de halk filtrelerin çalıştırılmadığından yakınıyor. Filtre olması da bir çözüm değil ki, havaya kirletici veriyorsunuz!

Karşımıza çıkan bir diğer sorun ise bölge insanlarının zeytin ve bal gibi ürünlerden geçimlerini sağlamaları, ancak öte yandan verimliliğin sürekli azalması. Yatağan’daki termik santralın çevresinde 2000’li yılların başında, örneğin çocukların kanlarındaki kurşun düzeyinin oldukça yüksek olduğunu gösteren bazı çalışmalar var. Yine topraktaki ağır metal düzeyinin yüksek olduğunu gösteren araştırmalar da bulunuyor. Tüm bunlar bölgede yaşayan insanların sağ- lığını kötü yönde etkiliyor.

Geçtiğimiz ay HEAL-Sağlık ve Çevre Birliği önemli bir çalışma yayımladı ve halen çalışır durumda olan kömür santrallarının 4,8 trilyon TL’lik bir sağlık maliyeti olduğunu ortaya koydu. İnsan sağlığına dair ekonomik maliyet çerçevesinde elimizde HEAL’inkine benzer çok fazla veri yok sanırım?

Maliyet anlamında yok. HEAL’in yaptığı çalışma önemli olmakla birlikte sağlık maliyetlerinin en azını gösteriyor. Olması gereken koşulları göze alarak modelleme yaptıkları için muhtemelen daha da fazladır bu maliyet. 2019 yılında, Türkiye’de, toplam sağlık harcamasının yaklaşık 201 milyar TL olarak gerçekleştiğini düşünürsek 4,8 trilyon TL, yaklaşık 40 yıllık sağlık maliyetinin yarısını oluşturuyor.

Kömürlü termik santralların kısa, orta ve uzun vadede halk sağlığı üzerindeki etkileri adına neler söyleyebilirsiniz?

Termik santrallar PM10 ve PM2.5 dediğimiz partikül maddelerin salınmasına neden oluyor. Ayrıca kükürt dioksit, azot oksit ve karbonmonoksit gibi kirleticileri salıyor. Bunların akut ve kronik etkileri olur. Yoğun maruz kalındığında öksürük, nefes darlığı gibi akut etkileri görürüz. Özellikle astımı ve KOAH’ı olan hastalarda ataklar gelişebilir. Çocuklarda üst ve alt solunum yolları viral enfeksiyonların artmasını da bekleyebiliriz. Zatürrenin ortaya çıkmasını da kolaylaştırıyor. Uzun vadede ise çocuklarda astım, yetişkinlerde KOAH, akciğer kanseri, kalp-damar hastalıkları gelişimi gibi sonuçları görebiliriz. Yine, çocuklarda düşük doğum ağırlığı ve otizm gelişimi de yaşanabilir. Kanser bunlar içerisinde en korkunç olanı.

Kronik hastalıklarda sağlık maliyeti de yüksek oluyor, hastaların sürekli ilaç kullanmaları ve arada hastaneye yatmaları gerekiyor. Hava kirliliği devam ettikçe hastane başvuruları da genelde daha fazla oluyor. Özellikle PM2.5’un özelliği, solunduğunda akciğerin en son noktasına gitmesi ve oradan kana karışması. Böylece damar yapısına ve hücre yapısına etki ederek kalp-damar hastalıklarına, kalp krizine ve akciğer kanserine yol açabiliyor. Ayrıca, mesane kanserinin hava kirliliği ile ilişkisi
olduğu da gösterildi.

Aslında hava kirliliğine dair en önemli yaklaşım temiz hava solumanın bir insan hakkı olduğunu sürekli gündemde tutmak sanırım. Öyle değil mi?

Evet. Bunun başarılı olması için de devlet politikası haline gelmesi lazım. Türkiye, Paris Anlaşması’nı mecliste daha yeni onayladı. Şimdi kömür başta olmak üzere ülkemiz fosil yakıtlardan çıkış planı sunmalı. Elbette, ilk yapılması gereken de kömürlü termik santrallarla vedalaşmak. Kömürlü termik santralların hava kirliliğine inanılmaz bir katkısı var. Bunun yanı sıra karbondioksit salımıyla beraber dünyamız ısınıyor. Nitekim sonuçlarını aşırı hava olaylarıyla Türkiye’de de görüyoruz. Böyle giderse benzer gelişmeleri daha çok göreceğiz.

Paris Anlaşması’nın küresel ısınma artışını sanayi öncesi döneme göre 1,5 derecede sınırlandırma hedefini yakalamamız bu nedenle mühim. Bu hedefi yakalamak için de tüm dünyada çok ciddi politik kararlar alınmalı. En önemli nokta hava kalitesinin iyi olması. Hava kalitesi seviyeleri var. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın havaizlemegov.tr isimli sayfasında, yapılan ölçüm sonuçları yeşil, sarı, turuncu ve kırmızı renklerinde kodlanıyor. Turuncu olduğunda, örneğin kronik hastaların dışarı çıkmaması gerekiyor; atak geçirme riski artar.

