Yazı: Kıvanç DÜNDAR
Yale ve Columbia Üniversiteleri tarafından 2006’dan bu yana iki yılda bir hazırlanan Çevre Performans Endeksi’nin 2010 yılı sonuçları Şubat ayının sonunda açıklandı. Endeks, 163 ülkeyi 25 performans kategorisinde ve 10 çevre politikası alanında (çevre sağlığı, hava kalitesi, su kullanımı, biyoçeşitlilik ve doğal yaşam alanları, ormanlar, balıkçılık, tarım ve iklim değişikliği) değerlendirip, verilen puanlara göre bir sıralamaya tabi tutuyor. Endeksin oluşturulmasında kullanılan veriler Dünya Bankası, BM Kalkınma Programı, BM Gıda Örgütü, BM İklim Değişikliği Konvansiyonu, World Resources Institute gibi kuruluşlardan elde ediliyor.
2010 Çevre Performansı Endeksi’nin birinci sırasında 93,5 puanla İzlanda yer alıyor, onu 89,1 puanla İsviçre ve 86,4 puanla Kosta Rika takip ediyor. Listenin dördüncü sırasında İsveç var. Türkiye’ye gelince; 2008’de 72’inci sırada iken, 2010’da beş basamak düşerek 77’inci sıraya geriledi. Endeks ile eşzamanlı olarak yayımlanan raporda listenin ilk sıralarında yer ülkelerin çevre altyapısına büyük yatırımlar yaptığının, çevre kirliliğinin önlenmesi ile ilgili tedbirlere ve uzun dönemde sürdürülebilir bir çevre yaratma ile ilgili politikalara büyük önem verdiklerinin altı çiziliyor. Listenin en sonunda yer alan Togo, Angola ve Sierra Leone gibi ülkelerin ise en temel çevre politikalarını bile uygulama kapasitesinden uzak olduğu belirtiliyor.
Sürdürülebilirlik ve çevrenin korunması, dünya ekonomilerinin ve hükümetlerinin son yıllarda en fazla üzerinde durdukları konulardan biri. Sadece karar alıcıların değil sıradan insanların da üzerinde kafa yorduğu konular bunlar. Çünkü ekonomik sistem fiziki sınırlarına dayanmaya başladı. Öte yandan insan sağlığı ve bir bütün olarak dünyanın varlığı tehdit altında. Ekonomik faaliyetler ve dünyanın geleceği iç içe geçmiş durumda. Bu, her zaman öyleydi ancak son 100 yılda ekonomik faaliyetler hem nitelik hem de nicelik olarak büyük ölçüde değişti. Üretim devasa ölçeklerde yapılıyor, böyle olunca hem kullanılan kaynak hem de doğaya bırakılan atıklar ve yaratılan tahribat önceki dönemler kıyaslanamayacak kadar büyük oluyor. Bir yandan kaynaklar hızla tükenirken, insanlığın varlığını sürdürebilmesi için gerekli en temel unsurlar (hava, su, toprak, yani içinde yaşadığımız fiziki çevre) hızla kirleniyor, tahrip oluyor, tükeniyor.
Çevre kaynaklı sorunlar önümüzdeki yıllarda dünya siyasetine yön verecek kadar büyük boyutlara ulaşmış durumda. Örneğin, suyun önümüzdeki yıllarda petrol kadar, belki ondan da değerli, bir madde haline geleceği, savaşların su kaynakları yüzünden çıkacağı yollu tespit sık sık dile getiriliyor. Dünya çölleşiyor, bir yandan da su kaynakları hızla kirleniyor, temiz ve sağlıkla su elde edebilmek birçok ülke için sorun haline gelmeye başladı. Ekonomiler, hızla tükenen hammaddelere erişmek için birbirleri ile kıyasıya bir rekabete giriştikçe jeopolitik unsurlar daha da öne çıkacak. Ayrıca, alternatif enerji kaynaklarının ağırlık kazanması ekonominin işleyişini, ekonomik yapıları değiştirecek. 2010 Çevre raporunda da benzer noktaların altı çiziliyor. Raporda son yıllara kadar gündemin ana başlığını iklim değişikliğinin oluşturduğu ancak su kalitesi, su kaynakları, hava kirliliği, ormanların tahribatı, toprağın kullanımı, sürdürülebilir bir tarım ve biyoçeşitlilik gibi konuların da artık tartışılır hale geldiği ifade ediliyor. Karar alıcıların çevre ile ilgili yerel ve küresel ölçekte net, açık hedefler koyması elzem görünüyor. Bazı ortak noktalar olmakla birlikte, gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerin karşı karşıya kaldığı çevre sorunları ve bu problemleri çözmek için geliştirmek zorunda kaldıkları politikalar farklılık gösterebiliyor. Mesela, zenginliğin başa bela olduğu durumlara tanık oluyoruz; sanayileşmenin neden olduğu sorunlar, sera etkisi yaratan gazların emisyonu ya da büyük miktarda atığın ortaya çıkması, daha çok ileri kapitalist ülkelerde yaşanıyor. Ancak şunun da altını çizmekte fayda var, küresel ekonomi gelişmiş ülkelerin çevre tahribatını geri kalmış ülkelere “ihraç” etmesini de mümkün kılıyor. Mesela ileri ülkeler kimyasal, nükleer atıklarını geri kalmış ülkelerde depolayabiliyor ya da çok uluslu şirketler bazı operasyonlarını geri kalmış ülkelerde çevreye daha az hassasiyet göstererek yürütebiliyor ve yöneticiler de bu konuda esneklikler gösterebiliyor. Gelişmiş ülkeler bu türden sorunlarla boğuşurken, gelişmekte olan ülkeler ise daha farklı, daha yaşamsal sorunlar yaşıyorlar; mesela temiz içme suyu, sağlıklı bir altyapı sistemi. Gelişmekte olan ülkelerin maddi kaynakları kıt ve bu türden hayati alanlara bile yatırım yapabilmekten uzaklar. Raporun elde ettiği önemli sonuçlardan bir tanesi, kişi başına gelir, yolsuzluk (hesap verebilirlik, yönetimde şeffaflık ve kamuda yolsuzluk) ve etkin işleyen bir hükümet, bürokratik yapı ile çevre politikalarının hayata geçirilebilmesi, çevrenin korunması arasında pozitif bir korelasyon olduğu.
