Ekosistemin çöküşü gelecek yıllarda pek çok zoonotik pandemi çeşidinin dünyayı tehdit etmesine zemin hazırlıyor. Önümüzdeki yıllarda pandemiler birçok salgının bir arada yayılmasıyla sonuçlanabilir. Bu nedenle dünyada devletlerin ortak fonlamasıyla aşı patenti anonimleşmelidir.
Prof. Dr. Vedat BULUT, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi 2020-2024 dönemi Genel Sekreteri, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi
Tarihsel süreçte varilasyon (inokülasyon) tekniğinin kullanımı oldukça eski. Osmanlı döneminde aşıcı kadınlar, ceviz kabuklarında ya da incir yapraklarında hastaların döküntülerinden alınan irini biriktirir, deriyi hafifçe çizerek bu irini aşılar, sonra yara yerini gül yapraklarıyla kapatırlardı. Bu, çiçek hastalıklarının %17 oranında ölümlere yol açtığı çağlarda, sadece %1’lik ölüm oranı ortaya koyan bir uygulamaydı ve yaygın olarak kullanılmaktaydı. 18. asrın başlarında, bir İngiliz sefirinin eşi olan, Lady Montagu, İstanbul’da gördüğü bu uygulamayı ilginç buldu ve 1718 yılında küçük oğluna da uygulattı. İngiltere’ye yazdığı bir mektupla 1721 yılında bu gözlemini aktardı. Edward Jenner, 1798’de hasta inekten aldığı materyali sağlıklı bireylere inoküle ederek (vaccination) bağışıklanmayı ispat etti ve konuya ilmi hüviyet kazandırdı. Çiçek aşısı, İngiltere’den Fransa’ya daha sonraları, ünlü düşünür Voltaire aracılığıyla geçti.
Osmanlı İmparatorluğu’nda çiçek aşısı ilk kez 1840’ta isteğe bağlı olarak yapılmaya başlandı ve 1868 yılında ise çıkarılan bir yasa ile doğumu takiben ilk üç ay içinde uygulanması zorunlu hale getirildi. 1889’da çiçek aşısı üretim merkezi (Telkihhane) kuruldu. Çiçek aşısının uygulanması için 1885’te dünyada ilk olan “Çiçek Nizamnamesi” adıyla kanun çıkarıldı ve aşı yaptırmayan kişilerin askeri ve yatılı okullara girmesi yasaklandı. İlerleyen yıllarda nizamnameye, yeni doğan bebeklerin aşılanması, çocuğunu aşılatmayan ailelere ceza kesilmesi gibi maddeler de eklendi. 1915 tarihli son nizamnamede ise Osmanlı Devleti’nde yaşayan herkese altı aylık, 7 yaşında ve 19 yaşı sonuna kadar olmak üzere üç defa aşılanma mecburiyeti getirildi.
Mikrobiyolog Louis Pasteur bir tıp hekimi olmaması nedeniyle uzun süre yeterli mali destek alamamış ve çalışmalarına güven duyulmamış bir bilim insanıydı. Mali destek almak için birçok devlet adamına yazdığı mektuplardan biri de II. Abdülhamit’e yazılmıştır. Pasteur İstanbul’a gelerek burada çalışma yapabileceği önerilerek davet edilmiş ancak Fransa’dan ayrılmayı kabul etmemiştir. Bunun üzerine ikinci öneride Osmanlı’dan üç öğrencinin Pasteur’la çalışmak üzere gönderilmesi teklif edilmiş ve bu teklif Pasteur tarafından uygun bulunmuştur. Karşılığında II. Abdülhamit, Pasteur’e ‘‘Mecidiye Nişanı’’ ve 10.000 franklık mali destek sağlamıştır. 1886 yılında İstanbul’dan Paris’e giden heyetteki isimler Dr. Hüseyin Remzi Bey, Zoeros Paşa ve Veteriner Hüseyin Hüsnü Bey’dir. Bu heyet yaklaşık bir yıl sonra geri dönerek, yanlarında getirdikleri teknoloji ile Osmanlı’da Dârü’l-Kelb Tedavihanesi’ni kurdular. Osmanlı Devleti’nin ilk kuduz aşısı ise Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane’de, 1888 yılında üretildi. 1892’de bu laboratuvarlarda ilk çiçek aşısı üretimi de başladı. Bu tarihte İstanbul’da büyük bir kolera salgını çıktığında II. Abdülhamit, Pasteur’den yardım istedi. Pasteur en iyi asistanlarından biri olan Dr. Chantemesse’i gönderdi. Dr. Chantemesse salgın sonrasında İstanbul’da kalmayı istemedi ve Pasteur’ün diğer bir öğrencisi olan Dr. Nicolle İstanbul’a taşınarak uzun yıllar hekimlik yaptı.
