Kristen Biehl’in, Kadir Has Üniversitesi’nden akademisyen Özlem Aslan ile kaleme aldıkları raporda; Türkiye’de göç ve çevreyle ilgili konularda çalışmalar yürüten STK’ların toplumsal cinsiyeti çalışma alanlarıyla nasıl ilişkilendirdikleri, cinsiyet eşitliğini çalışma alanları ve kendi iç yapılanmalarına ne şekilde yansıttıkları inceleniyor. Biehl ve Aslan ile gerçekleştirdiğimiz söyleşimizi okuyabilirsiniz.
Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi ve Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Mükemmeliyet Merkezi Araştırmacısı Kristen Biehl’in, Raoul Wallenberg Enstitüsü İnsan Hakları Araştırmaları Hibe Programı desteğiyle yürüttüğü “Türkiye’de Göç, Çevre ve Toplumsal Cinsiyet” isimli projenin final raporu yayınlandı. Rapor, Türkiye’de aktif şekilde hak temelli çalışmalar yürüten, yarısı göç yarısı çevre alanından olmak üzere toplam 30 farklı sivil toplum kuruluşu (STK) ile yapılan görüşmelerden elde edilen sonuçlarla ortaya çıktı.
Okurlarımıza fikir vermesi için Türkiye’de Göç, Çevre ve Toplumsal Cinsiyet isimli projenin “Göç ve Çevre Çalışmalarında Toplumsal Cinsiyet Nerede? Türkiye’de Sivil Toplumdan Örnekler” adlı raporunun inceleme konusundan söz eder misiniz? Raporla ortaya konulmak istenen neydi?
Kristen Biehl: 21. yüzyılda dünya gündemini belirleyen en önemli konuların başında “küresel göç hareketleri” ve “iklim krizi” geliyor. Gerek göç hareketlerinin gerek çevre felaketlerinin yarattığı etkilere ve eşitsizliklere bakıldığında, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin son derece belirleyici bir rolü olduğu yaygın bilinen bir gerçek. Oluşturduğumuz raporda; en temelde göç ve toplumsal cinsiyet, çevre ve toplumsal cinsiyet arasındaki kesişimleri ele almayı istedik. İncelememizi çoğu toplumda hak savunuculuğu açısından itici güç işlevi gören STK’ların bu kesişimlere dair duyarlılıklarına bakarak yapmayı istedik. Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin, hem göç hem de çevre alanında önemli bir rolü olduğu herkesçe biliniyorken şu soruyu incelemeye yöneldik: “Peki, o halde göç ve çevre alanında yoğun çalışmalar yürüten sivil toplum örgütlenmeleri toplumsal cinsiyeti çalışma alanlarıyla nasıl ilişkilendiriyor, cinsiyet eşitliğini çalışma alanlarına ve kendi iç yapılanmalarına ne şekillerde yansıtıyor?”
Raporun çıktılarına göre TEMA, Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) gibi büyük vakıflara toplumsal cinsiyet bakış açısıyla yaklaşıldığı görülüyor. Neden böyle?
Kristen Biehl: Öncelikle raporumuzda STK’ların göç ve çevreye dair duyarlılığı çalışmalarına nasıl kattıklarını anlamayı istedik. Neden bu çeşit kuruluşları seçtiğimizi biraz daha açacak olursak raporun araştırma yönteminden kısaca söz etmemiz faydalı olacaktır. Araştırmamız çerçevesinde, hem çevre hem göç alanından 15’er olmak üzere toplam 30 STK ile yarı-yapılandırılmış görüşmeler gerçekleştirdik. Kuruluşların seçim sürecinde belirleyici temel kriterlerimiz oldu: Örneğin, örgütün hak temelli çalışmalar ve hak savunuculuğu yapıyor olması ve kuruluş misyonunda kendini kadın ve/ya LGBTİ+ örgütlenmesi olarak tanımlamaması başlıca kriterlerimizi oluşturuyordu. Bunlar haricinde toplumsal cinsiyet farkındalığı/eşitliği temelinde halihazırda aktivite ve/ya projeleri olduğunu gözlemlediğimiz kuruluşlara öncelik verdik. Çünkü amacımız sivil toplum alanında toplumsal cinsiyet farkındalığı var ya da yok gibi bir ölçümleme yapmak değildi, amacımız ne şekillerde duyarlılık gösterildiğini anlamaktı.