Kırmızı olduğunda ise kimsenin dışarı çıkmaması gerekiyor; bundan herkes etkilenir. Esas olması gereken hava kalitesinin tehlikeli sınırın altında olması. Devletlerin halka bu koşulları sağlaması lazım. Bu yalnızca bizim sorunumuz değil. Sanayileşmeyle beraber birçok kaynaktan hava kirleticiler salınıyor.

Türkiye’deki hava kalitesi mevzuatını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’deki sınır değerler Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) değerlerinden yüksek. PM2.5 dediğimiz kirleticinin sınır değeri yok. Bunların DSÖ’nün önerilerine göre düzenlenmesi lazım. Bizim değerlerimiz AB’nin değerlerine uyuyor daha çok. Son güncellemede de DSÖ bu değerleri düşürdü. Türkiye’de de bu değerlerin güncellenmesi, PM2.5 değerinin de DSÖ’nün önerilerine göre belirlenmesi gerekiyor. Bir yandan da yeni kurulan işletmelere ÇED raporları veriliyor. Muğla’da bir çimento fabrikası kurulması gündemde. Fabrikanın kurulmaması için mücadele ediliyor. Yedi yıl önce bir ÇED raporu verilmiş. Modellemelerden verdikleri değerler Türkiye sınırlarına göre. Ancak DSÖ daha düşük olması gerektiğini söylüyor. PM2.5 değerlendirmeye dahi alınmıyor. Mevzuatta da yeni kurulan işletmelerde bu durum bir sorun yaratıyor ve bir düzenleme lazım.

ÇED raporları Türkiye’de oldukça tartışmalı. Halk sağlığı çerçevesinden bu raporları nasıl okuyabiliriz?

En son Muğla’daki çimento fabrikasının ÇED raporunu okudum. Tertemiz bir hava soluyacağız, gibi bir anlatımı var. Rapora göre bir çimento fabrikası kurulacak ama bunun hiçbir zararı olmayacak! Bu mümkün olabilir mi? Sadece çimento fabrikasının kurulacağı yerin fotoğrafını görseniz çevreye vereceği zararı anlarsınız. Filtremiz var,
hava kirliliği sınırlarını aşmayacağız, diyor. Muğla’da halihazırda hava kirliliği sınırları aşılmış durumda. Siz çimento fabrikası kurarak nasıl bunu aşmayacağınızı söylüyorsunuz?

Üç termik santrala yakın bir bölge olan Yatağan’da hava kalitesi ölçümü arıza nedeniyle yıllardır yapılamıyor. Geçen eylül ayında, İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği kendi cihazıyla ölçüm yaptı. PM2.5 ve PM10 düzeyleri sınır değerlerden üç kat yüksek. Bu varken “Hava kirliliği olmayacak,” nasıl diyebilirsiniz? Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı da onaylamış. Bunu dava ettiğinizde genellikle ÇED raporu geri dönüyor.

Çimento hammaddesi elde edecekler ormanın içerisinden. Biz kestiğimiz ağaçları tekrar dikeriz, diyorlar. Daha geçen yaz çok ciddi orman yangını yaşandı Muğla’da. Bu raporun süresinin geçtiğini de belirtmek isterim. 40 yıllık bir proje deniliyor. Peki, ne kadar süre, ne kadar yer patlatılacak ne kadar orman katledilecek? Ekosisteme bir etkisi olmadığını iddia ediyorlar. O bölgenin çoğu orman alanı. Oradaki biyoçeşitliliğe nasıl etkisi olmayacak?

Tüm bu belirttiklerinizden ve diğer örneklerden ÇED raporlarının yetersiz olduğunu bir kez daha görebiliyoruz.

Referans aldıkları eski ve eksik bilgiler. İnsan ve çevre sağlığına verilen zarar ve vardığımız bu iklim krizi dönemecinde devletin topyekûn politik kararlılığının Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na yansıması gerekiyor. O nedenle politik kararlılık oldukça önemli. Doğru olan, örneğini verdiğim projenin ve benzerlerinin ÇED raporlarının onaylanmaması. Muğla’da o kadar çok ÇED raporu onaylanan veya rapor dahi gerekmeyen mermer ocağı projesi var ki inanamazsınız. Muğla zaten doğasıyla, tarımıyla, turizmiyle geçinebilen bir şehir. Orman oranı çok yüksek. Neden bu şehri kirleticilerle dolduruyorsunuz? Bunun farkında değiller mi?

ÇED yerine sağlık, çevre, sosyoekonomik ve kültürel olarak bütün bu değerleri bir araya getiren Sağlık Etki Değerlendirilmesi (SED) yapılması daha yararlı olabilir mi?

Evet, SED’in yapılması lazım, ancak mevzuatımızda böyle bir uygulama yok. ABD, Almanya, İngiltere, İspanya, İsveç, Litvanya ve Tayland gibi pek çok ülke tarafından uygulanan SED sürecinin Türkiye’de de mevzuata ve izin süreçlerine alınması gerekiyor. Ancak bir noktaya daha değinmek lazım: ÇED raporunu özel bir şirket hazırlıyor. Bu da bana çok ilginç geliyor. Bence ÇED raporu hazırlayan kuruluşun başvuran firmayla maddi bir bağının olmaması gerekir. Bakanlığın uygulamalarını ve politikalarını Paris Anlaşması’na taraf olmuş bir ülke gibi düzenlemesi lazım.

EkoIQ Editör