Bakteriyolojihane-i Şahane Kuruluyor
İstanbul’da, Demirkapı’da 1893 yılında kurulan Bakteriyolojihane-i Şahane, 1895 yılında Nişantaşı’na taşındı. Dr. Nicolle ve yardımcısı Dr. Adil Bey burada çalıştılar. Bakteriyolojihanede difteri serumu üretilmeye başlandı, sıtma ve şark çıbanı hastalıkları üzerine çalışıldı. Burada sırasıyla 1896’da difteri, 1897’de sığır vebası aşıları üretildi. O yıllarda İstanbul, Fransız ve Alman hayranlarının politik çekişmelerine sahne oldu. 1898’de Osmanlı’yı ziyaret eden Kayzer, Bakteriyolojihaneyi gezmek istediğinde Dr. Nicolle izin vermeyince gözden düştü. İttihat ve Terakki Partisi Dr. Nicolle’ü hedef haline getirdi. Veba salgınıyla uğraştığı 1901 yılında istifa ederek Fransa’ya döndü. Onun yerine bir Fransız hekim olan Remlinger gelir ve 1908’e kadar çalıştı. 1903 yılında kızıl serumları üretildi, 1911 yılında tifo, 1913 yılında kolera, dizanteri ve veba aşıları ilk kez uygulandı. I. Dünya Savaşı yıllarında yoğun kalabalık ve kötü hijyen koşulları tifüsün yaygınlaşmasına neden oldu. O dönemde Dr. Reşat Rıza Bey, Dr. Tevfik Salim ve Dr. Refik Saydam tifüse karşı aşı çalışmaları yaptılar. Kurtuluş Savaşı sırasında zor koşullar altında da hayvan ve insan aşıları üretilmeye devam edildi. İstanbul’un işgali sonrasında aşı merkezi önce Eskişehir, daha sonra da Kırşehir’e taşındı. Aynı dönemde Afyon’da da çiçek aşısı üretilmeye devam edildi. Erzurum’daki serum laboratuvarı Rus işgali sırasında Halep, Niğde, Sivas ve Erzincan’a taşındı. Kastamonu’da da aşı üretimi yapıldı.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda tüberküloz, tifüs ve sıtma gibi birçok bulaşıcı hastalık önemli sağlık sorunlarının başında gelmekteydi. Mustafa Kemal Atatürk’le yaşıt olan Dr. Refik Saydam, Cumhuriyet’in ilanından bir gün sonra Sağlık Bakanı olarak atandı ve görevini 14 yıl boyunca sürdürdü. Dr. Refik Saydam’ın çabalarıyla Türkiye’de verem (BCG) aşısı üretimine 1927 yılında başlandı ve daha sonra aşı çalışmaları için 27 Mayıs 1928 tarihinde kurulan Hıfzıssıhha Enstitüsü görevlendirildi. Aynı dönemde Paris Pasteur Enstitüsü’nde eğitim almış olan Zekai Muammer Tunçman, Diyarbakır’daki Kuduz Enstitüsü’nde görevlendirildi ve 1927 yılında Semple tipi kuduz aşısını üretti. Bu çalışmaları nedeniyle Fransız Hükümeti tarafından 1959 yılında kendine Légion d’honneur nişanı verildi. Türkiye’de 1931’den 1996 yılına kadar tetanoz ve difteri aşıları bu enstitüde üretilmiştir. Dr. Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nde 1937’de ise kuduz aşısı üretimine başlandı. Sağlık Bakanlığı’nın sitesinde yer alan bilgiye göre, 1938 yılında kolera salgını için Çin’e aşı gönderildi. 1942 yılında tifüs aşısı ve akrep serumu üretimi başlarken 1947’de Biyolojik Kontrol Laboratuvarı kuruldu. 1950’ye gelindiğinde Türkiye’deki influenza laboratuvarı Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanındı ve influenza aşısı üretimine geçildi. 1968’de kurulan serum çiftliğinde tetanoz, gazlı kangren, difteri, kuduz, şarbon akrep serumları da üretildi. 1976’da kuru BCG aşısının deneysel üretimi başladı, 1983’te de kuru BCG aşısı üretimine geçildi. Ülke de hastalıkların yok olması ile 1971’de tifüs, 1980’de çiçek aşısı üretimi sonlandı. 1980’li yıllardan bu yana biyoteknoloji (BT) ve informatik teknoloji (IT) alanında gelişmelerle rutin bağışıklama programında kullanılan rutin aşılar yeni teknolojilerle üretilmeye başladı, yeni subünit aşılar geliştirildi. 