İkinci olarak Türkiye’de çevre ve göç alanlarını şekillendiren sivil toplumun çeşitliliğini de yansıtmayı istedik. Her iki alanda hem ulusal ölçekte çalışan ve metropollerde yer alan kuruluşlara hem de daha yerelden ve tabandan oluşan örgütlenmelere yer verdik. Ayrıca farklı coğrafyaları, farklı mücadele gruplarını temsil etmeye de gayret ettik. Sorunuza dönecek olursak çevre alanında TEMA ve WWF gibi büyük vakıflara yer vermemizin temel nedeni, tüm bu kriterleri karşılıyor olmaları, faal olarak hak temelli çalışmalar yürütüyor olmalarıydı. Aynı zamanda görüşme öncesinde yaptığımız ön araştırmalarda da halihazırda bir toplumsal cinsiyet duyarlılıkları olduğunu gözlemledik; TEMA’nın “İklim için Kadın Liderler” isimli projesinde gördüğümüz gibi.
Seçtiğimiz diğer kuruluşları da örneğin, daha yerelden ve tabandan örgütlenen kuruluşları da aynı nedenlerle araştırmamıza kattık. Elde ettiğimiz sonuçlar gösteriyor ki genel olarak bakıldığında tüm bu kuruluşların toplumsal cinsiyet alanına dair duyarlılıkları mevcut ve eşitsizliklerle mücadele konusunda benzer yöntemleri izliyorlar. Öte yandan STK’lar içerisindeki çeşitlilik, -daha yukarıdan örgütlenen bir vakıf ya da daha tabandan örgütlenen bir dernek olma- toplumsal cinsiyet konularına nasıl bakıldığını, toplumsal cinsiyet eşitliğinin kuruluş faaliyetleri ve kuruluş içi yapılanmalarına nasıl yansıtıldığını da etkiliyor. Özlem Aslan-Kadir Has Üniversitesi, Çekirdek Program Dr. Öğretim Üyesi
Yine rapora göre hak temelli çalışmalar yürüten STK’larda kadınların daha etkin olmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Özlem Aslan: Raporumuz için görüştüğümüz kuruluşların çoğunda kadınların hem sayı hem üstlendikleri görevler bakımından ya erkeklerle eşit ya da sayıca daha ağırlıklı konumda olduklarını gördük. Çoğu kuruluş bunun toplumsal cinsiyet eşitliğini hedefleyen bir insan kaynağı politikası sonucu değil, “doğalında” gelişen bir süreç olduğunu bildirdi. Ve nedenleri olarak her iki alanda da benzer konulara vurgu yapıldı.
Örneğin, kadınların genel olarak toplumsal konulara ve eşitsizliklere, -kadın olup bu eşitsizliklere maruz kaldıkları için- daha duyarlı oldukları, dolayısıyla sivil toplumda daha faal oldukları sıklıkla tekrar edildi. Göç özeline baktığımızda ise alanda ihtiyaç duyulan uzmanlıkların kadınların yoğun olarak çalıştıkları; sosyal hizmet, psikoloji ve sosyal bilimler gibi alanlardan olmalarının etkisi bildirildi.
Çevre hareketi de yıllardır kadınların ön saflarda yer aldıkları bir alan. Kadınların çevreye olan duyarlılıklarının nedenleri arasında, tarımda kadınların rolü çerçevesinde toprakla kurulan yakın ilişki var. Yanı sıra madencilik veya başka çevresel nedenlerle artan hava ve su kirliliğinin kadınların bakım emeği yükünü artırması gibi etmenler de gerekçe olarak gösteriliyor. Bunlardan başka sivil toplumun sektör olarak sağladığı görece esnek çalışma koşulları da bildirilen etkenler arasındaydı. Sivil toplumun, çocuklu kadınlar için özellikle bakım yükü ile iş yürütme dengesinin daha rahat sağlanabildiği bir sektör olduğunun altı çizildi. Kariyer olarak çok fazla ilerleme ve yükselme vadetmemesinden ötürü sivil toplumun erkekler tarafından daha az tercih edildiği de bildirildi.
Görüşme yapılan kuruluşların yürüttükleri toplumsal cinsiyet eşitliğini merkeze alan etkinliklerin ve projelerin, toplumsal cinsiyeti anaakımlaştırmada etkisini ölçümleyebildiniz mi?
Özlem Aslan: Daha önce de söylediğimiz gibi çalışmamızda, hem görüştüğümüz farklı STK’lar nezdinde hem de göç ve çevre alanlarında toplumsal cinsiyet farkındalığına dair duyarlılıkları ya da bu alanda yürütülmekte olan faaliyetlerin etkisini ölçmek ve karşılaştırmak gibi bir amacımız ilk baştan itibaren olmadı. Ayrıca araştırma için kullandığımız yöntem de böyle sistemli ve karşılaştırmalı bir ölçümleme yapmayı mümkün kılmazdı. Görüşme yapılacak STK’ları seçerken “hak temelli çalışıyor” olmalarını temel kriter almakla birlikte bu alanda faaliyet gösteren aktörlerin kurumsal, örgütsel ve coğrafi çeşitliliğini de yansıtmayı istedik.