Zenginlik ve çevre kalitesi
Endeks sıralamasında ilk otuzda yer alan ülkelerin yarısından çoğu, kişi başına milli gelirin yüksek olduğu Avrupa’dan. Ancak bazı istisnalar da yok değil. Mesela orta-gelir grubunda yer alan Kosta Rika ve sanayi kirliliğin çok düşük seviyede olduğu Küba da ilk otuz içinde. Bunun neden böyle olduğu çok açık. Zengin ülkelerin elinde çevreye yatırım yapabilecek maddi kaynakları var. Ve elbette eğitim, bilinç ve duyarlılık. Zengin ülkelerde farkındalık ve duyarlılık çok daha yüksek. Bu da politikacılar ve şirketler üzerinde bir baskı oluşturuyor ve çevre ile ilgili konular tali değil ama ana gündem maddelerinden bir tanesi haline geliyor. Ancak, ekonomik çıkarları korumak söz konusu olduğunda bazı ileri ülkelerin, bazı uygulama alanlarında yetersiz, isteksiz ve başarısız olduğu görülüyor. ABD’yi ele alalım. Amerika’nın temiz içme suyu ya da ormanların korunması alanındaki puanları yüksek ama sera gazları, iklim değişikliği ve hava kirliliği alanında karnesi oldukça kötü. ABD, yıllarca Kyoto protokolünü imzalamamak için direndi. Bunun nedeni oldukça basitti, ya da ABD’nin muhalefetinin ardında ki mantık, kabul edilebilir olmasa bile, anlaşılabilirdi diyebiliriz. Protokol, ABD ekonomisi, Amerikan şirketlerinin sırtına ek yük bindirecekti. Ancak bu ısrarın maddi sonucunun ne olduğunu Çevre Performansı Endeksi’nde görebiliyoruz. ABD çevre politikaları açısından birçok gelişmiş ülkenin çok gerisinde 61. Sırada yer alıyor.
Herkes küresel ekonomiden en büyük payı kapma, ne pahasına olursa olsun rakiplerinden bir adım önde gitme yarışında. Son yıllarda, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin dünya ekonomisi sahnesine yeni aktörler olarak çıktığına tanık olduk. Bir başarı öyküsü vardı ortada ama ne pahasına kazanıldı bu başarı? Bu sorunun da cevabı yine kısmen Performans Endeksi’nde veriliyor. BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’i kapsayan yükselen, hızla zenginleşen ekonomiler) ülkeleri arasında çevrenin korunması açısından en duyarsız ve başarısız olanların Çin (121’inci sırada) ve Hindistan (123’üncü sırada) olduğunu görüyoruz. Bu tablo, hızlı ve kuralsız sanayileşmenin bedeli olsa gerek. Ancak Brezilya ve Rusya ise 62 ve 69’uncu sırada yer alıyor. Burada da galiba işin içinde mentalite denilen şey giriyor.
Etkin yönetim
Endeks sıralamasını belirleyen unsurlardan bir tanesi de bürokrasinin etkin ve yetkin bir biçimde çalışıyor olması. Kararlı ve taviz vermeyen bir bürokrasinin, ülke fakir bile olsa, yapabileceği çok şey olduğunu görebiliyoruz. Politika tercihlerinin, iyi yönetişimin, bürokrasi kademesinde yolsuzluğun daha az olmasının nasıl bir fark yaratabileceğine dair bir örnek veriliyor Endeks çalışmasında. Çevre korunmasına büyük miktarda yatırım yapan Şili 16’ıncı sırada yer alırken, kirliliğin azaltılması ve doğal kaynakların korunması gibi konuları göz ardı eden komşusu Arjantin’in sıralamadaki yeri 70. Endeks çalışması, yolsuzluğun, rüşvetin yaygın olduğu ülkelerde çevre performansının daha düşük olduğunu gösteriyor. Birçok ülke yoğun baskılar altında çevre korumacı kurallar geliştiriyor, kanunlar, yönetmelikler çıkartıyor. Ancak, çoğu zaman bu düzenlemeler, özellikle de geri ülkelerde, kağıt üzerinde kalıyor. Rekabette geri düşememek için yoğun bir yatırım hamlesine kalkan geri kalmış ülke ekonomileri, çoğu zaman kendi koydukları çevre standartlarını sanayileşme, zenginleşme adına göz ardı edebiliyor, kuralları esnetebiliyor. Vizyon sahibi olmayan yöneticiler gündelik çıkarlar uğruna, ülkenin geleceğini böylesine harcayabiliyorlar.