1990’lı yıllara gelindiğinde Refik Saydam Hıfzıssıhha Kurumu tarafından toplam 18 farklı tip aşı üretildiği görülüyor. Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü’nün çağa uygun teknolojilerle yenilenmemesinin sonucu olarak, 1995 yılında Semple tipi kuduz aşısı, 1996’da DBT üretimi durduruldu ve 1998 yılında eski teknoloji ile üretilen BCG aşısı üretimine, ekonomik olmaması nedeniyle son verildi. Sonuç olarak Refik Saydam Hıfzıssıhha Kurumu’nda aşı üretiminin durdurulduğu 1998 yılından bu yana Türkiye’de lisanslı bir aşı üretilmiyor. Aşı üretiminin sona ermesi ile aşılar satın alınarak temin ediliyor.
DSÖ tarafından 1992 yılında güvenli ve iyi üretim konusunda bir kılavuz yayımlandı. ABD Gıda ve İlaç Kurumu (FDA) ve Avrupa Birliği İlaç Ajansı (EMA) da “İyi Üretim Uygulamaları” (GMP) konusunda kılavuzlar yayımladı. Türkiye’de veteriner ve beşeri aşı üretiminde ilgili bakanlıklar Avrupa standartlarını esas alarak Güncel İyi Üretim Uygulamaları (cGMP) ve Avrupa Farmakopesi kurallarını benimsedi (European Commission, 2018).6 Bu nedenlerle 1999 yılında GMP kriterlerine uygunluk sağlanamadığı için Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi’nde yeni yöntemle üretilen tetanoz aşısı kullanıma giremedi 6,7. 1998 yılında aşı üretim faaliyetleri durdurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi, 2 Kasım 2011 tarihinde kapatılarak o tarihte yeni kurulan Halk Sağlığı Kurumu bünyesinde yer alan Ankara Halk Sağlığı Merkez Laboratuvarı haline dönüştürüldü (Türkiye’de Aşı ve Serum Üretiminin Tarihçesi, İ. Satman).
Aşı Çalışmaları Özel Sektörün İnsafına Bırakılamaz
Aşı stratejik bir üründür ve halk sağlığını korumak için, Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi, hızla bir aşı üretim merkezi kurulmalıdır. Günümüzde neoliberalizmin ve vahşi kapitalizmin sağlık politikalarını yönlendirdiği, devlet anlayışının sosyal devlet olmaktan uzaklaştığı görülüyor. Geçmişte kamu kurumları tarafından üretilen ve stratejik ürün olan aşılar artık KÖİB (Kamu Özel İş Birliği) yatırımları ve özel sektörün ilgi alanı oldu.7 Dünya özellikle son 30 yıldır Ters Aşılama (Reverse Vaccinology)9 ve in siliko immünolojik tekniklerle yeni bir döneme girdi. 10 Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün modernize edilmemesi ve çağa uygun teknolojiyi bünyesine kazandıramaması büyük bir sorun oldu. 2000’li yıllarda aşıların Türkiye’de üretimi konusunda tekrar ilgi arttı. 2009 yılında beşli karma (DaBT-IPV Hib), 2011 yılında dörtlü karma (DaBT-IPV) üç yıllık alımı yapılırken kademeli olarak paketleme ve enjektöre dolum teknolojisi ülkemize getirildi. 2010 yılında zatürre aşısı (KPA-Konjuge Pnömokok) yine üç yıllık alım garantisi karşılığı paketleme, enjektöre dolum yanında formülasyon teknolojisinin de ülkemize getirilmesi sağlandı. Halen yerli bir firma tarafından akrep ve yılan antiserumları da üretiliyor. 2015 yılında yedi yıllık alım garantisi ile tetanos ve difteri aşılarının kademeli olarak antijen üretimine kadar yapılması planlandı. 2018 yılı içerisinde dolumu yapılırken 2019 yılında antijenin tamamen yerli üretilmesi planlandı ancak başarılamadı. Sağlık Bakanlığı bünyesinde Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü tarafından halen akrep ve difteri serum üretimi devam ediyor. Bunun yanında öncelikle diğer stratejik serumlar ile hepatit A, hepatit B, suçiçeği aşısı yerli aşı üretimleri de hedefleniyor (Aşılarda İyi İmalat Uygulamaları, GMP. D. Demir-Dora 2020).