Sonuç olarak görüşmelere katılan kuruluşların bazıları kısıtlı sayıda insan üzerinden ve/ya tamamen gönüllü çalışmakta ve hatta bir kısmı resmi dernek/vakıf statüsüne sahip değilken bazıları yüzlerce personel ve gönüllü ile yüksek fon imkanlarına sahip. Kimi oldukça yeni ve hâlâ gelişim aşamasındayken kiminin yıllara dayanan bir tarihçesi var. Benzer şekilde kimi tamamen belirli bir yerel ölçeğe odaklı çalışmaktayken kimi pek çok farklı coğrafyalarda çalışmalar yürütüyor. Ayrıca başka STK’lar ile ne ölçüde beraber çalışmalar yürüttükleri bakımından da farklılık gösteriyorlar.
Araştırmamız için görüşme yapılan STK’ların toplumsal cinsiyet tanımlamalarını, farkındalık ve yaklaşımlarını belirleyen değişkenlerin oldukça fazla olduğunu belirtmemiz gerekir. Raporumuzun da Türkiye’de göç ve çevre alanında toplumsal cinsiyet eşitliğini hayata geçirmeye yönelik çeşitli yaklaşım ve yöntemleri ortaya koyan bir envanter çalışması olarak görülmesi mümkün. Farklı yaklaşım ve yöntemlerin ne denli etkili olduklarını ölçme konusunun ise ileride yeni araştırmalarla inceleneceğini ümit ediyoruz.
İklim krizinin olumsuz etkilerinden biri de göç. Toplumsal cinsiyet olgusu göç deneyimini nasıl etkiliyor?
Kristen Biehl: Yanıtımızda göç alanında görüşme yaptığımız STK’ların belirttikleri hususları sayabiliriz – ki çoğu zaten Türkiye’nin göç bağlamından dolayı- mülteci odaklı çalışıyor. Ayrıca iklim krizinin tetiklediği göçleri de zorunlu göçler olarak düşünmemiz gerekiyor.
Zorunlu göç bağlamlarında toplumsal cinsiyet olgusu ele alındığında göç sonrası artan yoksulluk, belirsizlik, ırkçılık ve sosyal dışlanma gibi etkenler de önemli. Bununla ilişkili olarak yaptığımız görüşmelerde en çok karşımıza çıkan kavram hassas grup tanımlaması oldu. Kadın göçmen ve mültecilerin genel olarak hassas grup kategorisi altında değerlendirildiklerini gördük.
Görüşmeciler göç sonrasında kadınlar için hem bakım emeği yükünün hem de toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin arttığını bildirdiler. Dolayısıyla kadınların Türkiye’de daha çok sorunla karşı karşıya kaldıklarını söylediler. Yanı sıra sosyal destek ve koruma mekanizmalarına erişimlerinin vatandaşlara göre daha kısıtlı olduğu için daha fazla mağduriyet yaşadıklarını da belirttiler.
Bazı görüşmeciler ayrıca göç sonrası yaşanan işsizlik, geçim sağlayamama ve sosyal dışlanma ile tetiklenen erkeklik krizinin özellikle kadına yönelik şiddetin artmasındaki rolüne değindiler. Görüşmelerde, kadınların göçün etkilerine karşı daha hassas bir grup olduğunun altı çizilmekle birlikte göçün toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde dönüştürücü etkisine de vurgu yapanlar çoğunluktaydı. Yine özellikle kadınlar için çalışma hayatına katılımın yanında sivil alana katılımın da güçlendirici, özgürleştirici ve birleştirici pek çok imkanlar yarattığı vurgulandı. Buna karşılık görüşmelerde, toplumsal cinsiyet konusunun ağırlıklı olarak ikili cinsiyet algısı üzerine kurulu olduğunu, fakat LGBTİ+ grupların da hassasiyet ve kırılganlık üzerinden tanımlandığını gözlemledik.
Raporunuzda adı geçen STK’lar kadın ile çevreyi yeterince yan yana getirebiliyor mu?
Özlem Aslan: Görüştüğümüz çevre örgütlenmelerinde kadınların çevre meselelerinden neden ve ne şekillerde farklı etkilendikleri konusunda yüksek bir farkındalık söz konusu. Ekolojik yıkım ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği arasındaki ilişkiyi sorgulayanlar da çoğunlukta. Dolayısıyla evet, kadın ve çevre, en azından söylem düzeyinde yeterince yan yana getiriliyor.
Yürütülen faaliyetlere bakıldığında bu farkındalığı yansıtmak için giderek daha çok adım atıldığını söylememiz de mümkün. Fakat toplumsal cinsiyet yalnızca bir kadın konusu, meselesi değil ve sorunların tek başına ikili cinsiyet yapısı üzerinden algılanması da yeterli değil. Örneğin, çevre konularının farklı erkekliklerle ve farklı cinsiyet ve cinsel kimliklerle ilişkisinin daha fazla sorgulanmasına ihtiyaç olduğunu da görüyoruz.