Türkiye’nin çevre performansı
Yazının girişinde de belirttiğimiz gibi 2008’den 2010’da Türkiye çevre performansı endeksinde 5 basamak gerileyerek 77’inci sıraya düştü. 2008’de ülke puanı 75,9 iken, 2010’da 60,4 oldu. Endeks baz alındığında, Türkiye’deki çevre politikalarının ve çevre sağlığının “ortalama” düzeyde olduğu görülüyor. Gelişmekte olan birçok ülke ile aynı semptomlara rastlıyoruz. Hızla sanayileşiyoruz, sanayileşme belirli bölgelerde yoğunlaşıyor, çarpık kentleşiyoruz ve bütün bunları çevreyi ve insan sağlığını koruyacak gerekli altyapıyı ve hukuki düzenlemeleri gerçekleştirmeden yapıyoruz. TÜİK verilerine göre 2008 yılında imalat sanayinde 12,5 milyon ton atık yaratılmış ve bunun 1,14 milyon tonu tehlikeli atık niteliğinde. Bu tehlikeli atığın yüzde 66,5’i depolama sahalarına bırakılmış. Toplam atığın yaklaşık yüzde 41’i tesis bünyesinde ya da dışında geri kazanılmış ya da geri kazanılmış geri kalanı depolama sahalarına, çöplüklere atılmış ya da dolgu malzemesi olarak kullanılmış.
Ülkede giderek rüzgar ve alternatif, yenilenebilir, yeşil enerji üretimine yapılan yatırımlar artıyor. Enerji güvenliğini artırma ve bağımlılığı azaltma adına atılan önemli bir adım da, temiz olduğu iddia edilen, nükleer enerji. İlk olarak Sinop ve Akkuyu’da iki nükleer santral kurulması planlanıyor. Rusya ile Akkuyu’da yapılacak santral için hükümetler arası bir protokol imzalandı bile. Ancak, kamuoyunun endişesi bu santrallerin ne kadar güvenli olduğu. Hükümet gerekli tedbirlerin alınacağını, elbette, söylüyor ama mesela nükleer atıkların nerede nasıl saklanacağı gibi konular hiç de net değil. Elektrik üretimini artırmak için yeni barajlar yapılması planlanıyor ama bu barajların çevre üzerinde yaratacağı tahribat ya görmezden geliniyor ya da küçümseniyor.
Endekse geri dönerek bazı temel çevre politikası uygulamalarında Türkiye’nin aldığı puanlara bakalım şimdi. Türkiye, orta-gelir grubuna dâhil edilmiş ve bu grup içindeki ülkelerin ortalama puanı 63,2. Coğrafi olarak ise dâhil edildiği bölge Doğu Avrupa-Orta Asya ve bu grubun ortalaması ise 59 puan. 2008 ve 2010 raporlarını kıyaslasdığımızda Türkiye’nin çevre sağlığı kategorisindeki puanının 91,2’den 74,45’e düştüğünü görüyoruz. Ekosistem puanı ise 60,6’dan 55,6’ya gerilemiş. İklim değişikliği politikası kategorisinde 2008 puanı 66,5 iken, 2010 puanı 53,6’a düşmüş. Biyoçeşitlilik ve doğal yaşama alanı kategorisindeki puanı ise 5,2’den 17,1’e yükselmiş. Bütün bunlar, Türkiye’nin çevrenin korunması yolunda daha gidecek çok yolu olduğu ve özellikle bir zihniyet değişikliğine ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Türkiye hızla büyüyen bir ekonomi, bu çevre açısından hem iyi hem de kötü. Çevre Performans Endeksinin de altını çizdiği üzere zenginlik ile çevrenin korunması arasında pozitif bir ilişki var. Zengin, zenginleşen ülkeler çevre yatırımları için kaynak ayırabiliyor. Ancak, ekonomik büyüme, eğer önlem alınmazsa, çevre yıkımını beraberinde getiriyor. Fakat dediğimiz gibi bu biraz da niyet ve zihniyet sorunu. Mesela listenin ilk ellisinde Mauritis, Kosta Rica, Şili, Kolombiya, Belize, Ekvator, Peru gibi çok da zengin olmayan ülkeler var. Demek ki her şey para değil, para da her şey değil. Türkiye’nin çevre konusunda herşeyden önce bir zihniyet değişikliğine, vizyona, sağlam ve tutarlı politikalara ve bunların da ötesindekesin bir şeffaflığa ihtiyacı var.