Günümüzde aşı geliştiren ülkelerde in silico aşı teknolojisiyle önce yapay zeka ortamında modellenen ve aminoasit veya gen dizileri belirlenen aşı adayları seçiliyor ve Ar-Ge çalışmaları sonrası klinik öncesi ve klinik denemelerle çalışmalar sürdürülüyor. Covid-19 pandemisiyle birlikte Türkiye’de bir aşı merkezi kurulacağı basında yer almasına rağmen bu merkezin şu an hangi aşamada olduğu bilinmiyor. Aşı Ar-Ge ve üretim çalışmaları özel sektörün insafına bırakılamaz. Bu nedenle kamu yatırımı olarak planlanmalıdır. Savaşlarda, pandemi ve diğer afetlerde aşıya erişim ve aşı ithalatı zor bir süreçtir. Teknokentlerde ve üniversitelere bağlı pek çok bilim merkezinde aşılarla ilgili Ar-Ge çalışmaları yürütülüyor. Ancak üretimde yeterli kamu yatırımı bulunmuyor. Bu durum en iyi olarak Covid-19 aşılarının (TURKOVAC) üretiminin bir özel sektör kuruluşunda yapılmasıyla görüldü. Aslen veteriner aşıları üreten bir fabrika insan aşısı üretimine yöneldi.
Kapitalist Şirketler Aşıyı Bir Gelir Kapısı Olarak Görüyor
Covid-19 pandemisi dünyada aşılarla ilgili sorunu gün yüzüne tekrar çıkardı. COVAX yoksul ülkelere aşıyı ulaştırmada başarılı olamadı. Örneğin, Türkiye’de risk gruplarının %80 oranında aşılandığının bildirildiği dönemde bu oran Bangladeş’te %35, Gana’da %5 kadardı. Zaten pandeminin halen sona ermemesinin ve yeni mutasyon/varyantlarla halk sağlığını halen tehdit etmesinin ana nedeni de bu. Tüm dünyada aşılama oranı %80-90 oranını yakalayabilmiş olsaydı, daha ilk yılda bu hastalık tehdit olmaktan çıkardı. Ancak kapitalist şirketler Covid-19 pandemisini sürekli bir gelir kaynağı olarak görüyor. Ekosistemin çöküşü gelecek yıllarda pek çok zoonotik pandemi çeşidinin dünyayı tehdit etmesine zemin hazırlıyor. Önümüzdeki yıllarda pandemiler birçok salgının bir arada yayılmasıyla sonuçlanabilir. Bu nedenle dünyada devletlerin ortak fonlamasıyla aşı patenti anonimleşmelidir. İnsanlık bu alanda kapitalizmin cenderesinden kurtarılmalıdır. Aşı insanlığın ortak varlığı haline getirilmelidir. Devletler aşının Ar-Ge basamağından üretimine, ulaştırılmasından erişimine ve uygulanmasına kadar her basamakta sorumluluğu almalıdır. Aşı halk sağlığını koruyan stratejik bir ürün olarak ticari meta olmaktan çıkarılmalıdır.
Bu yazı, ekoIQ’nun 114. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.